KASIM - ARALIK 2020 POSTASI

KASIM – ARALIK 2020

BÜLTENİ

(Kasım – Aralık ayları içindeki bazı yazılarım, kitap tanıtımlarım.

Dostlara muhabbetlerimle… (Her zamanki gibi yine kısa kesememişim. Kasım Bülteni’ni gönderseydim belki bu kadar uzun olmazdı. Neyse belki ilgi duyan olur, kusura bakmayın, aşk ile… )

 Ayhan Aydın

SON YENİÇERİ

Reha Çamuroğlu: Ben 1985’lerde Alevilik – Bektaşilikle ilgili kitap okumalarına başladığımda Reha Çamuroğlu 1989’da ilk kitabı Tarih, Heterodoksi ve Babailer kitabını yazmış, 1990’da da yayınlamıştı. Dönüyordu, “Bektaşilikte Zaman Kavrayışı”, Değişen Koşullarda Alevilik, İsmail sonradan okudum kitapları. 1994’de ben Basın – Yayın Gazetecilik okurken çalıştığım Nefes Dergisi’nde yaklaşık bir yıl bir arada olduk Reha Çamuroğlu’yla.

Reha Çamuroğlu, Alevi camiası içinde entellektüel birikimi en yüksek yazarlardan birisiydi. Kendisiyle fırsat buldukça yaptığımız sohbetlerde sosyalist sol bir hareketten gelen Reha Çamuroğlu’nun, sürekli ama sürekli okuyan, kendisini her gün yenileyen, özellikle tarih, edebiyat alanında batılı yazarlardan da beslenen bir yanı olduğunu görüyordum. Sanırım yine 1990’larda Hamburg Alevi Birliği için hazırladığı (ortak bir kitap) 100 soruda Alevilik kitabı da iyi bir özetti benim için. Bana göre çok az zikredilen bir çevirisi ise bizler gibi bu konuları merak edenler için bir kaynak eser niteliğindeydi: John Kingsley Birge’ten Bektaşi Tarihi çevirisi. Açıkçası gıpta ettiğim yazarlardan birisiydi Reha Çamuroğlu; Hoşgörü sahibi, bilgisini paylaşan bu yazarın aynı zamanda yapıcı bir yanı vardı. Cemal Şener, Rıza Zelyut’un da içinde bulunduğu Nefes Dergisi’ne gelip – giden bütün yazarlardan da ayrılan yönleriyle Reha Çamuroğlu bir dönem bulunduğu Şahkulu Sultan Dergâhı’nda, uzaktan da olsa teması olan Cem Vakfı bünyesinde yeterince değerlendirilemedi ya da kendisi fazla bu bünyelerde bulunmak istemedi. Ama bir dönemler Cem Dergisi’nden bir kopuşun da adı olan Nefes Dergisi’ndeki yazıları yine farklı dergilerdeki yazıları yavaş yavaş isminden daha fazla söz edilmesini sağlamıştı Alevi camiasında. Barış Partisi’ndeki çalışmalarını ve siyasete ilgisini hep biliyordum. Reha Çamuroğlu’nun durumu bence; Alevi kimlikli bazı insanların siyasilerin, çeşitli partilerin kapıları önünde süt bekleyen kedilerin zaman zaman arsızlığını, zaman zaman kurnazlığını andıran basit miyavlamalarına benzeyen gizli – kapaklı, ikircikli durumu gibi değildi. Açık bir şekilde böyle bir yönelimi zaten vardı. Ama AKP’den milletvekili seçilmesi çokça eleştirildi. Bu siyasi deneyimi uzun sürmedi. Uzun yıllardır sanırım kendisini iyice yazarlığa verdi.

Reha Çamuroğlu, Alevi – Bektaşi camiasında bir yabancı dili çeviri yapacak kadar iyi bilen, tarih bilinci oldukça gelişmiş, Alevilik – Bektaşilik konusuna derinlikli bakabilen, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı olarak üretmeye devam ediyor. 

Son Yeniçeri

Ezelden beri okumayı çok seven ve yaşamın akışı kadar onunla bir bütünlükte insanı geliştiren bir uğraş olarak gördüğüm okumaya zaman ayıran bir insanım. Efendim elbette on binlerce kitap var okunacak. Hangi birisini okuyacağız? Kimi zaman acele ediyoruz, kimi zaman geriye bırakıyoruz, kimi zaman yarım kalıyor, kimi zaman da bazen benim yaptığım gibi üç dört kitabı birlikte okuyoruz.

Meğerse aslında benim en çok ilgi duyduğum alandaki kitabı en sona bırakmışım, hem de Reha Çamuroğlu’nun belki de en çok seveceğim kitabını: Son Yeniçeri’yi yani.

Yeniçerilik, Bektaşilik – Yeniçeri İlişkisi, Yeniçeri Ocağı’nın İşlevi – İçeriği – İşleyişi hep çok merak edip okuduğum, anlamaya çalıştığım konulardan olmuştur. Bu konuda yayınlanan bazı kitapları zaten okumuştum:  Reşat Ekrem Koçu, Şevki Koca, Osman Sakin, Erdal Küçükyalçın’ın kitaplarını okumuştum. Başkaca kitaplar da elbette var. Bu süreç devam ediyor.

Reha Çamuroğlu’nun bir tarihi roman niteliğindeki Son Yeniçeriler kitabını ise yayınlanışından yirmi yıl sonra okumak nasip oldu. Ne yalan söyleyeyim bu da benim bir eksikliğim, çok geç kalmışım doğrusu.

Şimdi bazen içten gelen duyguları dile getirince methiyeler dizmek şeklinde yorumlanıyor bu. Ben edebiyat eleştirmeni, daha doğrusu bir eleştirmen değilim. Evet, iyi bir okurum. Ama bu alanda da iddialı bir yazar da değilim.

Kitap yani Tarihi – Roman, eğer kişiler, olaylar, çevre, insan ilişkileri bağlamında bir konunun bir örgü içinde başarılı bir şekilde anlatılmasıysa; en iyi dil, en iyi özet, en yalın anlatışla Yeniçeriler ve Bektaşiler arasındaki ilişkiyi anlatan kitaplardan birisidir diyebilirim Son Yeniçeri için.

Roman kahramanları (ki temel aktör dışında birden çok öne çıkan karakter var romanda) devşirmenin, yeniçerinin, yeniçeri ağasının, yeniçerilikteki temel yapıların, kişilerin, Bektaşi’nin, Yeniçeri Ocağı’nın, Yeniçeri Ocağı – Bektaşi Ocağı arasındaki bağlantının, İstanbul’daki Yeniçeri merkezlerinin, İstanbul’daki Erikli Baba gibi, aktif Bektaşi tekkelerinin işleyişi, durumları hakkında önemli bilgileri de kitap içinde vererek aslında kitabın bu alanda kalıcı bir metin de olduğunu görüyoruz.

Fedakârca “küffar”a karşı hücum eden, bunu devlet, millet ve vatan için yapan, coşkuyla bunu bir meslek olarak icra ederken en büyük sevdası olarak, “erenlerin” himmetiyle yollara düşen namuslu yeniçeri neferleri yanında, yağma için yollara dökülen, “ırz, namus, haysiyetten” yoksunlaşabilen “yoldaşları”yla çatışabilen Yeniçeri’nin yazılmayan tarihinin yazılma girişimidir aslında Son Yeniçeri.

Yeniçeriliğin de, bir nevi Bektaşiliğin aktif olarak görünür alanda bulunması ve Yeniçeri – Bektaşi ilişkisini gözlemleyebileceğimiz en önemli merkezde, Payitahtın bulunduğu nice nice Hıristiyan, Yahudi toplulukların da yaşadıkları, tüm Osmanlı’nın nefes alıp – verdiği benzersiz karmaşıklıklar kenti olan İstanbul’da geçiyor her şey.

Kendisi bir Hıristiyan, Michaul oğlu Petru iken, Bektaşi ve Yeniçeri “38’in Odabaşı Arif Ağa’nın hanesinde devşirme damat “Sarı Ağa” olup zamanla marangozluk mesleğinin ustası olan bir nasipli Bektaşi’nin gözleriyle Yeniçeriliğin ve İstanbul’un 18. Yüzyıl sonu ve 19. Yüzyıl başındaki trajik durumunu anlatan alanında çok önemli bir boşluğu dolduran Son Yeniçeri, bence konuyla ilgilenen herkesin okuması gereken bir kitap.

Güngörmüş, zaman zaman ne bey – ne padişah takan yılların büyük tecrübesini bitip tükenmez enerjisiyle herkese anlatan, sohbet – muhabbet insanı, aynı zamanda bir zamanların Bektaşi Babası Abdi Ağa… 

Kalender, güngörmüş, hoşgörülü, kutsal bildiği Yeniçeri ocağına canını seve seve verebilecek, ilerlemiş yaşına rağmen cenklere giden, aile babası, hüsnüniyet sahibi bir babacan Bektaşi Muhibbi Arif Ağa…

Yerinde duramayan kanı kaynayan, kanı yurt için, vatan için, namus için, Yeniçeri Ocağı için kaynayan ve cumhuriyet gibi tüm yeniliklere açık, açık sözlü, derbeder, yalın kılınç cephelerden cephelere serdengeçti olup bir sel gibi akan ölümsüz Habib Ağa…

Tıfıl bir çocukken içi içine sığmazken, birden bire coşan, coşup da dağları aşan ama tez zamanda savaş meydanlarında olduğu kadar tekke- ocak çevresinde olgunlaşan hem mücerret, hem ulu Bektaşi Dergâhı’nın yolcusu bilinçli Sabit Ağa…

Tüm bunlar işte bir devrin batıp, bir milletin, bir toplumun, bir inanç yapısının en büyük dramlarına tanık olan bir devrin anlatıldığı işte bu romanın ana konuları ve kahramanlarıdırlar. Acaba onlar sadece birer roman kahramanımılar? Hayır. Onlar Osmanlı’nın son döneminin, Türk tarihinin, Yeniçeriliğin, Bektaşiliğin bir devrinin hem tanıkları, ama aynı zamanda aktörleridirler.

Bu romanı, roman kahramanı olanların gözüyle, yaşadıklarıyla anlıyoruz; Yeniçerilerin son demlerde yaşadıklarını, iç çalkantılarını, onlara duyulan husumeti, zaman zaman kaybetseler de her şeye rağmen metanetli duruşlarını, ocağa ihanet edenleri ve tüm yozlaşmaların nedenlerini…

Bu toplum öyle bir toplumdur ki, çıkarı için dün lanet ettiğine, bugün taparlar, iş kendi çıkarları olunca yağı, unu mahzenlere depolayıp insanlıktan çıkarak fiyatları arttıran karaborsacı esnafı gibi, sadece kendilerini düşünürler. Zaman zaman da kendileri için kelleyi vermeye hazır olan Yeniçeri askerlerini askere uğurlarken işlerine gelince gelin alayı gibi, işlerini gelince cenaze topluluğu gibi olurlar. Rumeli’den gelip baskı ve zulümle başta iyi niyetli görünürken, sonradan kan kusturan Alemdar Mustafa Paşa gibilere önce taparlar, sonra onlara kan kusarlar ama onlarla mücadele eden Yeniçerilere hançer sokarlar…

 

Kitaptan…

“Sonra onu gördüm. Bir direğe asılıydı. Boynundaki yaftada şöyle yazıyordu: “Din ü devlete isyan eden uğursuzların elebaşısı, mülga (ilga edilmiş, ortadan kaldırılmış) Yeniçeri Ocağı 37. Orta odabaşısı, asi, zındık, Habib!” göğsündeki iki kurşun yarası açıkça görülüyordu. (Sayfa: 439)

 

“Yoldaşlar” diye bağırdım, “şehit Habib Ağanızın dediği gibi biz “yanar od’a girer semenderiyiz.” Ya orman sıçanı gibi kavrulacak ya da yeniçeri gibi yanar ateşin semenderi olacağız. Hakkınızı helal edin. Osmanlı’ya lanet edin. Elbet bir gün dönecek ve bize reva gördüğü bu vaziyetin hesabını soracağız! Unutmayın! Efendinin kaderi, kölesinin alnında yazılıdır”. (Belgrat Ormanı, Sabit Ağa, Sayfa: 446)

 

Sonuçta; Reha Çamuroğlu, çok tarihi bir görevi yerine getirerek, az bilinen bir konuda gerçek tarihi verilerden de yararlanarak, Bektaşiliğin temel kavramlarını da çok bilinçli ve ustaca da kullanarak ölümsüz bir kitap yazmıştır. Yeniçeriliğin son yüz yılına damga vuran olayları, gelişmeleri yine bu yapının içinden kişilerin diliyle vererek, hem okumayı kolay ve anlaşılır kılmış, hem de bir belgesel gibi tarihi akışı izlememizi sağlamıştır.

Eline, yüreğine, emeğine, bilincine sağlık. Ben çok yararlandım. Herkese tavsiye ederim.

 

Muhabbebbet ehline aşk ile…

 

Ayhan Aydın

 02 Kasım 2020

 

(Reha Çamuroğlu, Son Yeniçeri, Doğan Kitap, 2001, İstanbul)

 

Birkaç Not:

 

Haziran 1826’da, Şeyhülislamın da desteğiyle, Osmanlı’da yenilik adı altında 2. Mahmut tarafından, daha önce kendi canını da kurtarmış, bir büyük birlik olan, bir zamanlar Osmanlı’nın bir imparatorluk olmasını sağlamış, en büyük dayanak noktalarından birisi olan Yeniçeri Askeri Ocağı yok ediliyordu.

Zaferden zafere koşarken, dağlar aşıp, nehirler geçerken, nice nice kaleleri fethederken, “kahraman ordumuz, neferimiz” denilen Yeniçeri Ocağı artık bir düşman birliği gibi görülüp, din ve vatan düşmanı olarak ilan edilip kökten kapatılıyordu.

Bu aslında devleti yönetenlerin öngörüsüzlükleri, ocağı bizzat kendilerinin yozlaştırmasının bir sonucuydu. Zaman içinde durum ve koşulların değişmesiyle eski bilincin, ahengin, işlevin kalmaması, devletin gerilemesi, toplumun da değişmesiyle Yeniçeri Ocağı’nda büyük bir gerileme, içten içe parçalanmalar yaşanmıştı.

En önemli gelişmelerden birisi de, elbette Yeniçerilerin ticaretle uğraşmaları, devlet işleriyle uğraşmaları, mahalle işleriyle bile uğraşır olmalarıydı. Böylece Yeniçeriler asli görevlerinin dışında hem devletin, hem toplumun, hem de kendilerinin üzerlerine vazife olmayan işlerlerle uğraşmaya başlamışlar. Ehliyetsiz insanlar bu ocağa girmiş, burası yolgeçen hanına dönmüş, disiplin kalmamış, bir de toplum onlardan çok şey bekler olmuştu.

İçten ve dıştan yozlaşma ve çürümeye rağmen “Ocak” hala ayakta, Pir Hünkâr Hacı Bektaş Veli’ye gönülden bağlı olan devletin güvence kaynağı, otağı, ülküsü, umudu, manevi bahçesi darmadağın olmaktadır.

Tüm bu gidişe rağmen özünü yitirmeyen, Bektaşi geleneklerine de bağlı, vatanı namus bilip candan geçebilen ocağın son temsilcileri de nihayetinde ihanetin, bedelini yok oluşla ödemişler; yapılan tüm hataların günah keçisi yapılıp binlercesi katledilmiştir.

İster sağcı olun, ister solcu, ister Kürt olun, ister Türk, ister Arap, ister Alevi olun, ister Sünni; evet savaşın, istilanın, yozlaşmanın, can yakmanın hiçbir ama hiçbir güzel yanı olamaz.

Ama onlar Yeniçeriydiler, bir kısmı dilini, ismini, dinin bilmedikleri bir yabancı memlekete zorla getirilmişlerdi, bir kısmı gönüllü yazılmışlardı, bir kısmı ateş gibi, rüzgar gibi bir yürekle atılmışlardı bu mesleğe.

Meslek kötü gelebilir size, ama bu bir ocaktı- meslekti – ekmekti – tuzdu. Buna bağlandılar, yüzyıllar geçirdiler. Yozlaştılar, bozuldular, parça parça dağıldılar. İşin içine çıkar girdi. Yani bazıları için çıkar geldi başköşeye oturdu.

Ama içinde yine de “düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayın” diyen Hacı Bektaş Veli’nin sözüne uyanlar da vardı, nasip almışlar da vardı, muhabbeti sohbeti bilenler de vardı.

Sonra yobazın, yozun, çıkarcının, hayının da elinde binlercesi katledildi, Belgrat Ormanlarında cayır cayır yakıldılar.

Yeniçerilerin sonu bu mu olmalıydı?

Şundan bundan özür dilemekmiş, birisi de kalksın nutuk çekeceğine en azından suçsuz, günahsız bir şekilde darağaçlarında can veren, yakılan Yeniçeriler için özür dilesin, sadece ve sadece insanlık namına.

Şiddetin, barbarlığın, can almanın her türlüsüne karşıyız…

He, karşıyız, hepimiz da karşıyız.

Karşıysak, binlerce Yeniçerinin haksız yere katledilmesine niye karşı değiliz?

Onlar da insan değil mi? Bu toprağın üzerinde onların hiç mi esemeleri okunmayıp, isimleri zikredilmeyecek.

Öyle ya var mı Son Yeniçeri?

 

 

Tasavvufta Tarikat ve Bidat Sorunu

 

Ayhan Aydın

 

Arş da ancak bir tılsım, âlem de… Her şey bir addan başka bir şey değil. Varlık ondan ibaret vesselam…

Bu âleme de bak, o âleme de… Hep o; ondan başka bir şey yok. Varsa bile o var olan, gene o!

Yazıklar olsun, kimsede kudred yok… Âlem güneşle dolu, fakat gözler kör!

Her şey bir zattan ibaret, fakat sıfatlarla sıfatlanmış… Her şey bir harften ibaret, fakat sözler çeşitli!

Er gerek ki padişahı tanısın, hangi elbiseye bürünürse bürünsün, padişahı bilsin! (Feridüddün Attar, Sayfa: 101)

 

Çok sevgili yazar dostumuz Kaan Polatlar yeni çıkan kitabını hediye edince ilgi duyduğum bir alandaki bu yeni çalışmayı bir solukta okuyup bitirdim.

Hoşgörü, gerçek insanı ve insanlığı bulma, Tanrı’ya aracısız ulaşma, acı çekse de Tanrı aşkıyla, Tarikat (- Yol-) aşkıyla türlü çilelere katlanmasını başarmak, yaşamın anlamını sezmek için iç yolculuğa çıkmak… Bir aba bir hırka, bir lokma bir yaba, Eyüp gibi zorluklar karşısında metanetli olmak, edepli / erkânlı olmak, zikr edip Tanrı’yı “özünde” bulmak, Yunus gibi, Mevlana gibi, Hacı Bektaş Veli gibi yaşamak, davranmak… Tasavvuf ve tarikat deyince birçoğumuzun aklına gelen şeyler bunlar. Ama epey uzun zamanlardan beri ve özellikle çağımızda tümüyle çok olumsuz imgelerle andığımız bir kurum oldu aynı zamanda tarikatlar. Peki, öyleyse nedir tarikatlar gerçeği, tasavvuf kültüründe tarikat neyi ifade ediyor? Günümüzde de çok samimi bir şekilde Sünni İslam inancı içinde olan bazı arkadaşlar bile,  kökten baltayla kesmek gerekir, din ile bu tasavvuf – tarikat denilen zehirli sarmaşığı da diyorlar.

Bu alandaki en önemli döngüsel yön, üzerinde durulan konu bence; Tanrı – İnsan- Evren - Yaşam / Yaratan – Yaratılmış bağlamında bunların birbirleriyle olan bağlantısı konusudur. Tanrı tümüyle her şeyden soyut, her şeyi yaratan mutlak güç olarak, sadece tapılması gereken bir sonsuz kudret sahibi benzersiz bir bütünlük müdür? Yoksa nihayetinde tüm kâinatı kendi özünden (varından) yaratmış, dolayısıyla tüm evrende kendi yansımalarını görmek isteyen, yaratılmış her şeyle bir bütünlükteki mutlak kudret midir? Bu konu asırlar boyunca tasavvuf ehli sufileri düşüncelere, fikir üretimlerine, binlerce şiir yazmaya itmiş temel bir meseledir.

Kaan Polatlar bir arkeolog olmasının yanı sıra sosyolojiye derin ilgisiyle meselelerin hep arka planını da irdelemeye çalışarak kitabını yapaylıktan/ yüzeysellikten kurtarmış, zaman zaman konu hakkında okurların da düşünmesine fırsat sunmuş.

Kaan Polatlar; birçok insanın bildiği Eyüp kıssasıyla giriş yapıyor kitabına. Ama orada da yine bilinen hikâyelerin dışında farklı görüşlerin de olduğunu bize hatırlatıyor, sabrın da bir sonu vardır, mahiyetinde.

Kalenderilik, ta Uzakdoğu’dan Hint –Çin etkisinden özellikle İran’da harmanlanan ve Suriye, Irak coğrafyasında gerçek kimliğini bularak Anadolu’ya ve elbette Balkanlar’a uzanan din görünümlü derin toplumsal boyutları olan bir sosyal olgudur. Bin yıldır yaşadığımız bu büyük coğrafyanın inanç – yaşam – insan bütünlüğünde çok farklı bir boyut olan zamanla türlü türlü şekillere girip, tarikatlar, cemaatler, çeşitli sufi akımlar, mezhepler içinde varlığını sürdürmüş muazzam bir yapı yani. Bugüne kadar ülkemizde Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak kadar bu konuyu derinlemesine ele alan bir çalışma olmadı. Onun bu kitabı bence halk İslamı, tarikatlar vs. konularına girmeden önce okunması gereken temel kitaplardan birisidir.  (Bkn: Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik Kalenderiler, Ahmet Yaşar Ocak, Timaş Yayınları, Yeni Baskı, İstanbul, 2016)

Sayın Kaan Polatlar da kitabında Ahmet Yaşar Ocak’ın kitabından ve Kalenderilikten bahsederek konuya giriş yapıyor. Bir din yaşadığı coğrafyadan, o coğrafyadaki farklı inançlardan tümüyle bağımsız düşünülemeyeceği gibi, zaman içinde dini anlama, algılama, yorumlama ve uygulamada da farklılıklar meydana gelir. Bu manada konuyu tam anlamanın yolu, hem bu çok çeşitli inanç sistemlerini, bu inanç yapıları içindeki temel sembol kişileri, hem de onların ve onlara bağlı kitlelerin davranış kalıplarını, inanç pratiklerini ve uygulamalarını anlamaktan geçer.

Kitabın ilk bölümünde,  biraz Sünni İslam ve Osmanlı devlet sistemi merkezli bakış açısı ekseni ağır bassa da, Anadolu’daki bu akımın temel özellikleri vurgulanmaya çalışılmış.

Burada ve kitabın bazı bölümlerinde Kalenderi zümrelerin bir “dilenciler topluluğu”, tarikatların ise Osmanlı’nın bu kesimi denetim altında tutmak için insanların “işsiz – güçsüz / lüphen yığınların yatağı” olduğu görüşü var. Bu biraz tartışmaya açık bir konudur. Kalenderiliğin ve tarikat yapısının her kesimce farklı farklı nitelendirilmesi her zaman ola gelmiştir. Bu durumu, onların aslında bu tür yaşamı bizim beğenip beğenmemiz şeklinde değil de onların kendi doğal yaşam şekilleri olduğu yönünde ele almak gerekir. Kitapta vurgulandığı gibi, Kalenderilerin Moğollar’la işbirliği yaptıkları kanısına şahsen ben katılmıyorum, bazı istisnalar kaideyi bozmaz. (Bkn: Sayfa: 21)

 

İslam Hangi Sosyolojik İhtiyaçlara Karşılık Gelir?

Bu bölümde İslam gerçeğini, diğer dinlerle aslında nasıl benzerlikler içinde olduğunu örnekleriyle ortaya koyan bir bölümdür. Bu bölümde aslında Anadolu’da yeni bir şekil almış Ahilik kurumuna vurgu yapılmakta: “Ahilik doğrudan çalışan ve emekçi kesimlerin hizmetinde olmuştur, tarikat zaviyeleri ise işsiz güçsüz lümpenlere ev sahipliği yapmıştır.” (Sayfa: 37) Bu bölümde özellikle genç erkeklerin bir meslek edip, bir ortak ortamda yaşamalarını sağlayan Ahilik hakkında bilgiler veriliyor.

 

Ahilerden Ayrı Bir Teşkilat Olarak Tarikatlar

Bu bölümde ise, tarikat yapısı ele alınıyor. Bu bölümde, yine alıntı yapıldığı şekliyle; “Melameti, batınında dava, zahirinde gösteriş olmayan, sırrı, kendisiyle Allah arasında kalan, gönlünün bile haberi bulunmayan kişidir” (Hamdün Kassar – Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, Gerçek Yayınevi) (Sayfa: 47)

 

Mevlana’nın Düşüncesinin Şekillenmesi

Bu kitabın belki de en fazla sayfa ayrılan bölümü olmuş. Tasavvuf dünyasında Mevlana çok önemli bir simge isim. Bu bölümde de Yazar Kaan Polatlar hemen her boyutuyla Mevlana’ya ilişkin geniş bir perspektifte görüşleri sıralayarak onun sıra dışı yaşamını, inanç dünyasını gözler önüne seriyor. Babası Sultan Veled ve Şems-i Tebrizi’yle olan diyalogları, onların Mevlana üzerindeki etkileri yazarın kendi bakış açısıyla geniş bir şekilde anlatılmış. Bu bölümden de anladığımız gibi, bir mutasavvıf olan Mevlana, çok geniş bir sahaya etki ederken çoğunlukla menakıpnamelerden de aktarıldığı gibi, yaşamı daha o dönemden çok tartışılan, merak edilen, zaman zaman değişim gösteren çok yönlü bir tarikat önderidir.

Şems-i Tebrizi ise Mevlana’yı çok derinden etkilemiş çok önemli bir sufi’dir.

Alevi - Bektaşi geleneğinde ise; Hacı Bektaş’ın öğrencisi, Mevlana’nın kendilerinden Bektaşi yolunu öğrenmek için istediğini yerine getirirken aceleci olmasından dolayı  “başlı gidesin, başsız gelesin” denilen tarikat ehli, ne Hacı Bektaş’tan, Ne Mevlana’dan, Ne Yunus’tan ayrı olmayan bir büyük yürekli bir büyük ozandır.  Kitapta Şems- i Tebrizi’nin, Mevlana’yı en deriden etkileyen, onun dünya görüşünü değiştiren kişi olarak detaylı bir şekilde Mevlana – Tebrizli Şems ilişkisi anlatılmaktadır.

Kitabın ilerleyen sayfalarında ki ifadeler yazarın bu konuya bakışını da gösteriyor. “Daha önce de belirttiğimiz gibi Mevlana, Şems-i Tebrizi’nin mürididir ve Şems’in görüşleri bu konuda çok açıktır. Şems-i Tebrizi, “Fakr tamam olunca Tanrı yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,” şeklinde özetlediği anlayışı “her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylarından temizlenerek Tanrı’ya kavuşur” kabilinden açıklanabilecek başka bir anlayışın öncülü sayar. (Sayfa: 105)

 

Tarikat Yapıları İçerisinde Felsefi Arayışlar

“Hatta daha ileri gidecek olursak, tarikatlar için bir bakıma bid’at kurumlarıdır diyebiliriz. Dinin sınırları, bunlar marifetiyle genişletilmiştir. Öte yandan, devlet adamları eliyle bu tarikatlara önemli ölçüde para yardımı yapıldığına göre, asıl maksat, sorun çıkarabilecek unsurların ve özellikle de “ayaktakımının” tarikat şeyhleri eliyle, sistemle uyumlu hale getirilmeleriydi. Tarikatlar, bu iki işlevi de başlangıcından günümüze kadar yapmaya başladılar. “ (Sayfa: 100) (Burada bid’atçı –yı yazar reformist olarak yorumluyor. A. Aydın)

Yazar tasavvuf felsefesinde ve tarikatlar konusunda Beyazid Bestami (Öl. 848) ile Hallac-ı Mansur’un (Öl. 921) bu alandaki çok önemli şahsiyetler olduğunu ancak bu alanda Cüneyt Bağdadi ve onun ardından gelenlerin “Ene’l Hak” kavramıyla özdeş “bu tür coşkuları” pek hoş karşılamadıklarını, aynı dünyanın insanları olmakla birlikte özellikle İbnü’l Arabi’yle (Öl. 1240) farklı görüşlerin ortaya çıktığını söylüyor.

Bu arada “vahdet-i vücut” nazariyesi farklı mutasavvıflar ve sufiler arasında bilinen ama aynı şekilde yorumlanmayan bir tasavvuf görüşüdür. Kaan Polatlar kitabında çeşitli örneklerle Feridüddin Attar (Öl. 1220), Cüneyd Bağddadi (Öl. 909), yine Hallac-ı Mansur, Mevlana (Öl. 1273), Şihabuddin Sühreverdi (Öl. 1234) gibi tasavvuf öncülerinin Tanrı – insan eksenindeki dini yorumlayışları arasındaki bazı farklılıkları da ortaya koyarak, bu konudaki görüş ayrılıklarını görmemize yardımcı oluyor.

Muhyiddin İbnü’l Arabi  - Bütün bu tasavvuf öncülerinin yanında Muhyiddin İbnü’l Arabi’yi ayrı bir yere koyan yazar, kitabında İbnü’l Arabi’nin bu konuya getirdiği yenikleri ve yeni bakış açısını örnekleriyle açıklıyor.  “Yaratılmış her şeyde O’nun (Tanrı’nın) zuhuru vardır. Dolayısıyla göreceğiniz her şeyde aslen O’ndan ibaretti. (Sayfa: 107). “Hak yaratılmışların sıfatıyla tezahür eder.” Dolayısıyla “Hak, eksik ve yerilmiş özelliklerle de görülür.” (Sayfa: 108. Alıntı: İbnü’l Arabi, Fusüsu’l Hikem, Ekrem Demirli çevirisi, Kabalcı Yayınları, s. 80)

… Kısacası İbnü’l – Arabi, bir tür determinizm tarifi yapmaktadır. Allah’ın hükümleri, aslında keyfiyete bağlı, tam tersine irade sahibinin iradesiyle yaptıklarına göredir. Başka bir deyişle, hâkimin hükmü, hükümlünün yaptıklarına tabidir.

Böylece İbnü’l- Arabi, diğer mutasavvıfların irade üzerine koydukları ipoteği kaldırır. Tanrı, insana varoluş ihsan ettikten sonra hemen hemen hiçbir müdahalede bulunmaz. Ama İbnü’l – Arab, adeti olduğu üzere, olaya bir de karşıt açıdan bakar ve şöyle bir yargıda bulunur: “Yürüyen bir şey (canlı), Rabbin doğru yolundan yürür. Dolayısıyla herhangi bir şeyin, bu bakımdan, kızılan veya yoldan çıkmış kimselerden olması mümkün değildir.” Kısaca, âlemdeki herkes doğru yoldadır. Doğru yol, Rabbin yoludur. Sayfa: 109. (Alıntı kitap: 112 ve 170. sayfa)

“Hak yaratılmışların sıfatıyla tezahür eder.” Dolasıyla “Hak, eksik ve yerilmiş özelliklerle de görülür.” (Sayfa:108)

Yazar Kaan Polatlar kitabında İbnü’l – Arabi’nin batıdaki 19. Yüzyılda yaşamış sosyolog Durkheim ile kıyaslanabileceğini, her ikisinin de “beşerle Tanrı arasındaki yapısal bir farklılık bulunduğuna inanan eski dinsel dogmaları olabildiğince esnettiğini”, Osmanlı devlet felsefesini etkileyip hayli hayırlı bir rol üstlendiğini de söylüyor. (Sayfa: 111)

Ahilik aslında Türk Kültür tarihi içinde önemi yeterince anlaşılmamış, hatta zamanla unutturulmaya çalışılmış bir “ahlaki üretim sistemi,  Türk esnafının usta- çırak ilişkisi ekseninde ilk okulu” sayılır. Ahi Evran ise, bu yolun kurucusu, öncüsü olarak görülür. Alevi – Bektaşi dünyasında da Hacı Bektaş’la birlikte anılan Ahi Evran’la birlikte;  Fatma Nuri’ye, Kadıncık Ana gibi “Bacıyan-ı Rum”la özdeş görülen bir esnaf – tasavvuf yolu olarak görülür.

Kaan Polatlar da kitabında Ahiliğe, Ahiliğin temel ilkelerini ve işleyişlerini ele alan onunla özdeş Fütüvvet-Nameler’e de değiniyor.

Necm-i Zer-kub’un fütüvvet – namesinde de, “Fütüvvet sahibi o kişidir ki malı mı var, canı mı, hepsini ortaya koyar”, denir. (Sayfa: 124)

Hz. Ali de fütüvvet geleneğinin başka bir temsilcisidir. Hz. Ali’nin dört dirhemi vardır. Birini gizli olarak gece, öbürünü aşikar olarak gündüz ihtiyaç sahiplerine bağışlayınca onun hakkında bir ayet iner ve şöyle denir: “Mallarını gece gündüz, gizli ve aşikar olarak verip yoksulları doyuranların ecirleri, rableri indindedir ve onlara ne korku vardır, ne hüzün”. (Bakara Suresi, 274) (Sayfa: 125)

Sonuç olarak fütüvvet teşkilatı, tarikat örgütlenmesinin bir benzeri olarak şekillenmekle birlikte ilk fütüvvet – namelerden de anlaşıldığı gibi özellikle cömertlik kavramı ön plana çıkarılarak malın paylaşımını esas alan ve yoksul ve yardıma muhtaçları desteklemeyi amaçlayan bir tür yardım sandığı olarak tasarlanmıştır.

… Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki fütüvvet teşkilatı tasavvuf e onun örgütlenmiş hali demek olan tarikat değildir. Tasavvuf eğitiminin alt aşaması, tarikata giden yolun başlangıcıdır. (Sayfa: 129)

 

Sonuçta benimde yararlandığım bu kitap için yazarına çok teşekkür ediyorum. Emeği var olsun…

 

(Kaan Polatlar, Tasavvufta Tarikat ve Bid’at Sorunu, Doğu Kitapevi, Eylül 2020, İstanbul)

 

PROF. DR. İRENE MELİKOFF'un (7 Kasım 1917 - 8 Ocak 2009)

103. DOĞUM YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN...

 

Türkolog, Alevi - Bektaşi Yolu'nda büyük bir uzman akademisyen, destanların dünyasında halk İslamı'nın araştırılmasına ömrünü adamış, Hurufilik'ten Eba Müslüm Horasani'ye, ozanların dünyasından Hacı Bektaş Felsefesine uzanan çizgide yüzden fazla çok ciddi makale ve kitap yazmış, yüz akımız, Prof. Dr. İrene Melikoff Ana'nın yüz üçüncü doğum yılı kutlu olsun... Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...

 

Ulusal Kurtuluş Savaşı'na öncülük yapıp yurdumuzu düşman işgalinden kurtaran, nice savaşlar kazanıp ülkemizi bağımsızlaştıran, dinbazların, gericilerin, bölücülerin karanlık ve kanlı oyunlarını bozan, Türkiye'nin aydınlık geleceğini kuran, devrimci büyük önder Mustafa KEMAL ATATÜRK'ü sonsuz bir aşk, sevgi ve özlemle anıyoruz...

Yolu yolumuz, ilkeleri her zaman rehberimizdir...

Bu ülkede emperyalizme diz çöktürüp, bağımsızlık türküsünü sonsuza kadar yurdumuzun her karış toprağına yazdıran tüm şehitlerimizi de aynı saygı ve hürmetle anıyoruz...

Onların da ruhları sonsuza kadar şad olsun...

 

Ayhan Aydın

9 Kasım 2020

 

 

Alevilik - Bektaşilik konusunda da birçok çalışması olan çok değerli araştırmacı - yazar- ozan İsmet Zeki Eyüboğlu'nu büyük bir sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz... (1925 - 12 Kasım 2003)

Kalenderiler / Sıradışı Dervişler - Sufiler

 

Zavallı Hallerimiz: Alevi – Bektaşi Yol ve Öğretisinin temellerine, tarihi köklerine baktığımız zaman bir takım çok önemli sosyal- dini yapıyla karşılaşırız. Bunları araştırdıkça bu alandaki doğru bilgilere de yönelmiş olururuz. Kalenderiler/ Çeşitli Sufi Akımlar, Farklı Derviş Toplulukları de bu önemli konulardan, temel yapı taşlarından bir tanesidir.

Her ne kadar sözde Neolatik çağdan bu yana konuyu araştıran bu konuda normalde bir espri konusu olması gerektiren gülünç tezlerle kitaplar yazanlar oldu / oluyor. İnsanda utanma, sıkılma olmayınca ne yaparsın sen? Yıllardır kendisine “araştırmacı – yazar” yaftası yapıştırıp, en az kendileri kadar cahil kimi kurum yöneticileri sayesinde bu topluma boca ettirilenler sayesinde halkımıza yıllardır kül yutturulmakta, bu zavallı toplum da bu külü yutmaktan zevk almaktadır.

Bundan zevk alanlar alsın; dünya geniş, dünya gelişiyor, değişiyor, insanlar okuyor. Okumayanlar, gerçeği gerçekten araştırıp inceleme zahmetinde bulunmayanlar ancak bir gün gülünç, zavallı halleriyle baş başa kalırlar.

Alevi - Bektaşi toplumunu geleceğe çıkaracak şey; yetkin araştırmacı – bilim insanı – yazarların kaleme aldıkları gerçeklikle yazılmış eserler, bu alanda yapılacak gayretli bilimsel çalışmalar, Alevi – Bektaşi Yol ve Öğretisi’nin değerleriyle gerçekten yaşayan gerçek inanç önderi dede ve babalar, kendi çıkarlarını bir tarafa bırakabilmiş,  sağduyu sahibi kurum temsilcileridir. Yoksa ve böyle giderse, özü aydınlıklarla dolu dolu olan bu büyük ahlak sistemi, zamanla eriyip yok olup gidecektir.

Biz ise, kendimizce doğru bildiğimizi söyleyip, yazmaya devam edeceğiz.

Sevgili dostlar; kitaplar sadece birer yazılı metinler değillerdir. Kitap sadece kültür unsuru da değildir. Kitap bazen ve çoğu zaman görünenden çok daha fazla şeyi ifade eder. Gerçekliklerle yazılmış eserler bir konu, bir kişi, bir olay, bir kurum, bir yapı, bir inanç sistemi için birer rehber niteliği de taşıyabilir.

Aleviliğin – Bektaşiliğin temellerine baktığımız zaman birbirinden çok farklı sosyal – dini yapılarla karşılaşırız.

Alevilik – Bektaşilik bütünlüğünde birçok önemli olgunun rol oynadığını hiçbir zaman gözden uzak tutmamamız; bunu sadece İslam tarihi, ayaklanmalar tarihi, Türk tarihi, tasavvuf tarihi, Osmanlı tarihi, din olgusu, sadece başkaldırı konusu olarak görmememiz gerekir. Olayın köklerinin çok derin ve karmaşık olduğunu bilmemiz, bunu araştırmamız, araştıranların eserlerini de dikkatlice okumamız gerekir.

Alevilik - Bektaşilik konusunda önemli konulardan birisi yaklaşık bin yıl öncesine dayanan Hind- İran- Çin kökleriyle Ortadoğu’da, Anadolu’da, Balkanlar’da harmanlanan kimi sosyal (içtimai) dini (tasavvufi) akımlar / yapılardır. Biz bunları iyi incelediğimiz zaman Aleviliğin Bektaşiliğin köklerine de inmiş oluruz.

İşte bu alanda önceden okuduğum halde tekrar okumaya başladığım iki önemli kitabı tüm dostlara tavsiye ederim.

Gerçek tarihçiler elinden çıkmış önemli eserler, bizleri birçok konuda aydınlatacaktır.

Ahmet Yaşar Ocak’ın Kalenderiler kitabı üzerine 25 yıl önce Cem Dergisi’nde bir tanıtım yazısı yazmıştım. Bu kitabı yeniden okuyorum.

Ahmet T. Karamustafa’nın kitabını da ikinci kez okuyorum. Onunla da ilgili bir tanıtım yapacağım.

 

Muhabbetlerimle…

 

Ayhan Aydın

08 Kasım 2020

 

  • Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik, Kalenderiler, (XIV – XVII. Yüzyıllar), Timaş Yayınları, 2016, İstanbul

 

  • Ahmet. T. Karamustafa, Tanrının Kuraltanımaz Kulları, İslam Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-1550), Yapı Kredi Yayınları, 2007, İstanbul

 

 

Prof. Ahmet Yaşar Ocak’tan Kaynak Bir Eser

 

KALENDERİLER

 

Türkiye’de insanlar birçok kavramı günlük yaşamlarında kullanmalarına rağmen, bu kavramların anlamlarını, sınırlarını, öncül ve ardıllarını hiç araştırma gereği duymazlar.

Tasavvuf, sufi, “Vahdet-i Vücut”, “enel hak” vb. terimler, inanç mekanlarından günlük yaşamamızın içine girmiş sayısız sözcükten birkaçıdır sadece...

Yine Türkiye’de bazı kitaplar yayınlanır ve sadece belli çevrelerin haberi olur o kitaplardan. Bilimsel bir araştırmada kaynak kitap olabilen bir eseri sokaktan hatta üniversite çevresinden birisine sorsanız, adının bile duyulmadığını görürsünüz. Tasavvuf ve Kalenderiler Türk toplum yaşamına yerleşmiş iki kavram. Ama nedir tasavvuf, kimlerdir kalenderiler, sufiler dediğimizde kafamızda koca bir soru işaretinden başka bir şey bulamayız pek.

Kalenderilik aslında bugünkü tüm İslam mezheplerinin kuruluşuna etken olmuş, ilk tasavvuf akımlarının meydana çıkmasını sağlamış, toplumsal bir inanç kurumu. Kalenderiliği bilmeden İslami mezheplerin, tasavvufun ortaya çıkışını sağlıklı anlamak pek olanaklı değil. Bugün dahi milyonlarca insanın en fazla sevip, görüşlerinden etkilendikleri Hacı Bektaş, Mevlana, Abdal Musa, Tebrizli Şems gibi İslam büyüklerinin görüş ve düşüncelerini de tam kavramamız da mümkün değil Kalenderiliği anlamadan.

Kişiler, olaylar, tarihi mekan ve zamanlarından koparılıp, çeşitli amaçlar için kullanılırsa sorunlar artar, işler içinden çıkılmaz hallere bürünür. Tarihi objektif olarak değil de subjektif olarak değerlendirirler. Ayrıca yüzeysel anlatımlarla sığ analizler yaparlar. Mesela Murathan Mungan, kalenderileri ilk “hipiler” olarak tanımlıyor. (Nefes, Ocak 1995) 700 yıl öncesine dayanan bir toplumsal inanç kurumu iyi incelememiş olursa elbette böyle absürd sonuçların çıkarılacağı yorumlar her zaman yapılacaktır.

Sizlere kısaca tasavvuftan bahsettikten sonra, bugünkü Türk inanç yapısının anlaşılması için zorunlu olarak incelenmesi gerektiğine inandığınız “Kalenderiler” hakkında yazılmış ciddi bir kitabı tanıtmaya çalışacağız.

Tasavvuf daha İslam’ın ilk yüzyıllarında çeşitli şekil ve tiplerde toplum yaşamına özellikle dini çevrelere girmiştir. Eski Yunan felsefesi etkisi, Orta Doğu İnançları ile Uzak Doğu İnançları etkisinden kaynaklanan tasavvuf her zaman İslam’la ilgilenen araştırmacıların incelediği temel konulardan birisi olmuştur.

Tasavvufun artık daha İslam’ın başında çeşitli sosyo-ekonomik, siyasal, kültürel nedenlerden dolayı açığa çıktığı biliniyor.

Arap’ların “mevali” denilen Arap olmayan Müslümanlar üzerinde uyguladıkları baskı ve bunun doğurduğu rahatsızlık duygusu; Abbasi döneminde devam eden siyasi bunalımlar ve bunun sonunda toplumsal düzeni sarsan buhranlar, tasavvufun bütün bu olumsuzluklara karşı mistik bir tepki olarak gün yüzüne çıkmasına sebep olmuş görünmektedir.

Tasavvufu önemsemiş dervişler daha güzel yaşanır bir dünyanın özlemiyle kendilerine yeni bir felsefi sistem kurdular. Dervişler her şeyi yaratan Tanrı ile tüm yaratılmış varlıkların özdeşliğini kabul etmişlerdir.

Tanrı, tüm canlıları özünden kendinden türetmiştir. O yüzden tüm varlıklar aslında aynı birliğin farklı yansımalarından başka bir şey değillerdir.

Yaradanı ve tüm yaratılmışları gerçek şekilleriyle görüp kavrayabilmenin tek yolu evrene “sevgi gözüyle” bakabilmektedir. Bu “Vahdet-i Vücut” ve “Vahdet-i Mevcut” tasavvuf anlayışlarıdır. İslam’ı kural ve kaidelerine göre yorumlayıp uygulamada taviz vermeyen “Ortodoks Sünni” İslam anlayışı ile, bu kural ve kaideleri daha serbest ve (çok farklı etken ve şekilde) yorumlayan, “Heterodoks” (halk İslamı, Alevi vd.) anlayışı arasında görüş ayrılığı da bu aşamadan sonra başlamıştır. Melamilerden kaynaklanarak “Melametilik” olarak adlandırılan bu akım kısa zamanda, İran, Irak, tüm Maveraünnehir Bölgelerine yayıldı. Daha sonra Horasan’dan diğer komşu ülkelere geçti. Melametilik sonraki yıllarda zaten kendisinden doğan, Kalenderilik içinde eridi.

Kalenderilik doğuştan hemen sonra, çok değişik coğrafyalarda çok farklı uygulamalar şeklinde oldukça yayıldı. Bugün bilinen sayısız tasavvuf önderinin çoğu aslında Kalenderidir. Kalenderiliğin beslendiği inanç gözeleri; Eski Hint ve İran Mistik Çevresi, Budist, Zerdüşt ve Maniheist kültür çevreleridir.

Alanında titiz bir inceleme örneği olan, pek çok karanlık noktayı aydınlatan ciddi bir kaynak eser olarak gördüğümüz, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler’in yazarı Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi.

Günümüzün önemli kültür tarihçilerinden birisi sayılan Ocak aynı zamanda Alevilik/Bektaşilik araştırmacılığının incelemesi çok önemli ismi olarak; Türk kültür tarihi, Türk folkloru, Doğu Medeniyeti üzerine çok ciddi incelemelerin eserlerine göndermelerde bulundukları Ahmet Yaşar Ocak, son kitabında tarihimizin gerçekten de “marjinal” konularından birisi olan “Kalenderiliği” ciddi şekilde ilk kez inceleyen kişi olmuş. Zaten bu konuda yazılmış tek eser de şu anda onun çalışması.

Tarih Metodolojisinin verilerinden ciddi şekilde yararlanılarak hazırlandığı görülen eser, yüzlerce kitap, belge, ferman, gravürün incelenmesi sonucu yazılmış. Çok iyi derecede Osmanlıca bilen Ahmet Yaşar Ocak hazırladığı eserde özellikle birincil kaynaklara ulaşmaya özen göstermiş, bu konuda Batılı kütüphanelerden geniş şekilde yararlanmış. Zaten kitabın başında eserin hazırlanmasında izlenen ve yazımda yararlanılan eserlerle ilgili kırk sayfalık ta bir ön-ek bölümü de var.

Kitaptan öğrendiğimize göre, Kalenderilik, yalnızca bir tarikatın adı değil, yaklaşık XI-XII. yüzyıllardan itibaren Doğu ve Yakın Doğu İslam dünyasındaki heterodoks sufi akım ve teşkilatları çok derinden etkileyen bir büyük mistik akım olarak görülüyor.

Kalenderilik sadece Yesevilik, Vefailik, Haydarilik ve Anadolu’da Bektaşilik gibi heterodoks tarikatları değil, Mevlevilik ve bazı kolları itibarıyla Halvetilik gibi Sünni tarikatları da derinden etkilemiş bir akımdır. En büyük İslam Mutasavvıflarından Baba Tahir Hemedani, Kutbeddin Haydar, Barak Baba, Şems-i Tebrizi, Fahrettin Iraki’de birer Kalenderi şeyhleriydiler.

Kitaptan öğrendiğimize göre, Kalenderilerin, etkisinde kaldıkları inanç akımlarının etkisiyle bazılarının saçlarını, kaşlarını kazıtıp bir kısmının küpe taktığını, bazıları ise tümüyle sakal ve bıyıklarını ya tümüyle kestikleri veya uzattıkları,  yine bir kısmının sakallarını kesip bıyıklarını hiç kesmediklerini, bazen kullandıkları esrarın da etkisiyle vücutlarını kesip kanattıklarını görüyoruz. Kalenderiler, bazen büyük sopalarla soygunculuk, dilencilik yapıyorlardı. Genellikle ayı, geyik postlarından başka bir şey üzerlerine almamak suretiyle sürekli seyahat eden kalenderilerin bu hallerine halk ve yönetim sert tepki gösteriyordu. Hepsinde olmasa bile bazılarında kendi cinslerine dönük bir ilgi söz konusuydu.

XI. yüzyıldan sonra tüm Ortadoğu’da, Ön Asya’da, Kuzey Afrika’da sayısız Kalenderi tekkesi açılmıştır. O yüzyıllarda devletlerin sınırlarının da çok belirgin olmaması dolayısıyla serbest hareket edebilen kalenderilerde, seyahat aslında inancın olmazsa olmaz bir kuralıydı.

Sadece soğuk kış günlerinde belli tekkelerde zamanlarını geçiren Kalenderiler, bunun dışındaki tüm zamanlarını seyahatle geçirirlerdi. Evlenmemenin kesin inanç ve yaşam kurallarının birisi olduğu Kalenderilikte, bazı sufiler ise Tanrı’nın güzel yüzlü delikanlılarda tezahür ettiğine inanırlardı.

Kalenderilik, her ne kadar inanç akımı olarak görünse de toplumsal bir kurum hüviyeti kazanarak zamanla sayısız huzursuzlukların, ayaklanmaların çıkmasına da vesile olmuştur.

Kalenderiliğin en önemli inanç kaynakları ise Eski Hint ve İran mistik çevreleri, Budist, Zerdüşt ve Maniheist inanç ve kültürlerdir. Cemalüd’dini Savi tarafından ilk kez Suriye’de teşkilatlanmasını tamamlasa da İran, Anadolu ve Ortadoğu’daki Rum Abdalları, Camiler, Torlaklar, Şemsiler gibi diğer bir çok tarikat da aslında Kalenderiliğin farklı yorumlarından başka şeyler değillerdir. Dünyanın en büyük Kalenderi tekkelerinin bulunduğu şehirler ise şunlardır: Cemalu’d-Din-i Savi Zaviyesi (Dimyat), Kaygusuz Abdal Zaviyesi (Kahire), Kalender Baba Zaviyesi (Kırşehir), Hacı Bektaş-ı Veli Zaviyesi (Hacıbektaş), Abdal Musa Zaviyesi (Elmalı), Hüseyin Gazi Zaviyesi (Ankara), Sarı Saltık (Varna), Otman Baba Zaviyeleri (Haskova), Geyikli Baba Zaviyesi (Bursa), Fahru’d-Din-i Iraki Zaviyesi (Tokat), Aybek Baba Zaviyesi (Amasya), Battal Gazi Zaviyesi (Seyitgazi), Almalık, Beşbalık, Karahoça, Taraz, Kazvin, Tebriz, İsfehan Herat, Nişabur, Delhi, Mahan...

Kalenderi Şeyhlerinin inanç dünyaları incelendiğinde birçoğunun İslam Dini’nin bazı kurallarına uymadıkları, ibadetlerinde de bazı dini yasakları çiğnedikleri görülmektedir.

Kalenderiler kitabının verdiği bilgilere göre, bu tasavvuf akımında İslam dışı bir çok uygulamanın varlığıyla karşılaşıyoruz.

Öldükten sonra insanın ruhunun başka bir kalıba intikal etmesi suretiyle hayatın sürdürülmesi şeklinde ifade edilen Hindistan Budizm kökenli Tenasüh (Reincarnation), Allah’ın insan bedenine girmesi inancı, şeklinde ifade edilen Budizm ve Zerdüştlük kökenlli Hulul (İncarnation), daha çok Şamanizm kökenli şekil (don) değiştirme (Metamorphose), Tanrı’nın evrenin, yaşamın çeşitli sayılar sesler yardımıyla anlaşılabilceğini savunan Hurufilik... gibi sayısız inanç kalenderiliğin temel dinsel yapısını oluşturuyor. Sayıları binlerle ifade edilen Kalenderi zümreler, Anadolu’da sayısız ayaklanmaya da katılmışlardır.

Gerçekten de, daha Anadolu Selçukluları devrinden itibaren Anadolu’da meydana gelen bazı siyasi, sosyal ve iktisadi kargaşa dönemlerinde Kalenderi zümrelerinin bir takım ayaklanmalara ve hareketlere katıldıklarını görüyoruz.

1240 yılındaki Babai İsyanı, bugünkü bilgilerimize göre Anadolu’da Kalenderi zümrelerinin katıldıkları ve hatta teşkilatlanmasına önayak oldukları ilk ayaklanma hareketidir. (Kalenderiler, s. 130)

Kitaptan edindiğimiz bilgiye göre Türk tarihinin en büyük ayaklanmalarından sayılan Şeyh Bedreddin Ayaklanması’nda, Şahkulu Ayaklanması’nda, Bozoklu Celal İsyanı’nda, Şah kalender İsyanı’nda Kalenderilerin çok önemli etkileri olmuştur. (Kalenderiler, s. 131-137) “Kanuni Sultan Süleyman ve daha sonraki hükümdarların dönemleri, bu yüzyıl boyunca kalenderiler üzerindeki sıkı kontrol ve baskı siyasetinin daha da fazlalaştığı, onlar açısından ise, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu günlerden beri yaşadıkları en talihsiz süreç olarak dikkati çeker”. (s. 127)

XIV. yüzyılın son çeyreği ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış en büyük Kalenderi Şeyhlerinin (Rum Abdallarının) bir kısmı ise ilk Bektaşi dervişleriydi. Bunların ilk göze çarpanları, Abdal Musa ve onun müridi, Kaygusuz Abdal, Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) ve Sultan Şucau’d-Din’dir. (s. 88)

Mevlevilik ve Halvetilik gibi çeşitli tarikatlarda da etkisi görülen Kalenderiliğin en önemli etkisinin Alevilik ve Bektaşilik’te olduğunu öğreniyoruz, kitaptan. Kitabın ortaya koyduğu bazı bilimsel gerçekler ise şimdiye kadar hep yanlış, hatalı, eksik aktarılan bazı konuların gerçek boyutunu vermesi bakımından son derece önem taşıyor.

Kalenderiler kitabıyla, Bektaşilik’le ilgili bir çok spekülasyon konusu da aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu son derece önemli tarihsel gerçekleri kitaptan aktarıyoruz: “Hacı Bektaş-ı Veli’nin tıpkı Barak Baba gibi, yarı çıplak, saçı sakalı, kaşları kazınmış, ama uzun ve gür bıyıkları olan bir Haydari şeyhi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor ki, böyle bir portre, klasik Bektaşi ikonografisinde bize göre XVII. yüzyılda oluşmuş, elbiseli, sakallı, bıyıklı, başı taçlı Hacı Bektaş-ı Veli tipinden çok farklıdır. Haydari-Vefai şeyhi olduğunda şüphe bulunmayan Hacı Bektaş’ın mensubu bulunduğu tarikatın değişmez gereği olarak mutlak surette mücerretlik erkanına uyması, dolayısıyla hayatının sonuna kadar bekar yaşaması gerekir”. (s. 208)

Kitapta bütün bunlardan sonra, şöyle bir sonuca varabileceğimizi sanıyoruz, diyor Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşilik aslında Kalenderilik’ten çok geniş ölçüde etkilenmiş bir tarikat değil, fakat Hacı Bektaş kültünün bir takım sebeplerle hakimiyet kazanması sonucu Kalenderiliğin içinde doğmuş bir koldur.

Bir başka bir deyişle Bektaşilik kendi başına teşekkül etmiş bir tarikat değil, Kalenderiliğin içinden çıkıp giderek gelişmek suretiyle onu da kendi içinde eritip ortadan kaldırmış bir koldur. (s. 210) Son cümlemizi yine Kalenderiler kitabından yaptığımız bir alıntıyla bitirelim, “Ahmet Yesevi’den başlayarak, Türk halk sufiliğinin Bektaşilik’le son bulan bütün bir tarihini Kalenderiliği anlamadan açıklamak, anlamak, anlamak ve anlatmak mümkün değildir.

Bu alanda Türkiye’de yapılan yanlışlar, bu meselenin hesaba katılmamasından kaynaklanmaktadır. (s. 233)

 

Kalenderiler, Ahmet Yaşar Ocak Türk Tarih Kurumu Yayınları, 267 sayfa, 1992, Ankara

 

 

CEM DERGİSİ, YIL 5, SAYI 53, EKİM 1995

 

 

Bedri NOYAN

(DEDE BABA / DOÇ. DR.)

(1912 Serez – Yunanistan / 7 Kasım 1997, İstanbul)

 

Bektaşi Önderi Bedri Noyan’ı Saygıyla Anıyoruz…

 

Son dönemin çok önemli Bektaşi inanç önderlerinden, Dedebaba olmuş, ayrıca araştırmacı – yazar kimliğiyle birçok kitap kaleme almış Doç. Dr. Bedri Noyan’ı Hakk’a nail oluş yıldönümünde büyük bir sevgi, saygı ve muhabbetle anıyoruz.

Devr-i daim, devri asan olsun. Sonsuz ışıklar içinde yatsın.

Umarım kendisinden sonra Bektaşiliğe büyük zarar vererek yolu parça parça eden, Bektaşiliğin nimetlerinden yararlanırken, taş üstüne bir taş koymadığı halde kisveleriyle ortalıkta gezinen, ikilik yaratarak Yola gölge düşüren, soydan gelen dedeleri eleştirirken her önüne gelene babalık icazetnamesi vererek bu işi iyice sulandıran, sözde Bektaşi hazerun, bırakın yola hizmeti, daha da bu yolu yozlaştırmazlar.

Muhabbet ehline, ya Hü…

 

ATATÜRK BÖYÜK ÖNDER

10 KASIM 2020

 

Ulusal Kurtuluş Savaşı'na öncülük yapıp yurdumuzu düşman işgalinden kurtaran, nice savaşlar kazanıp ülkemizi bağımsızlaştıran, dinbazların, gericilerin, bölücülerin karanlık ve kanlı oyunlarını bozan, Türkiye'nin aydınlık geleceğini kuran, devrimci büyük önder Mustafa KEMAL ATATÜRK'ü sonsuz bir aşk, sevgi ve özlemle anıyoruz...

Yolu yolumuz, ilkeleri her zaman rehberimizdir...

Bu ülkede emperyalizme diz çöktürüp, bağımsızlık türküsünü sonsuza kadar yurdumuzun her karış toprağına yazdıran tüm şehitlerimizi de aynı saygı ve hürmetle anıyoruz...

Onların da ruhları sonsuza kadar şad olsun...

 

Ayhan Aydın

9 Kasım 2020

 

 

Büyük Bir Sevgi, Özlem ve Muhabbetle Anıyoruz...

NEVZAT DEMİRTAŞ

(SULTAN SÜCEATTİN VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİ)

(1933 - 11 Kasım 2008)

Geleneksel Aleviliği / Bektaşiliği örnek kişiliğiyle yaşayan ve yaşatan, kırk yıl boyunca Nadire Anasultan’ı yanından ayırmadan, her türlü zorluğu yenerek Yolu var eden, yüzlerce haneye giren, herkesi evladı olarak kabul eden, bayrağını – vatanını – milletini canı gibi sevse de çıkar için valiler, müftüler, Diyanet ve her türlü Alevi – Bektaşi düşmanı çevreler önünde eğilmeyen, çağımızın gerçek inanç ve toplum önderlerinden Nevzat Demirtaş Dede’yi Hakk’a nail oluş yıldönümünde büyük bir sevgi, saygı ve hürmetle anıyoruz.

Yolu yolumuz, yaşattığı değerler Alevi – Bektaşi Öğretisi’nin değerleridir.

Sonsuz ışıklar içinde yatsın…

 

 

Mümtaz Soysal'ı birinci ölüm yıl dönümünde sevgi ve özlemle anıyoruz.

Yazılarıyla Hukukumuzun Pusulası: Mümtaz Soysal

Mümtaz Soysal Hocanın kitaplarını, gazetelerdeki makalelerini okuyarak büyüdük. Yazıları çoğu zaman gerçek bir kutup yıldızı, pusula niteliğinde yazılardır.

Mümtaz Soysal, Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukuk mücadelesinde her daim adı anılıp, yâd edilecek, yeri doldurulamaz çok büyük bir değerimizdi.

Mümtaz Soysal Hoca, bir kere her şeyden önce evrensel hukuk normlarını uluslar arası boyutuyla çok çok iyi bilen, hukuku bir insan hakları meselesi olarak yorumlayan, laiklik, özgürlük ve hukuk arasında doğrudan bağlar kuran bir düşün insanıdır.

İyi bir hukukçu olmak için sadece hukuku bilmek yetmiyor, tüm dünyaya, insan hakları meselelerine, devletin nasıl bir hukuk devleti olması gerektiğine ve evrensel değerlere bir bütünlükte bakıp, hukukun insanın her yönüyle gelişmesi için nasıl roller üstlenebileceğini de çok iyi bilmek gerekiyor. Hukuk metinlerini sadece “lafzıyla” bilmek ne ifade edebilir, onu bir ülke ve o ülkenin tüm vatandaşları açısından tam eşit ve evrensel olarak yorumlamadıktan sonra?

Mümtaz Soysal, özgürlükçü bir anayasa metni olarak yorumlanan 1960 Anayasası sürecinden bu çabalar içindeyken, 1980 darbesi ve sonrasındaki ‘82 Anayasasının ceberut, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, bazılarını da yok eden, faşist ruha dayalı bu hukuk metnine bu sefer karşı koyarak bu konudaki mücadeleci isimlerin de başında yer alıyordu.

Mümtaz Soysal; çağdaş Türkiye’nin aydınlık yüzü, Türkçe’yi en iyi kullanan gazetecilerden birisi, ülkemizdeki her türlü sosyal-siyasal meselelerde kafa yormuş, hayatını demokrasi mücadelesine harcamış yeri doldurulamaz gerçek bir aydınızdır. Anası önünde büyük bir saygı ve hürmetle eğiliyoruz.

Ayhan Aydın

 

Gönül Hangi Dala Konarsın, diyen çağımızın çok değerli ozanı

ALİ EKBER GÜLBAŞ - EKBERİ – Hakk’a nail oldu…14 Kasım

 

Nice sanatçıların, ozanların eserlerini seslendirdikleri, yüreğinin derinliklerinden gelen en güzel duygularla şiirlerini yazan, 1966’larda çıkan Cem Dergisi’nin emektarlarından, mütevazı kişiliğiyle Alevi – Bektaşi Yol ve erkânını hayat ilkesi olarak benimsemiş, yüreği denizler gibi geniş, sevgi dolu, yıllar yılı görüştüğüm, çağımızın son önemli halk ozanlarından Ali Ekber Gülbaş / Ekberi/ bugün sonsuzluk âlemine göçtü.

Ozanlık yurdunda sesi sonsuza kadar duyulacak olan ozanımızın; devri daim, devri asan, menzili mübarek olsun. Sonsuz ışıklar içinde yatsın. Anısı önünde sonsuz bir saygıyla eğiliyoruz.

 

Ayhan Aydın

 

Mevsim kışa döndü dağda duman var

Dökülür yapraklar dallar sızılar

Hasbahçe içinde acı figan var

Bülbül figan eder güller sızılar

 

Ciğer ateşlenmiş köz tutmuş üstü

Dost ayrılmış yoldan toz tutmuş üstü

Yaz bahar ayında buz tutmuş üstü

Ördek konmaz olmuş göller sızılar

 

Tat kalmamış ekmeğinde aşında

Bilmem ne yazılır mezar taşında

Ölü havası eser başında

Dudaklar çatlamış diller sızılar

 

Bu ne biçim iştir akıl ermiyor

Yüz çevirmiş dostlar beri gelmiyor

Başın kaşımaya fırsat vermiyor

Kol omuzdan kesik eller sızılar

 

Hançer olmuş dostun kirpiği kaşı

Parça parça oldu sinemin başı

Ekberi’yem taştı gözümün yaşı

Taşa taşa çarpar seller sızılar

 

Ali Ekber Gülbaş (Ekberi)

 

15 Kasım

Turgut Koca Halifebaba Erenleri Muhabbetle Anıyoruz…

Son dönemin en önemli Bektaşi inanç önderlerinden, Bektaşilik’le ilgili görüş ve düşüncelerini kamuoyuyla paylaşan, derin içerikli şiirler (deyişler) yazan, topluma rehberlik edebilecek kabiliyeti olan Turgut Koca Halifebaba’yı (1921 – 15 Kasım 1997) Hakk’a nail oluş yıldönümünde sevgiyle yâd ediyoruz.

Aynı zamanda yine ortak sevdamız Rumeli toprağından, Bulgaristan Silistre Karalar (Çernik) Köyü doğumlu aydın Türk kadını, yine çok güzel deyişleri olan, Adviye Koca Anabacı Sultan’ın (1930 – 18 Kasım 1996) eşi olan Turgut Koca’yı sevgi, saygı ve bin muhabbetle anıyoruz.

Yine çok çok değerli araştırmacı – yazar Bektaşi Dervişi Rahmetlik Şevki Koca’nın da anne – babası olan bu iki can insan Bektaşi Yolu’na çok hizmetler etmişlerdir.

Her iki sultanın da devri daim, devri asan, menzilleri mübarek olsun…

Bektaşiler şimdilerde işte böyle öncüler yetiştiremedikleri için parça parça birbirleriyle uğraşıp, geleceği inşa edemiyorlar. Örneğin tarihi bir Bektaşi Tekkesini onarmayı düşünmüyorlar, bizleri cemevlerine almıyorlar/ biz ibadetlerimizi yapamıyoruz, diyorlar ama çoğu bu konuda en ufak bir çabada bulunmuyor. Biz “devrim yasalarına saygılıyız”, evimizde ibadetimizi ederiz, diyorlar. Yok, kadın dervişan olur muymuş, bu devirde mücerretliğin anlamı neymiş, yok Bektaşiler kıyafetlerini giyer miymiş, giymez miymiş? Kendi değerlerini sorgulayıp, kendileriyle uğraşıyorlar. Kendilerince bir savunma mekanizması geliştirmişler. Ama tüm bunlar bir çözüm mü? Bektaşiliğin yüzyıllar boyunca oluşmuş somut (maddi) / soyut (manevi) inançsal ve kültürel mirasına birlikte sahip çıkılmayacak mı? Harabati Baba Tekkesi işgal ediliyor, Türkiye’deki birkaç Bektaşi öncüsü dışında ciddi tepki gösteren olmuyor, oraya ve Balkanlar’a sahip çıkılmıyor. Tüm bunlar niçin öteleniyor? Bazı kurumlar, kişiler kendi kendilerini önder – öncü gibi görüp kendilerince bu kadim büyük Bektaşi mirasını yağmalarken bir şeyler yapılmayacak mı? Tarih bizlerden hesap sormayacak mı? Muhabbet, muhabbet eyvallah elbette her şeyin başı da sonu da muhabbetle olur. Biz de hep muhabbet diyoruz da, önce iş sonra aş ve muhabbet… Bektaşiler ağlamaktan, yakınmaktan başka bence ciddi adım atmalılar…

Bu arada aman ha benim fotoğrafımı çekmeyin diyen ikircikli, ufuksuz sözde bazı Bektaşiler Turgut Koca’nın ve Adviye Anabacı Sultan’ın video kayıtlarını youtube’dan izleyebilirler. Bu çağda bir de aydınlık yol denilen Bektaşilik’te bu kafa! Muhtemelen bu kafadakiler okumamışlardır, Turgut Koca’nın, Şevki Koca’nın, Adviye Koca Anasultan’ın yazdıklarını, kitaplarını ve diğer Bektaşilikle ilgili yazılan kitapları okuyabilirler.

O yüreklere can kurban, bu çekimleri yapanlara da aşk olsun.

Her iki önder isim bugün İstanbul Kadıköy - Göztepe’de Şahkulu Sultan Dergâhı’nın hemen yanında (zamanında elbette burası bir bütünmüş, arada bir yol var.) Mansur Ali Baba Mezarlığı içinde yine diğer bazı Bektaşi Babaları gibi sonsuz huzur içinde yatmaktadırlar. (Şahkulu’na giden canlar burayı fazla ziyaret etmezler.)

 

Hü Dost

 

Bir ikrara Allah deyüp bağlandım.

Efendim sevdiğim varımdır Ali.

Muhammed Mustafa Nübüvet sırrı,

Cağım, çerağım, nurumdur Ali.

 

Gerçekler yoludur, bizim yolumuz.

Hasan, Hüseyin’dir gonca gülümüz.

Zeyn-el Abidin’den gelir dolumuz.

Şarabım, Kevserim, Pirimdir Ali.

 

Muhammed Bakır’ın dameni paktır.

Cafer-i Sadık’ın mezhebi haktır.

İnandım Kazım’a gümanım yoktur.

Meydanda durduğum darımdır Ali.

 

Talibiz Rıza’nın keremkanına.

İmam Taki, Naki hanedanına.

Müşteri olmuşuz dost dükkanına,

Bu pazarda benim karımdır Ali

 

(Turgut Abdal) İmam Asker’e erdim.

Muhammet Mehdi’ye gönlümü verdim.

Canımdan içeri cananı gördüm,

Mahşerim, Nefirim, Surumdur Ali.

 

Turgut Koca

 

Hü Dost

 

Üçler, beşler, kırklar, pirler aşkına,

Koç kuzu kurbanlar meydana geldi.

Can ü baştan geçen erler aşkına,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Kurbanın üstünde yürüdü erkan.

Boynuzu zülfikar, didarı kur’an.

Budur hakka makbul olan tercuman,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

En’amte, ekremte aleyke Ali.

Azemte, eslemte aleyke Ali.

Çar köşe alemte aleyke Ali

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Postun başı teslim, ayağı hizmet.

Mihrabı cemaldir, kıblesi rüyet.

Ortası muhabbet, taşrası sebat,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Postun her bir teli çağırır Allah.

Muhammet ül Emin, Resul-i Lillah

Aliyel Murteza, Amentü Billah.

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Kırklar katarına edildi niyaz.

Zikr edip söylerler üç nefes, bir duvaz.

Tekbir gülbangini çekince ustaz,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Kurbana tuz ile suyu gösterin.

Ciğeri mürşidin, döşü rehberin.

Yüreğini nasib alana verin.

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

(Turgut Abdal) vardım rıza şehrine,

kurban oldum muhabbetin mıhrine.

Zebiheyn yazıldı aşkın mührüne,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Turgut Koca

 

18 Kasım

Çok sevdiğim, benim için bir aile büyüğü gibi olan, her fırsatta fakiri İrşad etmek için çırpınan, Bektaşiliği, edebi, erkanı, tarihi usanmadan anlatan, elindeki tüm arşivi bu uğurda paylaşan, Bektaşiliğe büyük bir aşk ile bağlı olan, gönlü zengin Bektaşi Babamız Mehmet Sapmaz Babaerenlerimiz covid illeti nedeniyle hakka yürümüştür.. Ruhu revanı şad-u handan ola.. Ruhu inayetleri üzerimize ola.. Cümle camiamızın başı sağ ola..

 

Geleneği / Yolu / Erkânı / Değerleri Yaşatanlara Aşk Olsun...

 

Ağlayı sızlayı düştüm yollara

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

Hasretin canevine dert oldu

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Erler pirler cem olmuşlar darına

Hasan Basri Veysel Karani sağında

Hasan Gazi Kaygusuz Abdal yanında

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Teslim Abdal sağ yanında oturur

Derviş Ali Sultan erkân götürür

Yüce taht üstüne geçmiş oturur

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Uçar Suyun yücelerden çağlıyı

Sevenlerin yollarına düşmüş ağlıyı

Senin aşkın ciğerleri dağlıyı

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Kalender Biçare kapında kuldur

Durdum didarına istersen öldür

Yüküm ağır el aman kaldır

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Kalender Topalcengiz Dede,

 

KALENDER TOPALCENGİZ (DEDE- AŞIK / TESLİM ABDAL CELAL ABBAS KOLU ELAZIĞ) (1925 / 1 MART 2004)

 

(Fotoğraflar: Ayhan Aydın)

 

25 Kasım

 

İzmir'de yaşayan Bektaşi Halifebabası Cafer Pektaş dün Hakk'a nail olmuştur. Uzun yıllardan beri yola hizmet eden inanç önderimizin devri daim, devri asan, menzili mübarek olsun... Cümle canların başı sağ olsun... (Ortadaki yeşil taçlı olan.)

(Maalesef ömrümüzü bu yola versek de, çok istememize rağmen Makedonya Harabati Baba Tekkesi'yle de bağı olan bu gönül insanıyla gidip bir söyleşi yapamadık. Nasip mi, olanaksızlıklar mı, artık ne derseniz deyin, neye sayarsanız sayın...)

 

Yaşarken (çoğu içinden) binbir türlü kelam eder, ölünce de övgü dizmeler ard arda gelir... Gariptir şu insanoğlu... Ben zaten gönlünce yaşayan herkesi severim; uğurlar olsun çılgın Maradona...

Kitap Tanıtımı

FİKRİ BÜYÜKTANIR / CAN BABAM / ÜLKÜ BÜYÜKTANIR ÖZKARAKAŞ

 

Çıktım Kırklar Yaylasına

Çağırdım üçler aşkına

Özümü ummana saldım

Muhammed Ali aşkına  (Şah Hatayi)

 

Bektaşilik; aklın, mantığın, vidanın sesi olarak kendi doğru bildiği ve uygulaya geldiği tasavvuf yolu üzerinde yürümektir. Sevgi ve muhabbet yolu olduğu kadar; çalışmak, üretmek, fedakârlıkta bulunmak ve de düşünme sisteminin de adıdır bu kadim öğretiler üzerine oturmuş inanç sistemi.

Miskinler tekkesi değildir yani, bu tekkeler, bu ocaklar; birer ışık, aydınlanma ve eğitim merkezleridir.

İnsan sevgisinin harmanlandığı, “bacı – kardeş” er oğlu erlerin doğru görüp – doğru işitip – doğru söyledikleri, özün ve sözün bir olduğu, ikircikliğe, tembelliğe, basitliğe, korkaklığa yer olmayan, yiğitler yatağıdır bu dergâhlar. İnsan hem düşünsel olarak, hem de bedensel olarak insanlığa hizmet ettiği müddetçe bu müstakim yani “doğru” yolda yol alır.

Emek vermeden, çile çekmeden, üstüne sadece bir kisve giyip süzülenlerin değil; emek verenlerin, bedel ödeyenlerin yoludur Bektaşi Yolu/ Bektaşi Öğretisi.

Bu yolu 700 yıldır süren erler / erenler, babalar / dervişler bu yol bilinciyle hareket ettikleri için bu çileli yolda menzil almışlardır. “Menzil almak ister isen / Gönül sabreyle sabreyle”… Aynı zamanda sabırla birçok zorluk aşılmıştır.  Bir aba, bir hırka meselesi de değildir sadece bu öğretinin temelleri; “aç doyur / çıplak giydir” denilen, Hakk’tan gelen her şeyin hakça paylaşıldığı, eşitliğin, gerçek kardeşlik ve dostluğun, “kan kardeşi denilen” müsahip yol kardeşliğinin kurulduğu ve ölümüne ikrar verilen ölümsüz bir yolun adıdır Alevilik – Bektaşilik. “Ben bir müsahip ararım ola bile benim ile / Ben öldüğüm yerde öle bile benim ile” (Pir Sultan Abdal)

 

Birçok İşim Yarım Kalır…

İşte maalesef ki, bu dünya böyle bir dünyadır gerçekten de insan hüzünleniyor bazen. Şimdi bile İzmir’de söyleşmem gereken iki baba sultan var. Birisi en azından Makedonya Tofullu yöresinden, birisi de yine Makedonya Harabati Baba Tekkesi’nden nasip almış olan iki baba… Yol böyledir, dünyayı gezersiniz nasip olmazsa olmaz hiçbir şey. Fikri Büyüktanır ismini hep duyuyordum. Bir Halifebaba olarak saygın bir isimdi. Ama bir türlü tam tanışıp söyleşi yapma şansına ulaşamadım. (Bir de huyumdur yazmasam olmaz, bazıları tıkar insanın önünü, duvarlar örerler yarı bilinçli, yarı bilinçsiz acınacak cahil nefis erbaplar yani.)

Geçtiğimiz sene sonsuzluk âlemine göçen ve de tam da işte kendisini her konuda yetiştirmiş, ama bana göre ise bundan öte, yapı gereği tam Alevi – Bektaşi inanç önderi olacak kişi ve kişiliktir Fikri Büyüktanır. Çünkü şimdi bu kitapla sayesinde daha iyi anlıyoruz ki; Fikri Büyüktanır, okuyandır, eğitendir, karşılık beklemeden verendir, hizmet edendir. Yüreği insanlık aşkıyla dolandır, aynı aşkla taşandır. Kerbela’dan Maraş’a, Sivas’a can kıyımlarına yüreği yanandır, şiirler söyleyendir. Elinden gelen sanatını insanlık için, alın terini akıtarak, ak ekmek gibi helal olan emeğini bu topluma karşılıksız verendir. Bektaşi dediğin Fikri Büyüktanır gibi olur. Ders verir okulda,  yolu olmayan köye yol yapar, öncü olur, cesaretli olur, yürür karanlıklar ve imkânsızlıklar üstüne. Her birisi bir Fakir Baykurt olur Anadolu’nun yaman coğrafyasındaki yiğit öğretmenler. Yobazlarla uğraşır, karanlıkla uğraşır, dağ başlarında yokluklarla uğraşır; ama asla ve asla yenilmezler, bıkmazlar, usanmazlar bu bitip tükenmez mücadelelerinden.

 

KİTAP

 

Dün Cağaloğlu’na gidince elbette Can Yayınları / Demos Yayınları’na da uğradım. Can dostlarla sohbet ettikten sonra, sağ olsunlar, Sayın Ülkü Büyüktanır Özkarakaş’ın hazırlamış olduğu “Fikri Büyüktanır” kitabını hediye ettiler. Sevdalısı olduğum Sultanahmet Meydanı’na çıktım. Her zaman gittiğim çay bahçesine oturdum. Hava çok soğuk değildi, 2 saatten fazla bu kitabı okudum. Bu sabah ise kalan bölümü de okuyup kitabı tamamladım.

Can Yayınları’ndan Zeki Büyüktanır’ın birçok kitabını alıp okumuş, hatta yazılı olarak gönderdiğim soruları büyük üstadımız üşenmeden yanıtlayıp bana ulaştırmıştı. İşte bu bir sürpriz oldu benim için; Yazar Zeki Büyüktanır ile Fikri Büyüktanır’ın kardeş olduklarını şimdi öğrenmiş oldum.

Babasına candan bağlı olduğu anlaşılan ve yüreği sevgi dolu, duygu insanı çok sevgili Ülkü Büyüktanır Özkarakaş; bu çok önemli eğitimcimiz ve Bektaşi Yol öncüsü çok sevgili babası Fikri Büyüktanır’ın “Anılarını – Yaşam Öyküsünü” bir kitapta toplamakla çok önemli bir hizmet yapmış.

Ne diyelim babasının yolunda olmak, bu yola hizmet etmek ancak böyle bir çabayla olur. Kalemi, yüreği, bilinci var olsun.

Kitap duygu diliyle, yalın ve içten bir şekilde kaleme alınmış.

Sayın Ülkü Büyüktanır Özkarakaş, Fikri Büyüktanır’ı yaşamöyküsü, mücadeleleri, umutları ve tüm sevgi dünyasıyla bizlere anlatıyor. Birebir tanıklık ettiği yaşamından kesitler sunarken çektiği bin bir sıkıntıyı, sağlık sorunlarını, insanlar ve sorunlar karşısındaki metanetini, sabrını ve yine Fikri Büyüktanır’ın umut dolu dünyasına bizleri götürüyor.

Çok güzel bir iş yaparak, bir insanın tarih sayfasında da yaşamasına vesile olarak, öz bir evlat olarak en hayırlı evlat işini yapmış. Nice insanlar, bunu çok iyi biliyorum; yakınlarının dosya dosya şiirlerini, hazırlanmış bekleyen nice çalışmalarını, “zamanı gelince basacağız” diyerek yok oluşa terk ediyorlar.

Kitabın önsözünde çok sevgili araştırmacı – yazar Ferhat İşlek ve son söz yerinde ise yine büyük değerimiz, Homeroslardan, Pir Sultanlardan gelen yiğit damarın sürdürümcüsü ulu çınarlarımızdan Zeki Büyüktanır’ın bir yazısı var. (Onunla da yüz yüze bir söyleşi yapma şansına ulaşamadım. Ah ki, ah… Hakk uzun ömür versin, bir araya gelelim…)

 

Emekli Öğretmen / Bektaşi Halifebabası Fikri Büyüktanır

(1932- Sivas Gürün / 15 Mayıs 2019-İzmir)

 

Bektaşi Halifebabası, emekli öğretmen, bir gönül insanı, eğitim ordumuzun yılmaz neferi Fikir Büyüktanır kitabın anlatımıyla; 1932’de Sivas Gürün’de doğuyor. 15 Mayıs 2019’a kadar süren yaşamında öğretmen olarak birçok yerde görev yapan Fikri Büyüktanır, 1949/1950 döneminde Pamukpınar Köy Enstitüsü’nü bitirmiş.  Daha çok genç bir öğretmenken yeni mezunluğunda Gürün Konakpınar ve Yuva köylerinde görev yapıyor.

Ağabeyi Yazar Zeki Büyüktanır asıl köklerini araştırınca aslında kendilerinin de Alevi olduğunu keşfeder. Yine asıl köklerinin Maraş Göksun Seyhan Irmağı kenarında Büyüktanır Köyü’nden olduğunu, ailenin bir öncüsünün ise o zamanlar için (1800’lerin sonu1900’ların başı) çok ender rastlanan farklı şehirlerde ticaretle uğraşan bir kadın olduğunu keşfediyor. (Ağa Hanım ayrıca araştırması gereken bir konu.) (Sayfa: 155- 156)

Sonrasında İzmir’e bir önemli Alevi – Bektaşi merkezi olan tarihi Hamzababa Türbesi’nin ve diğer birçok yatırın da bulunduğu Kemalpaşa Hamzababa Köyü’ne öğretmen olarak atanır. O zamanlar (1999 yılında Şahkulu Sultan Dergâhı ekibiyle oraya gidince yine büyük sıkıntılarını görmüştük. (A. Aydın) yolun  - izin olmadığı bu köyde yine aynı büyük aşkla görev yapmaya başlar.

Köy muhtarının da öncü olmasıyla bir Bektaşi Babası olan Abidin Alıcıer’in kızı Güler’le görüşür, anlaşır ve 1960’da evlenirler. İşte önemli noktalardan birisi de bu, 1971 yılında Hakk’a nail olan, yazarımızın anne tarafından babası Abidin Alıcıer’in de, aslen önemli bir kısmı Türk ve Bektaşi olan Kanatlar Köyü kökenli olmasıdır.  Hayat işte insanları böyle güzelliklerle de dolu, farklı yörelerden, kültürlerden insanları birbiriyle karşılaştırıyor/bütünleştiriyor. Rumeli’den Makedonya’dan ve Anadolu’dan Sivas’tan iki aileyi bir araya getiriyor. (Sayfa: 42)

Kitap boyunca; Zeki Büyüktanır ve ailesinin yokluklarla, imkânsızlıkla mücadelesi anlatılıyor.

Zeki Büyüktanır ilgi duyduğu Bektaşi Yolu’nda, inanç önderi olan Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba ile sık sık görüşüp, mektuplaşıyorlarmış. (Sayfa: 31)  Zeki Büyüktanır, 1965’de bizzat Dedebabadan nasip alarak yola giriyor. (Sayfa: 32) 1982 yılında ise yine dedebaba, Salih Baba Dergâhı’nda Zeki Büyüktanır’a “Dervişlik” hırkası giydirip, icazetnamesine veriyor. (Sayfa: 51) 5 Ekim 1985’de ise Zeki Büyüktanır, babalık makamına uygun görülüyor. (Sayfa: 53)

Bu arada Zeki Büyüktanır, Ege bölgesindeki diğer Bektaşi yatırlarını, türbelerini, Denizli Çal Çakırlar, Tire Horasanlı Ali Baba Tekkesi gibi yerleri ziyaret eder, hizmetlerini hiç aksatmadan sürdürür. Elbette Hacı Bektaş, Mevlana, Burdur Yeşilova Niyazlar Köyü gibi ziyaretlerde Ülkü Büyüktanır Özkarakaş sürekli babasına eşlik eder, ona yardımcı olur.

Zeki Büyüktanır’ın en büyük tutkusu Hamza Baba Türbesi ve buradaki sorunların giderilmesidir. Bu konuda hayatının sonuna kadar mücadele verir.

Zeki Büyüktanır’ın da katıldığı Sivas Etkinliklerinde gericilerin çıkardıkları ayaklanma sonucu 33 canımızın, 2 Temmuz 1993’de katledilmesi Fikri Büyüktanır’ı da derinden yaralamış, bu konuda şiirler yazdırmıştır.

Zeki Büyüktanır, 21 Kasım 1998’de Bektaşilik’deki çok önemli inanç önderliği aşamalarından birisi olan Halifebaba makamına getirilir. 

Sayın Ülkü Büyüktanır Özkarakaş kitabında,  2015’de sevgili Fikri Büyüktanır’ı Balkan topraklarına Atatürk’ün evine götürüşünü anlatıyor. Büyük bir aşk, büyük bir heyecandır Rumeli’ye gitmek… Halifebabamızın en mutlu anlarından birisi de bu gezilere katılmak oluyor.

Maalesef, 15 Mayıs 2019’da Hakk’a nail oluyor bu değerli büyüğümüz.

Son yolculuğu da vasiyeti üzerine Hamza Baba Köyü’nde oluyor. Halife Ali Baba, Dursun Gümüşoğlu Baba erenlerin katılımıyla cenaze erkânları yerine getiriliyor ve toprak ananın bağrına burada sırlanıyor Halifebaba Fikri Büyüktanır.

Sonsuz ışıklar içinde yatsın.

Nice nice başka anılarla yüklü bu kitapla Fikri Büyüktanır’ın o benzersiz dünyasına bir yolculuk yapmış olduk.

Tekrar bu önemli bilgileri bize ulaştıran, güzel bir kitap hazırlayan sevgili Ülkü Büyüktanır Özkarakaş’a çok teşekkür ediyoruz. Kalanlara sağlık ve mutluluk dolu günler diliyoruz.

 

(Fikri Büyüktanır, Can Babam, Ülkü Büyüktanır Özkarakaş, Can Yayınları, 2020, İstanbul)

 

Ayhan Aydın

12 Kasım 2020

 

 

ORHAN VELİ KANIK

(13 Nisan 1914 - 14 Kasım 1950)

 

Sonsuz bir sevgi, özlem ve hüzünle anıyoruz, genç yaşta yokluklar içinde göçüp giden eşi bulunmaz ozanımızı...

Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik.

++++

Küçüktüm, küçücüktüm,

Oltayı attım denize;

Bir üşüşüverdi balıklar,

Denizi gördüm.

Bir uçurtma yaptım, telli duvaklı;

Kuyruğu ebemkuşağı renginde;

Bir salıverdim gökyüzüne;

Gökyüzünü gördüm.

Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım;

Para kazanmak gerekti;

Girdim insanların içine,

İnsanları gördüm.

Ne yardan geçerim, ne serden;

Ne denizden, ne gökyüzünden ama...

Bırakmıyor son gördüğüm,

Bırakmıyor geçim derdi.

Oymuş, diyorum, zavallı şairin

Görüp göreceği.

+++++

Düzüldü uçsuz bucaksız alay,

Çıngıraklar çalar kapılarda.

Düzüldü uçsuz bucaksız alay,

Bak, son hasad başladı rüzgarda.

Okundan atılmak üzere yay,

Kuyuların ağzı genişledi.

Okundan ayrılmak üzere yay,

Korku ta kemiğime işledi.

Savruluyor gökyüzünde buğday,

Gölgeler uzaklaşıyor yerde.

Savruluyor gökyüzünde buğday,

Tanrım! tanrım! Bir deva bu derde.

Düzüldü uçsuz bucaksız alay,

Çıngıraklar çalar kapılarda.

Düzüldü uçsuz bucaksız alay,

Bak, son hasad başladı rüzgarda.

Undan bize de pay, bize de pay,

Koşun, buğday dağıtıyor Yusuf.

Undan bize de pay, bize de pay,

Çökmeden sonu gelmiyen küsuf.

Eriyecek tencerede kalay,

Çocuklar ağlaşmasınlar dağda.

Eriyecek tencerede kalay,

Yetişmiyecek Ömer imdada.

Altında aynı eyer, aynı tay;

Arayıcısı herkes bir sesin.

Altında aynı eğer, aynı tay;

Seferi aynı köye herkesin.

Artık kuruldu bu kervansaray,

Boşuna düşünür ihtiyarlık.

Artık kuruldu bu kervansaray,

Şimdi seslerle dolu mezarlık.

Orhan Veli Kanık

 

 

KİTAP TANITIMI

 

BALKANLARDA BEKTAŞİLİK, DR. AZİZ ALTI

 

Şu anda Tunceli Munzur Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan ve aslen Kayseri Sarız’lı genç akademisyenimiz Aziz Altı, aynı zamanda doktora çalışması olan “Balkanlarda Bektaşilik – XVII. – XVIII. Yüzyıllar” isimli kitabıyla bu alanda bazı boşlukları dolduran önemli bir esere imza atmış bulunuyor.

Balkanlar; hem Türk,  hem Osmanlı, hem de Alevi – Bektaşi toplumu için son derece önemli bir toprak parçasıdır. Bir büyük uygarlık merkezi olan Balkanlar; Batı Avrupa’yla, Asya arasındaki en önemli kültür ve inanç köprüsü vazifesini görmekte, Anadolu’yla hiçbir zaman kopmayan bir tarihi bağlar toplamının da ismini ifade ediyor.

 

Alevilik – Bektaşilik konularında çalışmalarını sürdüren Tarihçi Aziz Altı aslında bu doktora çalışmasını, yılmadan, bin bir zorluğu yenerek sonuçlandırdı. Her şeyden önce kendisini tebrik etmek gerekir.

Her daim söylediğim gibi, eğer bugün Edirne’de Trakya Üniversitesindeki Balkanlar bölümünde Bektaşilik’le ilgili hemen hiçbir şey yapılamıyorsa bu halen ülkemizdeki adına akademi denilen yapının acınacak halini gösterir. Yine bazı üniversitelerde bağımsız olarak yapıla – gelen yüksek lisans, doktora düzeyindeki bağımsız çalışmalar da bir bütünde bulaşmazsa bu çalışmalar eksik kalır. (Zaten kendilerine Alevi – Bektaşi kurumları diyen yapıların böyle hiçbir sorunları olmadıkları için; tarihi ve sosyal konuları araştıracak, araştırma merkezi kurma, tarihçi, sosyolog, antropolog vd. bilim insanı yetiştirme, onlardan yararlanma, topluma aktarma kaygıları olmadığı için onlardan bahsetmeye gerek bile görmüyorum.)

Dolayısıyla gün bugün olmuş, en az beş yüz yıl boyunca Osmanlı’nın idaresinde kalmış, sürekli Anadolu’dan Rumeli dediğimiz Balkanlar’a; Balkanlar’dan da Anadolu’ya göçlerin olduğu, birbirlerini sürekli her yönden besleyen böylesine hayati öneme sahip toprak parçasıyla ilgili devleti yönetenler başta olmak üzere, üniversitelerin ve ciddi kurumların bir politika oluşturamamaları acınacak hallerimizin resmini yansıtmaktadır.

Hâlbuki elde; binlerle ifade edilen belgeler, yok olmamış yapılar, bir büyük kültür – edebiyat, milyonlarca insan ve bitip – tükenmez hatıraların ölümsüz ormanları durmaktadır. Bu toplum bu kadar mı nankör, bu devlet bu kadar mı vurdumduymazdır?

 

Kitap

Dr. Aziz Altı elinizdeki kitapla (doktora çalışmasıyla) bir önemli boşluğu doldurmaktadır.

Kitap üç ana bölümden oluşmakta; birinci bölümde yani girişte Alevilik – Bektaşilik, Balkanlar vd. genel bilgiler sıralanmaktadır.

Kitabın en önemli iki bölümü yani Balkanlar’daki Bektaşi Tekkeleri’yle ilgili bilgilerin  aktarıldığı bölüm ve genel manada bu tekkelerin mahiyetleriyle ilgili yorumların aktarıldığı üçüncü bölümle önümüze bazı ufuklar açılmaktadır.

Her şeyden önce bugün Rumeli veya Balkanlar dediğimiz geniş coğrafyada her ne kadar alfabetik bir sıralama gözetilse de, tekkeler anlatılırken ve her daim çok ama çok önem verdiğim dipnotlardaki bilgilerle farklı coğrafyadakiler de dâhil olmak üzere, tüm Balkanlar’daki genel geçer önemli tekkelere atıflar yapılmıştır. 

Kitapla Osmanlı Arşiv belgeleri temelinde Balkanlar’daki Bektaşi Tekkelerinin yerleri, farklılıklarıyla tam isimleri, bu tekkelerdeki şeyh, baba, derviş veya yönetici olan, mütevelli heyetinde bulunanlar sıralanmış, ikinci ve üçüncü bölümde gayet detaylı bir şekilde aktarıldığı gibi, buraların işleyişleri yine tarihi belgeler üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır.

Bu doktora çalışması, ölü bir çalışma olmaktan çıkmış, insanların ellerine bir rehber kaynak kitap olma yoluna sapmıştır. Bir kere ülke, şehir, yerleşim birimi, köy olarak hangi Bektaşi Tekkesi’nin nerelerde olduğu, Osmanlı Devleti’yle bağlantıları, buralardaki işleyiş şekli belgeler eşliğinde verilerek bazı karanlık ve az bilinen noktaların aydınlatılması sağlanmıştır.

Kitaptan şunları rahatlıkla görüyoruz: Osmanlı’yla ilişkiler bazen bozulsa da, (en azından 1826’ya kadar) Osmanlı’nın Balkanlar’da en çok önem verdiği tarikatların başında Bektaşilik gelmektedir. Balkanlarda belki de en geniş arazilere, hayvan sayısına, derviş kitlesine sahip tekkeler Bektaşi tekkeleridir. Bektaşi tekkeleri sadece Bektaşilerin Yeniçerilerle bir bağlantıları olduğu için değil, yapısı gereği alp – eren kimliğini ruhunda taşıyan Alevi –Bektaşi inanç önderlerinin yönetiminde bir çekim merkezi olmuştur. Kitabın doğrudan konusu olmadığı için değinilmemiş olsa da, açıktır ki, Kalenderiliğin bazı özellikleriyle, bugüne kadar yansıtılanın tersine, Bektaşi dervişleri tekkelerle halk arasında bağlantıları çok iyi kurarak, başlarındaki Bektaşi babalarının da ön görüleriyle Bektaşi Tekkeleri, bulundukları yörenin inanç – kültür – sosyal yaşam merkezileri olmuştur. Tüm tekkeler kapısı her geçene açık, aç-susuz kalmışlara yiyecek veren imaret / hane olan, aynı zamanda bazen bir han, bir tarım / hayvancılık üretim merkezi, ulemanın, o yöredeki zaman zaman sorunlar yaşansa da derbentler gibi kolluk kuvvetlerinin bile gelip – gittikleri yerler olmuştur. Kafalarda tasavvur edildiği gibi, dağ başlarındaki (bekâr rahip ve rahibelerin, hiç kimseyi içeri almayan) Hıristiyan manastırlarıyla asla ilgisi olmayan, insan hareketliliğin olduğu mekânlardır Bektaşi tekkeleri. Bir kere çevrelerinde Seyyid Ali Sultan (‘Kızıldeli”)’de olduğu gibi değirmeni, bağları, tarlaları olan onlarca köyün bulunduğu, vakıf arazisi olarak dükkânlara sahip yerler olan Bektaşi Tekkeleri halktan soyut olabilir?

Alevi – Bektaşi toplumu fazla kitap okumadığı gibi, kendi tarihini de bilmediği için, gerçek dede, gerçek baba, yazar olmayanların hikâyeleriyle beslenen garip bir toplum oldu, uydur uydur söyle işte, kim ne tutturursa… 

Neyse gelelim tekrar kitaba: Bir kere her konuda olduğu gibi, bu konuda da boş hikâyelerin bir tarafa bırakılması gerekir. Osmanlı’daki tüm tekkeler ve dergâhlar Osmanlı Devleti’ne doğrudan bağlı yasal kurumlardır. Yani böyle olmak zorundadırlar. Bir insan topluluğunun yaşadığı, belli bir mekânı işgal eden, başka taşınmaz malları, tarlaları, hayvanları olan, bir üretimin olduğu yerler devletten bağımsız olabilir mi? Buna inanmak, yolgeçen hanı bellemek her yeri; bu da Türk kafası işte.

Osmanlı Devleti her türlü eleştirinin ötesinde “kayıt – kuyut” işlerinde tüm dünyadaki en önemli devletlerden birisidir. Belli dönemler hariç, Osmanlının devlet ve tüm bağlı kurumlarıyla yazışmaları kayıt altına alınmıştır. Milyonlarla ifade edilen bu belgeler doğrudan doğruya tarihi vesikalar niteliğindedir. Belki de binlerce ciltlik kadı sicilleri, Osmanlı toplumsal ve yönetim anlayışını ortaya sermesi açısından da önemlidir. İşte bu şekilde,  arşivlerde Osmanlı idaresiyle Bektaşi tekkeleri arasında binlerce yazışma metni bulunmaktadır. Bu metinler bir hazine değerinde olup, Osmanlılarla Bektaşiler arasındaki ilişkileri, tekkelerin durumunu, orada bulunan babaları, dervişleri, sosyal yaşamı da ilk elden bizlere aktaran altın değerindeki belgelerdir.

İşte Dr. Aziz Altı tarihi bir iş yapıp, Osmanlı arşivlerindeki belgelere ulaşmış, yüzlercesini okumuş, yeni yazıya geçirmiş, ruhunu ve özünü anlamaya çalışmış, tabii ki başka kaynaklardan da yararlanarak, Osmanlı’da Balkanlar’daki Bektaşi Tekkeleriyle ilgili hem bir envanter çıkarmış, hem de yorumlarıyla tekkelerin işleyişini gözler önüne sermiştir.

Ha keza, Osmanlı’nın tekkelerin başlarında bulunan şeyhlere ödeme yaptığını, zaman zaman pirinç başta olmak üzere ayni yardımlarda bulunduğunu, Osmanlı’nın muharremi önemsediğini, mutlaka aşure için tekkelere yardımda bulunduğunu biz belgelerden öğrenmiş oluyoruz.

Elbetteki yine sonraki yüzyıllara bakılınca Kadızadeliler denilen bir gurubun, zamanla kadıların vekilleri olan naiplerin, bazen ayanların baskıları, diğer Sünni tarikatların Bektaşi tekkelerine göz koymaları, baskıyla elde etmek istemleri de yaşanan gerçeklerdir. En nihayetinde Nakşibent tarikatının de etkisiyle 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılırken, Bektaşilik de Osmanlı’da yasaklamış, büyük bir kıyım, yıkım gerçekleşmiştir.  Ama en hazini de yine bu olayda da Osmanlı Arşiv belgeleri bize bu konuda rehberlik etmektedir.

Kitabın özellikle üçüncü bölümü diyebileceğim kısmında tekkelerin işleyişi, yaşanan sorunlar, üretimler vd. konulara detaylı bir şekilde baktığımızda; Bektaşi tekkelerinin de öngörüldüğü gibi sorunsuz olmadığı, kimi zaman başlarında bulunan sözde Bektaşi önderlerinin veya menfaat perest mütevveli heyetlerinin işgüzarlıkları, tekke mallarını kişisel hırsları için kullanmak istemeleri büyük sorunlara neden olmuş. Bu zaman zaman devletin müdahalesini gerektirecek boyutta olmuş, bazı tekkenişinler tekkeyi bırakıp başka yere gitmişler, yaşayan insanı ölü gibi gösterip tekke yönetimini ele geçirmeye çalışmışlar vs.

Velhâsıl yazsak kitap olacak konular da bugün ki gibi Bektaşi tekkelerinde yaşanmış.

 

Sonuç:

 

Dr. Aziz Altı, bir doktora çalışması bağlamında elde ettiği verileri ustalıkla kullanmış, az bilinen bir konuda bizlerin aydınlanmasını sağlamış, Balkanlar’daki Bektaşi tekkelerinin tarihsel olarak misyonlarını, yaşanan sorunları, maddi – manevi varlıklarını, halk üzerindeki etkilerini, bilinenin dışında toplumla yani halkla, yerel yönetimle, devlet mekanizmalarıyla yazışma ve ziyaret babındaki ilişkilerini de ortaya koyarak, yani tarihi bir görevi yerine getirerek bir dönem “Yaşayan / Canlı Bektaşi Varlığı”nı ortaya koymuştur.

 

Aziz Altı kardeşimin emeği var olsun, yeni baskılarda daha gelişeceğine inandığım bu çalışmasının ve diğer araştırmalarının, Bilim ve Türk Kültür Dünyasına ve Alevi – Bektaşi Varlığı’na yararlı olması dileğiyle.

 

Muhabbet ehline aşk ile…

 

Ayhan Aydın

26 Kasım 2020

 

(Dr. Aziz Altı, Balkanlarda Bektaşilik, XVII. – XVIII. Yüzyıllar, La Yayınları, Mayıs 2019, Ankara)

 

 

Rumeli’de Erenlerin İzinde…

Yunanistan’da Nefes Baba Türbesi’nin Bugünkü Görünümü (2005)

 

Aynen Anadolu gibi bir Erenler – Ozanlar Yurdu olan Balkanlar (Rumeli) toprağında bir büyük batini tasavvuf yolu olan, Kalenderi – Rum Abdalı Dervişlerin sürdüğü, ozanların deyişleriyle ilmik ilmik ördükleri Bektaşiliğin derin izlerini bugün de görmek mümkündür. Halen canlı bir şekilde yaşayan diri bir topluluk, kadim tarihi ocak / tekke mekânlarında inançlarını kültürlerini yaşar – yaşatırken tarihe yenik düşmüş nice nice ölümsüz hatıraları da arkada bırakmak zorunda kalmıştır. 700 yıl boyunca Balkanlar’da varlığını sürdürmeye çalışan Bektaşilik büyük sıkıntılar yaşamış, bazı önemli temel yapı taşları da maalesef yok olmuş ve yok edilmiştir. Bugün de büyük sıkıntılar yaşanmaya devam etmektedir.

Rumeli’nde erenler öncüsü, en önemli alp – eren kimlikli seyidi, kılavuz olarak Rumeli topraklarının manevi gözcüsü olan Seyyid Ali Sultan Ocağı (Dergâhı / Tekkesi)’ne bağlı olan Nefes Baba da bu topraklarda yüzyıllar boyunca bir ilim – irfan mektebi, ocağı – otağı olurken, nice nice dervişler nefesler (ilahiler) okuyup söyler, gelip geçenler burada konaklarken maalesef bugün bu tekke tümden el değiştirmiştir.

Genç akademisyenlerinizden Dr. Aziz Altı’nın Balkanlarda Bektaşilik isimli kitabını okurken bir kez daha Nefes Baba ziyaretimizi hatırladım. Sevgili dostlar, yüzyıllar önce büyük seyyahımız Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde geçen Nefes Baba Tekkesi’nin durumu ve benim nacizane yazdığım gezi notları. Ama günümüzün bize verdiği olanakla fotoğraflarla yaşananlar, yani her şey ortaya çıkıyor. Balkanlar’da Bektaşi toplumuna saldırı tek boyutlu değil, çok boyutlu.

İşte böyle tarihimize, kültürümüze, inancımıza sahip çıkmamız gerektiğini bir kez daha büyük bir hüzünle düşünüyoruz.

Aşk ile muhabbet ile…

 

Ayhan Aydın

 

 

9 Kasım 2005

Nefes Baba Türbesi

 

Türkiye’den birlikte geldiğimiz Abidin Harman Baba’yla birlikte, Abdi Pençal’ın bizleri tekke daha doğrusu tekkeden kalanlara götürüşü.

….

Daha sonra ise Dedeağaç (Alexandroupolis) Vilayeti yakınlarındaki Ilıca Köyü (Lotra)’nün dışında bulunan ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi dâhil birçok kaynak eserde ismi geçen ve çok yüksekçe bir tepenin üzerinden Ege Denizi’ni gören muazzam güzellikteki Nefes Baba Dergâhı’na ulaşmak için hızla yol alıyoruz.

Yaprakları bir güz şarkısı gibi hüzünlü ağaçlar altından geçerken, Batı Trakya’nın ne kadar güzel ve eşsiz bir bölge olduğunu bir kez daha görüyorum.

Yol boyu ormanlık alanları, vadileri, tepeleri aşarak hedefimize ulaşıyoruz. Aynı zamanda kaplıcalarıyla da ünlü yörede birçok küçük otel de kurulmuş.

Ana yoldan içeri saptığımızda ise bizi bir sürpriz karşılıyor. Yunanca harflerle “Manastıra Gider” yazan bir levhanın yanından bir dağ yoluna sapıyoruz. Oldukça bozuk olan yoldan ilerlerken çevreye hâkim tepeye vardığımızda şimdi türbesinden de binalarından da artık eser kalmamış bir ören yerine çıkıyoruz.

Bir su sarnıcının yanında yeni yapılmış bir beyaz badanalı binayla karşılaşıyoruz. Bu sonradan yapma uyduruk bina bir manastırmış! Manastıra benzer yanı olmasa da, yüzlerce resim, fotoğraf, ikona benzeri simgeleriyle bir Hıristiyan ziyaret mekânına sonradan çevrilmiş bu yapı büyük ihtimalle Nefes Baba’nın türbesinin bulunduğu yer veya bir başka yapı tahrip edilerek yapılmış bir bina.

Binanın hemen yanında çok büyük bir haç ve büyük bir Yunan bayrağı büyük tepenin kayalarından tüm bölgeden görülecek şekilde endam ediyor.

Çevreyi gezince çok kalın duvarları olan bina kalıntılarını, bu arada çok derin bir kuyuyu, bir büyük dibeği görüntülüyoruz.

Keskin bir sırt üzerinde oldukça düzgün bir alan üzerinde kurulu bu dergâh muhtemelen çok işleyen bir inanç ve kültür merkezi olarak uzun zaman halka hizmet vermişken şimdi yok olmuş, yok edilmiş bir tarihi hatıra olarak hüzünle bizlere bakıyor.

Durum karşısında ne Abidin Harman Baba’nın, ne Abdi Pençal, ne benim yapabilecek bir şeyimiz yok.

Türbe yakınlarında kalan tek Türk ailesinden daha fazla bilgi alabiliriz, diye aşağı iniyoruz. Çevrede gördüğümüz tarlalara, koruya bakarak belki de bir zamanlar dergâhın arazileriydi buralar, diyoruz.

Bizi çok sıcak karşılayan Türk ailesinin bahçesine adım atar atmaz, daha sandalyeye oturmadan hemen avluda bir kadın beliriyor.

Saçları röfleli olduğu halde, başını sıkı sıkı kapatan bizlere sert ve soğuk bakışlar yönelterek bir düşmanmış gibi bakan bu kadının gelmesiyle ortamın havası birden değişiyor. İlk önce komşu olarak bir şey isteyecek diye, düşünülse de, biraz sonra ziyaret sebebi anlaşılıyor. Bizlerin kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, ne yaptığımızı Yunanca Türk aileye soran bu kişi, Abdi Pençal’la daha konuşmaya başlamadan lafa bozgunculukla giriyor ve Nefes Baba diye bir şeyin olmadığını buranın bir manastır olduğunu söylüyor. Ev sahibi bayan ise “bu kadın geldi, önümüz kesti” diye Türkçe derdini anlatınca, Abidin Harman’la biz kadının bilinçli bir şekilde bizi takip edip, buraya geldiğini, amacının başka bir şey olduğunu fısıldaşıyoruz, daha doğrusu dilimizle değil de gönlümüzle birbirimize söylüyoruz.

Neyse Abdi Pençal da lafı uzatmıyor. Ama kadın kalkmak istemiyor. Maalesef bazı konularda bilgi alabileceğimiz bu aileden yararlanamadan oradan ayrılıyoruz. Fakat ziyarette edindiğimiz bir bilgi ise, çok yoğun bir şekilde Türklerin burayı bir kutsal ziyaret yeri olarak bilip her zaman gelip burada kurban kestikleri şeklinde oluyor.

Abdi Pençal bizleri sınırdan geçiriyor, bir fedakârlıkta daha bulunup zorluk çekmeyelim, diye Keşan’a kadar ulaştırıyor. Sonra bizler İstanbul’a hareket ediyoruz.

Her gezide olduğu gibi bu gezimde de yine birçok şey öğreniyorum. Yeni insanlarla tanışıp, kaynaşıyorum. Bu önemli ve anlamlı toprak parçasına bir kez daha gelmek beni gururlandırıyor.  Ama ziyaretlerin çok kısa olması verimli geçmesini engelliyor. Uzun ve araştırmaya dayalı gezilerle, Balkanlar özelde Batı Trakya’yla ilgili daha çok öğrenecek şeyimiz olduğuna inanıyorum. İnşallah yeni gezilerle yeni bilgiler edinip, yeni insanlar tanırım diye gönlümden geçiriyorum.

 

Evliya Çelebi’de Nefes Baba Tekkesi

 

“Ferecik’te bulunan Nefes Baba Tekkesi’ne gelen Evliya Çelebi, buranın yüksek bir tepeye inşa edildiğini tekkeden bakıldığında İmroz adası, Enez ve İpsala kaleleri ve sahralarının net olarak görüldüğünü söyler. Tekkede yaz meydanı ve kış meydanı olmak üzere iki meydan bulunmaktadır. Tekkenin diğer bölümleri ise misafirhane, keykavus mutfağı, kiler, mescit ve türbesidir. Tekkenin üst kısmının tamamı kurşunla örtülüdür. Tekkede kırk – elli kadar başları çıplak, ayakları yalın derviş vardır. Tekke mutfağı gelen geçen misafirlere hizmet vermektedir. Tekkenin meydanında bir su sarnıcı olup, temmuz ayında bile buz gibi su akmaktadır. Tekkenin önemli geçim kaynaklarından birisi bünyesinde bulunan yel değirmenidir. Enez Sahrası, Mekri Kalesi ve Dimetoka tarafından buğdaylarını getiren kişiler, yel değirmeninde öğüterek unlarını almaktadırlar. Yel değirmeni yüzyıllardır kullanılmasına karşın taşı hiç eskimemiştir. Tekke içerisinde bulanan şamdan, çerağ, kandil ve avizelerin maddi değeri o kadar yüksek ki nerdeyse Mısır hazinesine eşdeğerdi. Dervişler tekkede her gün misk tütsüler yakarak, güzel kokuların etrafa yayılmasını sağlardı.

 

(Evliya Çelebi B. Derviş Mehemmed Zılli, Evliya Çelebi Seyahatnanesi Topkapı Sarayı  Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu – Dizini 8. Kitap, s. 34-35.)

 

Aktaran: Dr. Aziz Altı, Balkanlarda Bektaşilik, XVII. – XVIII. Yüzyıllar, La Yayınları, Mayıs 2019, Ankara – Sayfa: 232-233

 

27 Kasım 

 

Herkese Açık ile paylaşılıyor

Çok erken kaybettiğimiz, Sanatçı Barış Akarsu'yu sevgiyle anıyoruz...

"O bir günde 3 ilkokulda konser verip bunu sessizce yaparak okulların doğalgaz borçlarının, çatı tamiratlarının vb. giderlerinin ödenmesini sağlayıp arkasında bir dolu mutlu çocuk bırakmış bir adamdır. Dillendirmediği çok şey bırakmıştır arkasında..."

 

Seyranın Nerde

 

Deli gönül yükseklerden çok uçma

Tur vurup gezmeye seyranın nerde

Sözden bilmezlere derdini açma

Sızlayan yaranın saranın nerde

 

Seyyar oldum gezer idim cihanı

Görmedin mi hiç ahdında duranı

Düş ederiz her anında yaranı

Eş kader olacak yaranın nerde

 

Hazinlik duyarsın sen de kendine

Ne hasretlik gelir garip gönlüne

Amacını söyle iyi bir bilene

Bir seni arayıp soranın nerde

 

Çok gamlı gibisin acaba neden

Hiç hayır gelir mi faydasız elden

Efkarlı söylersin o nazik dilden

Gelip de yanına varanın nerde

 

Doğru konuşur söylersin derdini

Bildin mi ki sana yardım edeni

İşte böyle diyor Müslüm Seyrani

Üç günlük dünyada devranın nerde

 

MÜSLÜM SEYRANI - ÂŞIK MÜSLÜM KUMRU (Seyrani) - (1938 – 25 ŞUBAT 2009)

 

Her daim sevenlerinin kalbinde yaşıyor... Muzlumluğun timsali aşığımızı bin muhabbetle anıyoruz...

 

30 Kasım,

 

Halimiz, ahvalimiz...

Hüsnü Kemal Baba (Kalender Baba)

Yeğeni olan, Harabati Baba Tekkesi’nde de yıllardır hizmet yürüten, oldukça bilinçli ve nasipli bir Bektaşi olan Didar Doko’dan (1955) aldığım bilgilere göre son dönem Mücerret Bektaşi Babalarından Hüsnü Kemal Baba yani bir başka yaygın ismiyle Kalender Baba, devrinin son örneği kâmil insanlardan birisiymiş. Mücerret Hüsnü Baba, Makedonya Kanatlar, Arnavutluk Elbasan’daki Türk Cemali Baba Tekkesi’nde ve başka yerlerde hizmetler yürütmüş, halkın gönlünde yer etmiş yörede son dönemin önemli bir Bektaşi siması. Alçak gönüllü, herkesin hizmetine koşan, gayet mütevazı bir şekilde yaşayan ama ilkelerinden ödün vermeyen, yola sıkı sıkıya bağlı, kendini Bektaşi Yolu’na adamış, kadirşinas, sıcak helvayı elleriyle yoğuran, türlü hikmetleri – kerametleri olduğuna inanılan bu Kalender Baba, Didar Doko’nun dayısı.

Hüsnü Kemal Baba, 1963’de Makedonya Ohrid’de hastanede Hakk’a nail olmuş. Didar Doko’nun annesi fasulye toplama zamanı ve Üsküp’te büyük deprem olduğu zaman öldü, demiş. Makedonya Sturaga’daki türbesini Didar Doko’nun annesi yaptırmış. Abdullah Baba’nın yanında yatıyormuş. Benim ziyaret etme şansım olmadı. Anılarının canlılığını burada ismini sık sık duyarak yaşadık. Yolumuzu aydınlatan, yaşatan bu kutlu değerlerimizin devri daim, menzilleri mübarek olsun. Sonsuz ışıklar içinde yatsınlar.

 

(Fotoğrafta sağ tarafta olan Hüsnü Kemal Baba, solda ise, Makedonya Kanatlar’dan Derviş Kamber Erenler. İkinci Fotoğraf; Hüsnü Kemal Baba erenlerin Sturaga’daki kabri. )

Ayhan Aydın

 

Niyazi Sefer’den bir şiir

 

Kanaat köşemde huzuru buldum

Erenler cemine girdim gireli

Tevekkel gemisini ummana saldım

Nefsin askerini kırdım kıralı

 

İnsanlık cemine ayağım bastım

Gerçek insanlardır sevgili dostum

Nesimi gibi de yüzseler postum

Özümde Mevla’yı gördüm göreli

 

Kaygıdan arındım temiz hal ile

Erenler cemine getirdim dile

Bülbül olup kondum aşk ile güle

Güzel şaha yüzler sürdüm süreli

 

Kainat insanda gizli sır oldu

İnsanın vücudu sır ile doldu

Dede oğlu Hakk’ı özünde buldu

Pirin divanına durdum duralı

 

Isparta Senirkent'ten, Sultan Şah Ahmet Ocağı'ndan, 2005'de Hakk'a nail olan Niyazi Sefer Dedemizi sevgi, saygı ve muhabbetle anıyoruz....

 

AMUCALAR

 

Amucalar dediler adımıza

Fetvalar çıkardılar kanımıza

Askerleri taktılar arkamıza

Ehli Beyt katerinden Amucalar

Hak yolunda yürüyor Amucalar

 

Osmanlıyı kurarken beraberdik

Kimi gazi kimi şahade erdik

Haleb Rakka’dan Kayseri’ye geldik

Ehli Beyt katerinden Amucalar

Hak yolunda yürüyor Amucalar

 

Kayseri’deyken olduk Bedreddin’i

Bilmezdik biz gönüllerde hiç kini

Öğretemedik kafirlere dini

Ehli Beyt katerinden Amucalar

Hak yolunda yürüyor Amucalar

 

Gücümüzü ayırttılar ikiye

Birimizi Kars biri Rumeli’ye

Diri idik saydılar hep ölüye

Ehli Beyt katerinden Amucalar

Hak yolunda yürüyor Amucalar

 

ENGİN de sizden bir gönül bir parça

Sen de Hak yolunda bir gönül harca

Ulaşmak için çalış Hak yolunca

Ehli Beyt katerinden Amucalar

Hak yolunda yürüyor Amucalar

 

Refik Engin

 

Derler ki, hem Diyanet'e karşısın, hem Diyanet Ansiklopedisi'nden yazı paylaşıyorsun. Eyvallah. Yaradana kurban, her şeyine eyvallah... Bu toplumun da iyiyle kötüyü her daim kendisi meczederken, bazen gözünün önündekini görmemesine de eyvallah... Zaten benim her şeyime eyvallah...

Hayreti Bey; Alevi / Bektaşi, dahası Kalenderi kökenli bir büyük divan şairidir. Mustafa Tatcı'nın buradaki önemli yazısında da bu husus açıkça belirtilmiştir.

Bir büyük değerimizi hatırlatmak babında günleriniz hayırla dolsun, aşk ile...

 

" Hak'a minnet canum külli nur oldı

İçüm taşum nur ile ma'mur oldı

Uyandı devletüm gaflet habından

Bir ile varlığım külli Bir oldı"

(Kaygusuz Abdal, Kitab-ı Miglata / Aktaran: Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Timaş Yayınları, 2016, Sayfa: 211)

Fotoğraf: Alevi - Bektaşi Kültür Enstitüsü, Köln, Almanya. Ocak/ Kaygusuz Abdal Resmi. Ayhan Aydın

 

MUHARREM NACİ ORHAN DEDE'yi;

Sevgi, saygı ve özlemle yad ediyoruz...

 (1 Temmuz 1927 - 25 Kasım 2010)

 

Gözüm açtım beş gül gördüm seherde

Ehlibeyt’in gülü imiş ne güzel

Eğer şifa ararsan her derde,

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Güller Al-i Aba Ali Aba gül,

Seherde ah eder zar eder bülbül

Lale, nergis, nevruz, menekşe, sümbül

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Bülbül güle aşık eyliyor zarı,

Gönül gül istiyor neylesin harı,

Gönlümün sultanı, gözümün nuru,

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Akıl ermez ol Hüda’nın işine

Bülbül güle gül bülbüle aşına

Elif mim yazılmış kalem kaşına

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Muhabbet eyledik her dem İKRARİ

Size sığınmışım ey kerem kani

Kevser Şarabının sırrı esrarı

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

İkrari - Muharrem Naci Orhon Dede

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4 Aralık,

 

İstanbul Göztepe Merdivenköy'deki kadim Alevi - Bektaşî inanç ve kültür merkezlerinden Şahkulu Sultan Şahkulu Dergahı' nı ziyaret ettim. İstanbul Valiliği tarafından sürdürülen çalışmalar devam ediyor...

Cümle dostlara muhabbetlerimle...

 

7 Aralık,

Yazık, Yazık, Yazık...

Bu Topluma Yaranamazsın, Fazla Gelirsin...

 

Yıllar yılı koşturursun, çırpınırsın kendi imkanlarının tüm sınırlarını aşarsın, içindeki öz bir sevgi ve aşkla ortaya ürünler koymaya çalışırsın. Olmaz.

Samimi olursun, için dışın birdir, her yerde, her ortamda aynı şeyleri söylersin. Olmaz.

Çalıştığın da dahil hiç bir kurum sana bir görev vermemiştir. Hiç bir yerden hiç bir maddi yardım, destek almadan, sırf yol parası elde etmek için dilenci olursun ki, bir şeyleri kayıt altına alayım, araştırayım, yayınlayayım, gençlerimize çocuklarımıza bir şeyler kalsın. Olmaz.

Ne AB fonlarından beslenip tüm çalışmalara bir proje olarak bakarsın, ne Üniversiteden aldığın paralarla gezip sanki kendin bu araştırmaları yapıyormuş gibi yapıp, ne de TÜBİTAK veya hiçbir yerden kaynak almadan en az onlar kadar iş yaparsın. Olmaz.

Dişinle, tırnağınla bu işleri yaparsın. Kimse anlamaz, "ne için geziyor, elbette bir çıkarı vardır, bir yerden kaynak alıyordur" der. İçindeki gezme aşkını, araştırmalarını bile sana çok görürler, kıskanırlar. Olmaz.

Cem Vakfı'nda kendi ilkelerince çalışıp oradeyken de hem kurum için, hem kendi araştırmalarınla ortaya kimsenin koyamadığı ürünleri koyarsın. Olmaz.

Tüm kurumlar bir olsun, birlikte hareket edelim diye yıllarını geçirirsin, gerçekleri dile getirirsin Cem T.v'de programlarına son verilir, çalıştığın kurumdan dışlanırsın. Olmaz.

Şahkulu Sultan Dergahı'nı tüm varlığında, özünle, benliğinle kendi ocağın- dergahın bilirsin oraya da hizmet etmek istersin. Burayı Bektaşi Tekkesi yapacak bu adam, derler. Mevcut arşivleri halka açalım, araştırmacılara açalım, bunları burada çürütmeyelim, dersin. Olmaz.

Pir Sultan Abdal'ın büyük ozanlık yiğit damarını sürelim, ululardan ulu Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Dergahı'nda karar kılalım, dersin. Olamaz.

Çok hataları oldu, ben de yıllar önce hiç kimsenin yazmadığını, yazdım, eleştirdim ama Avrupa Alevi Birlikleri Fedarasyonu Avrupa'daki varlığımız, özümüz, merkezimiz onu dışlamayalım, dersin. Olmaz.

İslamsız, Alisiz Alevilik boş tartışmalarının Aleviliğe verdiği zararlar, devletin, Diyanet'in verdiği zararlar kadardır, dersin. Olmaz.

Alevilik Bektaşilik özüyle, atalarımızdan getirdiğimiz şekliyle yaşasın, yaşatılsın, dersin. Olmaz.

Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü, arşivleri, kayıtları toplama konusunda çok ciddi işler yapıyor, onların yanında da olmak gerekir, dersin. Olmaz.

Bilimsel araştırmalara ağırlık verelim, bol bol yüksek lisans, doktora öğrencimize ne yapıp yapıp burs bulalım, Alevilik Bektaşilik konusunda çalıştıralım, dersin. Olmaz.

Bektaşileri dışlamayalım, onlar bizim özümüz, değerimiz, bir ayrılmaz parçamızdır, dersin. Olmaz.

Trakyadakilere Anadolu gerçeğini, Anadolu'dakilere Trakya gerçeğini anlatırsın. Bir köprü olmak istersin. Babalardaki "dede - Alevilik" ön yargısını yenmeye, dedelerdeki "baba - Bektaşilik" ön yargısını yenmek istersin. Olmaz.

Balkanlar tümümüzün ortak değeridir; Cem Vakfı, Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü, Federasyon hiçbir kurum fark etmez, bu ortak davamızdır, hep birlikte hareket edip sorunları çözelim, dersin. Olmaz.

Bir araştırma merkezi kuralım, hep birlikte bilimsel çalışmalarla geleceğimiz ve gençlerimizi kurtaralım, dersin. Olmaz.

İnsanüstü bir gayretle alanda iki bin söyleşi yaparsın. Olmaz.

Beş yüz söyleşiyi insan üstü gayretle deşifre edip - ettirip internet ortamında halkın ilgisine sunarsın. Olmaz.

Yıllar yılı çekimler yaparsın, kameran bozulur. Yenisini almak mümkün Olmaz.

Yine hiçbir maddi karşılık beklemeden hazırladığın wep siten parasını veremediğin için kapanır. Kimsenin haberi Olmaz.

Yıllar yılı işsiz kalırsın, aslan sosyal demokrat belediyelerde herkese iş bulunur, sana bulunmaz, Olmaz.

En sonunda da, hocam, hocam dersin, sevgini, özünü, yüreğini paylaşırsın. Ama sonunda adam yerine konulmazsın, toplantıya çağrılmazsın. Bu olur işte; neden mi? Bu devirde, dönek olacaksın, oynak olacaksın, her yerin oynayacak tabiri caizse, cilveli olacaksın. Orada ayrı, burada ayrı, şurada ayrı ayrı oynayacaksın oyununu. O zaman devlet de seni sever, Alevi kurumları da seni sever, hocalar da seni sever, Diyanet de seni sever... Sever de sever... Ama bunlar bize OLMAZ... Adım Mesut, Soyadım Bahtiyar; bol bol gezince Mesut Bahtiyar'dan türküler dinliyor bazıları... Yüreğimdeki sevgidir, aşktır beni gezdiren; meraktır, aşktır, bir şeyler yapma isteğidir, çektiğim fotoğraflar, videolar... Çok imrenen, bazen kıskanan, hiç bir destek vermeyen kişiler, kurumlar biraz da siz çekin bu fotoğrafları, videoları, biraz da siz yapın dedelerle, atalarla söyleşiler... Bazılarının bir masa başında verdiği yemek parasına bir öğrenci okur... Avrupa'daki de aynı, Türkiye'deki de aynı, inanmazsınız ama Balkanlar'daki de aynı. Bana ne yardım edeceksiniz, ne öğrenci okutup, araştırmaları destekleyeceksiniz, altında son model jiple gezen, sağdan soldan para toplama şampiyonu olanlara sizler yardım edin...

Dostlara muhabbetlerimle...

 

Ayhan Aydın

07 Aralık 2019

 

REŞAT NURİ GÜNTEKİN (25 Kasım 1880 - 7 Aralık 1956)

Her kesimden insana hitap eden, Anadolu Gerçekliğini eserlerinde işleyen, geriye değil, hep ileriye bakmış çok değerli yazarımızı sevgiyle, muhabbetle anıyoruz...

 

Şeyh Bedreddin İle İlgili Bilgiler...

 

Ahmet Yaşar Ocak: Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, 15.-17. Yüzyıllar

Ülkemizde sosyal, dini konularda ve Alevilik Bektaşilik'le ilgili önemli çalışmalar yapan Ahmet Yaşar Ocak'ın, Şeyh Bedreddin ile ilgili görüşleri...

Şeyh Bedreddin’le ilgili bazı gerçekleri “Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, 15.-17. Yüzyıllar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998” Kitabından birlikte okuyalım:

“..... Bizzat torunu Halil b. İsmail’in menakıbnamesi dahil, Şeyh Bedreddin’den bahseden bütün Osmanlı kaynakları, babası İsrail’in bir Osmanlı emiri, bir gazi ve aynı zamanda kadı olduğunu, I. Murat zamanında –muhtemelen Edirne’nin 1361’deki fethinden birkaç yıl önce- Meriç Nehri’nin hemen batısında bulunan Dimeoka’nın (Didymeoteichon) ele geçirilmesiyle birlikte, yakınlarındaki Simavna (yahut Samavna) Kalesi’ni zaptettiğini, sonra da buraya bizzat komutan ve kadı tayin edildiğini ittifakla yazarlar. ......Annesinin ise, babası tarafından zaptedilen Simavna Kalesi’nin komutanının kızı olduğu, İsrail’in, Melek adını alarak Müslüman olan bu genç kızla evlendiği rivayet ediliyor. İşte Bedreddin Mahmut bu evlilikten 1359 yılında Simavna Kalesi’nde dünyaya gelmiştir.

..... Kadızade-i Rumi diye meşhur olacak olan riyaziyeci Musa ile önce Bursa’ya gitmiş, burada bir süre okuduktan sonra Konya’ya geçerek muhtemelen meşhur Fazlullah-ı Hurufi’nin –menakıbameye göre Sadeddin Teftazani’nin- talebesinden Mevlana Feyzlullah’tan bir sene kadar astronomi (ilm-i nücum) dersi almıştır. Eğer bu zatın Fazlullah-ı Hurufi’nin talebesinden olduğu doğruysa, bu, Şeyh Bedreddin’in Hurufilik’le ilk muhtemel teması demek olduğundan, bizim için çok önemlidir. Böylece Konya’da, bu eski Selçuklu kültür merkezinde eğitiminlerini sürdürürken, hocalarının vefatı üzerine iki amca çocuğu tahsillerine devam etmek üzere, bugün olduğu gibi o zamanlar da özellikle İslami bilimlerde uluslar arası bir eğitim merkezi olan Mısır’a, Kahire şehrine gitmişlerdir.

... İşte, Berdeddin’in Kahire’deki bu tahsil hayatının tam ortasında önemli bir olay gerçekleşir. Bu, onun köken itibariyle kendi gibi Anadolulu olan Şeyh Hüseyin-i Ahlati ile karşılaşmasıdır. Kanaatimizce Bedreddin’in bundan sonraki hayatını, düşüncelerini, özellikle İslami anlayış ve yorumunu köklü bir şekilde etkileyecek ve akılcılığa yönlendirecek olan bu karşılaşma, onun bütün hayatını da değiştirmeye yetmiş olmalıdır.

....bizce onun Tebriz’deki ikametinin gerçek sebebi, Hurufi çevreleri ile temasa geçmektir.... Bedreddin’in Şeyh Hüseyin-i Ahlati ile açılan düşünce dünyası, Hurufiliğin bu ana merkezinde bu çevrelerle temasının sağlamış ve geniş ölçüde etkilenmesine, tasavvuf telakkilerinin bu doğrultuda gelişmesine, hatta kökleşmesine yol açmış olmalıdır...”

Aynı kaynak eserden onun belli süre Mısır’da kalış öyküsünü, Anadolu’ya geçişini, daha sonra ise Musa Çelebi’yle karşılaşıp onun yanında yer aldığını, 1406 veya 1407 tarihlerinde kazaskerlik yaptığını, 1412 yılında Musa Çelebi’nin taht kavgasında Çelebi Mehmet’e yenilmesiyle de İznik’e sürgün gönderilmesinin öyküsünü de öğreniyoruz. Kitapta Torlak Kemal, Börklüce Mustafa’nın ayaklanmaları, Şeyh Bedreddin’in duygu ve düşünce dünyasının oluşmasında etkili olan kişiler ve dini/düşünsel akımlar da ayrıntılarıyla aktarılıyor.

Şeyh Bedreddin’in Alim yönü, Mutasavvıf yönü, “İhtilalci” yönü birinci el kaynaklara da dayanarak, çok geniş bir eser taraması konucunda çok dikkatli ve özenli bir şekilde ortaya seriliyor.

Elbette sadece Şeyh Bedreddin’i değil aynı zamanda Osmanlı’da din dışı ilan edilen Mülhit ve Zındık olarak adlandırılan büyük kitle ve oldukça ünlü kimi düşün insanlarının, inanç önderlerinin ne gibi haksızlıklara maruz kaldıklarını, birçoklarının nasıl idam edilip cezalandırıldıklarını da, Ahmet Yaşar Ocak’ın bu kaynak eseri sayesinde öğrenmiş bulunuyoruz.

Yazımıza yine aynı isimli eserin Şeyh Bedreddin’le ilgili sonuç bölümünü vererek bitirelim:

“... Bununla beraber, bu materyalist, akılcı Şeyh Bedreddin’in içinde, derinlerinde, zaman zaman ona üstün gelen bir de, kuvvetli cezbe sahibi, güçlü bir mistik Bedreddin de vardır. Şeyh Hüseyn-i Ahlati’nin keşfedip yüzeye çıkardığı bu Bedreddin, materyalist Bedreddin’in tabiatın dışında soyut bir kavram olarak değil de, bizatihi kainatın kendisi olarak açıkladığı Allah’ın sesini işittiğini düşünerek vecd içinde “Allah!” diye haykırıp ağlayacak, yarı uyanık bir durumdayken karşısında pırıl pırıl parlayan kendi ruhunu gördüğünü sanacak, yanan mumun öldürüldüğü pervaneyi dirilttiğine inanacak kadar coşkun bir mistiktir. Cezbesi baskın çıktığı zamanlarda, materyalist yanı tamamiyle ortadan kaybolmakta, her şeye bu çoşku penceresinden bakmaktadır. Zaten Şeyh Bedreddin’in kendisi de bu durumun farkındadır; zaman zaman güçlü bir cezbe hali yaşadığını ve ruh halinin, bazen ötekinin öne çıkmasıyla bir arada yaşamaktadır. Bu nasıl olabilir? Kanaatimizce bunun tek kökü, Fazlullah-ı Hurufi ve İmameddin Nesimi ile gelişen bir gövdesi, Şeyh Bedreddin’den sonra da –ileriki bölümlerde ulemadın ve sufiyyeden örneklerini göreceğimiz- serpilmiş dalları vardır. Son tahlilde Şeyh Bedreddin ne yalnız biri, ne de yalnız ötekidir; ileride çok açık ve kesin belgeler ortaya çıkarılıp yukarıdan beri çizmeye çalıştığımız Şeyh Bedreddin portresini değiştirmediği sürece, kanaatimizce o her ikisidir ve Osmanlı tarihinde kendinden sonraki bu tip insanların da önderidir, “ser-çeşme”sidir. ...” (Zındıkları ve Mülhidler, sayfa:136-202)

Ahmet Yaşar Ocak’ın Yayınlanmış Kitapları:

Ocak, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı, Dergah Yayınları, İstanbul, 1989

Ocak, Ahmet Yaşar, Babailer İsyanı, (Genişletilmiş ve Gözden Geçirilmiş Üçüncü Baskı), Dergah Yayınları, İstanbul, 2000

Ocak, Ahmet Yaşar, Veysel Karanî ve Üveysilik, Dergah Yayınları, 1980

Ocak, Ahmet Yaşar, Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989

(Aynı kitap Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, üst başlığıyla ve Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş olarak, İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır. 2000, İstanbul (İletişim Yayınlarında 2. Baskı))

Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Folklorunda Kesik Baş, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1989

Ocak, Ahmet Yaşar, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1990 (2. Baskı)

Ocak, Ahmet Yaşar, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Manâkıbnâmeler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1992

(Aynı kitabın 2. Baskısı 1997 yılında aynı kurum tarafından yayınlanmıştır.)

Ocak, Ahmet Yaşar, Kalenderîler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1992

(Aynı Kitabın Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 2. Basımı 1999’da aynı kurum tarafından yayınlanmıştır.)

Ocak, Ahmet Yaşar-Erünsal, İsmail E., Menakıbu’l-Kudsiyye Fi Menasıbi’l-Ünsiyye, Elvan Çelebi, (Baba İlyas-ı Horasani ve Sülalesinin Menakevi Tarihi), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1995

Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1996

Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998

Ocak, Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, (Yaklaşım, Yöntem ve Yorum, Denemeler), İletişim Yayınları, İstanbul, 1. Baskı 1999, (3. Baskı aynı yerden, 2000)

Ocak, Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltuk, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2002

 

ANIMSAMA

İsmet Zeki Eyuboğlu

 

Bugün yalnızdım evde

Gün bölünmüş ortasından gitmiş yarısı

Bir umut yok penceremde

Ekmek, beyaz peynir, kavun

Yumuşak bir uyku yığmış içime.

Uyumak: kendinden kopmak

Anlamadan, duymadan

Bir ot gibi yaşamak

Ağır geliyor yüreğe,

Yaşamak uzanmaktır geleceğe.

Birden, uzak dağlardan esen

Çiçek kokuşlu bir yel gibi

Parmak uçlarından sıcak duyguların aktığı

Sevgi dolu bir el sessizliğiyle

Dokunmuş özlemin etime.

Nasıl doğarsa gün yüce dağ doruklarından

Yeşeren bir ovaya yayılırsa sessizce

Nasıl vurursa günün ilk ışıkları bir ormana

Nasıl yansıyıp kırılırsa ışınlar suda

Öyle döküldü belleğimin avuçlarına

Etinle, kokunla

Duydum bir daha yaşadığımı yokluğunla…

Sayfa: 79

(İsmet Zeki Eyuboğlu, Taşoğulun Başında, Pencere Yayınları, 1998, İstanbul)

(Fotoğrafta üç çınar: Prof. Dr. Cahit Tanyol, Sadık Göksu, İsmet Zeki Eyuboğlu. / Ayhan Aydın)

 

8 Aralık,

Bakırköy Cemevi'nde Hakkı Saygı'yla Buluştuk...

Cennet Mahallesi'ndeki Cem Vakfı Bakırköy Cem Kültürevi'nde uzun yıllardan beri Alevilik - Bektaşilik konusunda araştırmaları olan Hakkı Saygı Baba ile buluşup sohbet ettik.

Çok sevgili Veli Altın Baba, Ali Halis başta olmak üzere diğer gül yüzlü canlarımızın da bulunduğu ortamda, Hakkı Saygı Baba yeni yayınlanan, Kainatın Var Oluşu isimli kitabını imzalayarak bizlere hediye etti.

89 yaşında olmasına rağmen içindeki bitip tükenmez aşkıyla, sevgiyle, heyecanıyla bizlere de enerji veren çok sevgili Yazar Hakkı Saygı Baba ile söyleşi de gerçekleştirdim.

Alevi - Bektaşi Yolu'nu, Erkanı'nı sürenlere aşk olsun...

Muhabbetlerimle...

Ayhan Aydın

 

Bir Kitap Nasıl Yazılır Ve Biz Alevilerin Vahim Halleri...

Saat: 23.00/24.00'de yatarım, 05.00'de kalkarım. Gün okumaya da, yazmaya da, yemek yapmaya da, televizyon izlemeye de, diyar diyar gezmeye de yetiyor...

İkinci kez olmak üzere Ahmet Yaşar Ocak'ın Babailer İsyanı kitabını okuyorum. Bence Ahmat Yaşar Ocak hem önemli bir tarihçi, hem de Türkiye'de dini/sosyal meselelere özellikle Osmanlı dönemi eksenli olmak üzere, en geniş şekilde bakabilen yazarlarımızdan birisi.

Bazı Alevi yazar arkadaşlar Ahmet Yaşar Ocak'ı bu kadar ön plana çıkarmamdan rahatsızlar. Kendilerince haklılık payları olabilir. Yani bir kısmı ona yöneltilen bazı eleştiriler dolayısıyla, eleştiri hakları saklı olarak, o ve onun temsil ettiği tarih bakış acısının ve bu tarihçilerin Aleviliğe bakış tarzlarını benimsemeyebilirler. Buna saygı duyuyorum. Yalnız saygı duymadığım, üstelik Kalenderi dervişlerin yolunda bir insan olarak, zerre kadar yeryüzünde hiçbir kişi ve kuruma tenezzül etmediğim için, bazen bazı şeyleri söyleme gereği duyuyorum.

Hiç kimseyi putlaştırmam, kimseden bir inayet dilenmem; eline su dökemeyecekleri insanlara hem de dürüstçe isim vererek değil, kendi karanlık dünyalarının basitliği gibi perde arkasından, adi dedikodu yöntemiyle sözde küçük düşürmek, itibarsızlaştırmak... Kumpaslar içinde olmak... Bunlara karşıyım. Çık eleştirini yap, yapabiliyorsan... Gerçi bu hayatın bir gerçeği oldu, ara ki bulasın dürüst insanı.

Adam Arapça bilmez, Farsça bilmez, Osmanlıca hiç bilmez ama bu diller bilinmeden kesinlikle bilimsel bir eser ortaya konulamayacak alanlarda ahkam keser, nara atar... Bir de Ahmet Yaşar Ocak ve benzerlerini yok sayar, perde arkasından onları sözde karalar... Karalanan kendi kara suratıdır, bilmez...

Diğer tüm kitapları gibi, gerçekten birincil el kaynaklara ulaşan, onları gerçekten okuyan, onlardan karşılaştırmalı metinler olarak yararlanan gerçek bir bilim insanı ve elbette onun gibi nice insanlar var bu dünyada...

Üretmeden, lafla, sözle, sosyal medya üzerinden beğeni alma zavallılığı aldı yürüdü...

Be güzel kardeşlerim, be güzel canlar... Aynaya bakmayı hepten unuttuk...

Bir konuyu doğru, doyurucu, geniş kaynaklardan yararlanmak adına, gösteriş için değil, sadece bilim ahlakıyla / disipliniyle hareket ederek, yani işin hakkını vererek araştırmak, karşılaştırmalarda bulunmak, o dönemin dünyasına gitmek, mümkün olduğunca tarafsız olup ortaya ürünler koymak.... Bu takdir edilecek, takip edilecek yol ve yöntem değil midir, sevgili dostlar?

Ya Bizim Hallerimiz?...

Geçenlerde; kendisine yazar denilen bir sarhoş, çıkıyor bir internet canlı yayınında sunucuya hakaretler yağdırıyor... Ne adına sözde Alevilik adına, adam resmen sarhoş. Utandım, utandım, utandım...

Daha önce kaynak da gösterildi, bir başkasının eserlerini kendisine mal eden, açıkça hırsızlık yapan, ne dedelikle, ne çelebilikle, ne Bektaşilik'le bir ilgisi olmayan bir şarlatan / şovmen, uyarılarımıza rağmen Avrup'da bir tv. kanalına 3/4 kez çıkıyor, şimdi de Türkiye'de, her önüne gelenin bir dernek, gurup, gurupçuk kurduğu gibi, bir dedeler platformunda konuşturuluyor, o şarlatan orada da baş tacı edilmiş...

Yine türlü ahlaksızlıklarıyla, şarlatanlıklarıyla gündeme gelmiş sözde bir dede bozuntusu yine Türkiye - Avrupa eksenli bir yapı tarafından ön plana çıkarılabiliyor. Adam adi bir tacizci, sözde "çok inançlı Aleviler" gibi görünen bir gurup bu pisliği yine ön plana çıkarıyor.

Herkes bir youtube sayfası, bir televizyon kanalı kurup tüm basitlikleriyle Alevilik - Bektaşilik adına ahkam kesiyorlar.

Can dostlar;

Özellikle Avrupa'daki kafası Türkiye'dekilerden de karışık canlar...

Bir iki övgü, bir iki ajitasyon laf, "dedeciğim, çok çok sevgili başkanım" diyen profesörlük tahterevallasınden size öpücük gönderenler dahil, bunlara ne çabuk kanar, inanır, alkışlar oldunuz... Kol / kanat gerersiniz, birilerine.... Eğriyi görmez / Doğruya gelmezlerle el / ele / kol / kola olursunuz...

Ahmet Yaşar Ocak gibi bilim insanları yetiştirmek, gerçek araştırmalarla kendi tarihimizi, kültürümüzü aydınlatmak için samimi çabalar içine girmedikten sonra yapılanların hepsi numaradır, gösteriştir...

Şimdi devletle, belediyelerle sistemin içine iyice çekilip özellikle kurumlar aracılığıyla tek / tipleştirilen bu kesim; belki de Osmanlı'nın da yapamadığını kendi elleriyle yapıp tüm köklerinden koparak asimile olacaktır.

Şarlatanlarla, gösteriş meraklılarıyla, çıkarcılarla, menfaatperestlerle, sarhoşlarla, "Alici Aleviler", "Alisiz Aleviler" boş / anlamsız, bu yola ihanet olan tartışmalarla hep zaman kaybedilmektedir...

Ama şu da var... Bunu yıllardır sadece ben söylemiyorum, onlarca aklı başında insan da yazıyor, söylüyor...

Kendime bu konuda bir kıymet vermiyorum... Ama elimde kalem var, yazıyorum, bu gidişin sonu uçurumdur...

Ama yine söylüyorum ki, eğer koyun sürüsü gibi, en baştaki kendisini uçurumdan atarken, arkadakiler de her birisi bir başka tepenin, kıymeti kendinden menkul şeyh bozuntularının, oluşumların şunun bunun arkasından o boşluklara kendilerini bırakmak istiyorlarsa, artık çok da yapacak bir şeyimiz olmuyor...

Sanırım ben ve benim gibiler biraz da; yüzyıllar boyunca oluşmuş, Alevi - Bektaşi Değerler bütünü olan Alevi - Bektaşi Öğretisi / Yol / Erkan ve Kültür İnanç Varlığı için üzülüyoruz...

Yağmalanan yok edilen ocaklar, şimdi yok olmuş, yok edilmiş (hem dedelerin, hem taliplerin, hem sistemin sayesinde) ocak / dede / talip ilişkileri, eski gelenekler, tekkeler / dergahlar, görgü cemleri, dört kapı / kırk makam olgusu, yolu süren gerçek Bektaşiler, Bektaşi Babaları, / ozanlar yani tüm değerlerimiz için daha çok üzülüyoruz...

Bu toplum param parça olmayı biraz da kendisi istiyor zaten, anladığım kadarıyla...

Yüzyıllar boyunca daha bazı şeylerin tecrübe edilemediği için üzülüyoruz...

Bu saatten sonra yara merhem tutmaz...

Cahilin yanında, şarlatanın yanında, üç kağıtçının yanında olan biraz da bu toplum.

Yanlışlara ses çıkarmayan, cemevlerinin çıkar guruplarının çıkar paylaşım alanına dönüşmesine ses çıkarmayan bu toplum...

Bazı dedelerin camii hocalarından daha da gerici bir tarzda davranmasına ses çıkarmayan bu toplum...

Hep yazdık, bağırtılar yükseldi; iğneyi kendine, çuvaldızı başkana batırmayan, aynada yüzüne bakmayan, kimseye bir şey söylemez...

(Ben mi, her daim aynaya bakıyorum, her daim çuvaldızı kendime batırıyorum.)

Aşkı niyazlar...

Ah Ahmet Yaşar Ocak ah, Kalenderiler kitabından sonra şimdi Babailer kitabını tekrar okurken sabah sabah bana neler yazdırdın, ömrün uzun olsun sevgili hocam, ömrün uzun olsun...

 

Muhabbetlerimle...

 

Ayhan Aydın

09 Aralık 2020

 

Cumhuriyet Dönemi Bektaşi Yolu'nun öncü isimlerinden, Turgut Koca Baba Sultan eserleriyle, fikirleriyle, deyişleriyle her daim yaşıyor...

 

 

Hü Dost

 

Üçler, beşler, kırklar, pirler aşkına,

Koç kuzu kurbanlar meydana geldi.

Can ü baştan geçen erler aşkına,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Kurbanın üstünde yürüdü erkan.

Boynuzu zülfikar, didarı kur’an.

Budur hakka makbul olan tercuman,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

En’amte, ekremte aleyke Ali.

Azemte, eslemte aleyke Ali.

Çar köşe alemte aleyke Ali

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Postun başı teslim, ayağı hizmet.

Mihrabı cemaldir, kıblesi rüyet.

Ortası muhabbet, taşrası sebat,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Postun her bir teli çağırır Allah.

Muhammet ül Emin, Resul-i Lillah

Aliyel Murteza, Amentü Billah.

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Kırklar katarına edildi niyaz.

Zikr edip söylerler üç nefes, bir duvaz.

Tekbir gülbangini çekince ustaz,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Kurbana tuz ile suyu gösterin.

Ciğeri mürşidin, döşü rehberin.

Yüreğini nasib alana verin.

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

(Turgut Abdal) vardım rıza şehrine,

kurban oldum muhabbetin mıhrine.

Zebiheyn yazıldı aşkın mührüne,

Koç, kuzu kurbanlar meydana geldi.

 

Turgut Koca

 

9 Aralık,

Tüm ömrü boyunca Alevilik - Bektaşilik konularında araştırmalar yapmış, olaya daha çok inançsal boyutuyla bakan, Anadolu ve Balkanlar'da Alevi - Bektaşi merkezlerinde, ocaklar, tekkelerde bulunmuş, notlar tutmuş, kitaplar yazmış Hakkı Saygı'yla yapılan söyleşi. 89 yaşında olan Hakkı Saygı, daha önceki dönemlerdeki araştırmalardan ziyade bugün artık bütüncül bir şekilde olaya baktığını, "Alevi - Bektaşi - Sünni" bir fark gözetmeden her inanca bütüncül baktığını söylüyor. Son kitabıyla ilgili de bir söyleşi yaptığımız Hakkı Saygı Baba bu söyleşide daha çok Batini boyutuyla erenleri, yaşamı yorumluyor.

Ayrıca Cem Vakfı'nın 1997 yılında ve Ahmet Hezarfen'le birlikte 2000 tarihinde gerçekleştirdiğimiz geziyle ilgili anılarını da bizlerle paylaşıyor.

Ayhan Aydın

08 Aralık 2020

Cem Vakfı Bakırköy Kültür ve Cemevi Cennet Mahallesi, Bakırköy / İstanbul

Osmanlı Tarih Yazıcıları Bizi Nasıl Yazmışlar?

Diyorum ki ezberleri bırakın, kaynakları okuyun, korkmayın gerçek tarihçilerin yazdıklarına kulak verin. Üstelik sosyolog, tarihçi, antropolog yetiştirmek için birbirinizle yarışın, yok, yok, bizimkilerin, bizim kurumların başındakilerin ve onların yandaşlarının, yanında yöresinde onları (gizli - açık) alkışlayan sözde dedelerin, babalaların, yazarların, çalgıcıların kafası aynı kafa… Pofpoflasınlar, cepleri dolsun, "bugüne şükür, yarabbi çok şükür" desinler...

Bugünün Alevi – Bektaşi toplumunun ataları, bu öğretinin temellerinden olan Kalenderiler’e Osmanlı Devleti’nin resmi tarih sisteminin, tarih yazıcılarının bizlere bakışı şu şekildedir…

(Osmanlının 960-62 / 1553-55 İran seferinden kısa bir süre sonra Seyyid Battal Gazi tekkesini denetime girmiş, gözlemlerini Sultan 1. Süleyman’ın kendine sunmuştur. (41) İşreti’nin sunusu, içerikçe muhtemelen Âşık Çelebi’nin, her zaman renkli olan kedi gözlemlerine benzetiyordu:

“Anadolu vilayetindeki Seyyid Battal Gazi tekkesi, kötülük ve ahlaksızlığa arka çıkardı. Ana ve babalarından ipini koparmış serseriler (ve) müzik aletleri ile uyum içinde türkü söyleyerek inanç süsü olan sakaldan yoksun yüzler ve kaşlarının kazınmasıyla gizlenmiş (alınlarına yazılı) kara kaderleri ile bir tekkede bir yer ardında koşarak, Işık olmuş kaçaklar(la doluydu). Namazlarının çoktan kılındığını ve kefenleri çoktan dikilip bağlandığını söyleyerek beş vakit namazlarında yalnızca dört tekbir getirir, ezanı beklemez, imama da aldırmazlardı. Sultanların zekâtı ve iyiliksever kişilerin sadakası ile yaşayan birtakım obur eşşektiler. Sultanönü’nkinden başka bir sancak kaldırarak çevre alanları basar, ne zaman sancak ve davul sesleriyle askeri bir alay görseler gülünç boruya öttürürlerdi. ….”

(Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kuraltanımaz Kulları, İslam Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-1550), Çeviren: Ruşen Sezer, Yapı Kredi Yayınları, 2007, sayfa: 93/94)

Fotoğraf: Ayhan Aydın. Seyyid Battal Gazi Külliyesi / Dergahı. Eskişehir / Seyit Gazi İlçesi.

 

9 Aralık,

Yöremizin çok değerli simalarında, Gümüşhane Şiran Yeniköy'den Gülcihan Günel (93) Ankara'da Hakk'a nail olmuştur. Gül yüzlü anamızın devri daim, devri asan, menzili mübarek olsun. Sonsuz ışıklar içinde yatsın... Tüm sevenlerinin ve yakınlarının başı sağ olsun...

 

Cem Vakfı bünyesinde çalışırken gönüllü olarak Cem Radyo'da ve Cem Tv.'de de sayısız program yaptım. Bu yüzlerce programdan elde olanları Mustafa Karaçiftçi arkadaşımın yardımıyla yayınlanabilir hale getirip youtube'da yayınlamak yararlı olur, dedim.

Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Eski Başkanı, Ehlibeyt Dergisi çıkaran, Avrupa'ya giden Alevi kuşağından, aynı zamanda ocakzade olan İsmail Elçioğlu yıllar yılı bu dava için koşturan bir değerimizdi.

Kendisiyle Cem Tv.'de de bir program yaptığım İsmail Elçioğlu'nu saygıyla yad ediyoruz. Ruhu şad olsun. Işıklar içinde yatsın...

Ayhan Aydın

Asıl türbesi Antalya - Elmalı - Tekke Köyü'nde olan Alevi - Bektaşi kültür ve inanç dünyasının temel şahsiyet kimliklerinden Abdal Musa'nın Bursa ve başka yerlerde de makam veya türbeleri olduğu söyleniyor. Aynı inanç ve kültür dünyasının bir büyük ismi Süceattin Veli'nin türbesinin olduğu Eskişehir - Seyitgazi, Arslanbeyli Köyü'nde Abdal Musa türbesi / makamı.

Fotoğraf: Ayhan Aydın, 2015

 

12 Aralık,

 

RIZA YÜRÜKOĞLU (Nihat Akseymen).

TKP (İşçinin Sesi) Genel Sekreteri.

1945 - 11. 12. 2001

Bir çok eseri yanında; Alevilikle ilgili yazdığı ve yazıldığı dönemdeki çalışmalara, çeşitli tutum ve davranışlara çok akılcı ve yerinde eleştiriler getiren, Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, kitabının da yazarı, Rıza Yörükoğlu'nu sevgi ve muhabbetle anıyorum.

 

12 Aralık, 14:18  · YouTube  · 

Cem Vakfı bünyesinde çalışırken gönüllü olarak Cem Radyo'da ve Cem Tv.'de de sayısız program yaptım. Bu yüzlerce programdan elde olanları Mustafa Karaçiftçi arkadaşımın yardımıyla yayınlanabilir hale getirip youtube'da yayınlamak yararlı olur, dedim.

Dedeleri, babaları, ozanları, aşıkları, yazarları, kurum temsilcilerini konuk ederek bir dönem Alevi hareketinde bir büyük boşluğu doldurduğmuz bu büyük çabalarımız içinde bizlere her daim yardımcı olan gençlerimiz de vardı. Her ikisini de sevdiğim ve şimdi de diyaloglarım devan eden Doruk Kaya ve Mehmet Kaygusuz'a selam olsun...

Cem Vakfı'ndan, Cem Radyo ve Cem Tv.'den belki yüzlerce insan gelip geçti. Bunlar içinde çalışanların tümünü sevdim / sevildim. Bir sorunum olmadı. Orada çalışan, görev alan gençler hayatın içinde kim bilir nereler savruldular. Hemen tümü temiz, dürüst çocuklardı / gençlerdi... Her daim önleri açık ve aydınlık olsun...

GELENEĞİ YAŞATANLARIN SESİ:

Ben en büyük sevdalarımı; Alevi - Bektaşi etkinliklerinde yaşadım. 30 yılımı bu çalışmalara verdim. Toplumdan aldığımdan daha fazlasını topluma verdim. Çok ezildim, çok engelleri aştım, işsiz kaldım, maddi bir varlık elde etmek gibi bir niyetim zaten yoktu ama madur olan hep ben oldum. Ama yine de mutluyum, geriye bir şeyler bırakmak en güzeli...

Orijinalleri Şahkulu Sultan Dergahı'nda olan video kayıtlarından elde olanların kopyalarını yayınlayarak bu görüntülerin yok olmasına engel olmak istiyorum. Toplumdan aldığımı, bir ticari beklenti olmadan yine topluma veriyorum.

Geleneğimiz sonsuza kadar var olsun, çerağımız sonsuza kadar yansın yakılsın...

EKİN İDİK OLDUK HARMAN

AYHAN AYDIN’LA

ALEVİ – BEKTAŞİ YOL VE ERKÂNI

CEMLERİMİZ

TOKAT TURHAL DERNEĞİ ÖNCÜLÜĞÜNDE

ERASLAN DOĞANAY DEDE’NİN YÜRÜTTÜĞÜ CEM

TOKAT YÖRESİ CANLARIMIZ

HACI BEKTAŞ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI

OKMEYDANI CEMEVİ

4 ŞUBAT 2003

 

 

ALEVİLERDE GERÇEK VE SAHTE PİRLER

 

Bizim Alevi toplumu; zaman zaman “bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmış” derler.

Bunu farklı manalarda söyleseler de, bu ön kabul bazılarınca, “zamanında bizim ulularımızdan, pirlerimizden öğreneceklerimizi öğrenmişiz, biz onların doğru bildikleri yolundan gideriz” şeklinde de anlaşılmaya başlanmıştır.

Sünnilerdeki Şeyh – mürit ilişkisi gibi, Alevilerdeki Pir – talip ilişkisi de zaman zaman hep farklı, çoğunlukla da yanlış yorumlanmıştır. Yüzyıllar boyunca ocaklar, pir – dede / talip ilişkisi bu büyük öğretinin bugünlere gelmesini sağlamış ana temel yapı taşıdır. Ama ne acı ki artık doğru yorumlanacak fazla bir şeyde kalmamıştır bu dünyada.

Alevilerin yüzyıllar boyunca sürdükleri usul ve ahkâmlar / erkânlar / sürekler / olmazsa olmaz ilkeler zamanla teker teker bir kenara atılmış, bırakılmış, büyük değişimler yaşanmıştır bu yolda.

İnsanlar erenlerin, ozanların, gerçek pirlerin yaşattıkları Alevi – Bektaşi Yolu’nu zamanla yozlaştırmaya, temel bazı ilkelerden ödün vermeye, kırsaldan kente göçünce de bir iyice sarsıntılar geçirirken, kimliklerinin / kişiliklerinin bazı temel yapılarını da dağlardan, bayırlardan aşağı, yokluğa doğru bırakmışlardır.

Artık günümüzde; Aleviliğin gerçek değerlerini yaşatan, var eden insan sayısı da, gerçek inanç önderlerinin de sayısı iyice azalmıştır.

Daha da somutlayıp bugünlere meseleyi getirir ve kısa kesersek yazımızı, şunları net olarak söyleyebiliriz:

Düne kadar Aleviliğin değerleriyle yaşamamış, Alevi’yim dememiş, kimliğini hep gizlemiş nice nice ikiyüzlü yığınla insan, bu arada bazı dedeler, yazarlar, profesörler, şunlar, bunlar bugünün dünyasında Alevilik bir değer olunca, Alevilik konusunda en ön plana çıkıp bu konuda ahkâm kesilmeye başlamışlar, dolayısıyla meydanı onlar kaplamıştır.

Belki benim artık daha çok yazmam, konuşmam gerekir bunları. Çünkü 30 yılda gördüklerim çoğu kimsenin görmedikleri kadardır…

Neyse, şimdi bu yüzyılların tertemiz duygularıyla inancını yaşamak/yaşatmak isteyen gül yüzlü toplumu ve içlerinden bir kısmının hala aynı temizlikle hizmet yürütme aşkı olan Pir’leri, kurum başkanlarını, kurum temsilcilerini bir tarafa bırakalım…

Devir eleştiri, arınma, aklanıp / paklanma devri olmalıdır.

Aynen gelenekte olduğu gibi, insanları kucaklayan, onlara bir can gözüyle bakan gül yüzlü gerçek dedeler karşısında türeyen dedeciklere bakalım biraz.

Anadolu’da bin bir zahmetlerle yolu yaşatanlar ve Anadolu saflığında kalan gerçek yol ve erkânı süren dedeler ola ki İstanbul’a geldiklerinde bu payitaht şehrinde daha önceden buraya gelen dedelerce pek hoş karşılanmamışlardır. Benim İstanbul Dedeleri, dediğim; bürokrasiyle, devletle, belediyelerle, sistemle, “başkanım her şeyi bilir” diyen kafayla, gizliden Diyanet seviciliğiyle, para pul, mevkiiyle, kendi talibini kaybetmiş, terk etmiş ya, Alevi – Sünni- Şii- ortalıkta dolaşan meraklı yığınların dedesi olma sarhoşluğuyla, Anadolu Dedeleri’ni her daim dışlamışlar, onları hep ikinci planda tutarak, postlarını onlarla paylaşmamışlardır.

Cemevlerinde post kavgası bayağı ciddi boyutlara da ulaşmış, kafalar karışmış, köklerinden kopan bazı dedecikler basit ayak oyunlarına da girişmişlerdir. Bir başka dedeyi, kendilerini eleştiren kimi yöneticileri, yazarları düşman ilan etmişler, camilerde vaaz veren hocalara öykünerek zamanla cemevlerinde tek – tip cemlerle, ellerindeki kâğıt parçalarından okudukları ve şuradan buradan devşirdikleri bilgi kırıntılarıyla, önlerinde bir rahle, oturdukları kürsülerle bazıları bazı cemevlerinde birer Şii / Sünni kırması vaize dönüşmüştürler.

Şimdilerde çıkara batan; dedeliğini, başında bulundukları kurumları kullanarak devlette, belediyelerde oğlunu- kızını, bir yakınını işe sokmak için bu ulu yolu kullananlar, başında oldukları kurumları kendi akrabalarıyla birlikte babalarının çiftliği gibi yönetmeye başlayanlar ortalığı sarmıştır. Bataklıktaki sivrisinekler gibi yanına aldıkları çalgıcı orkestrasıyla halkın ceplerindeki yol paralarını attıkları kumbaralarda birikenleri bu yol için değil de, kendi gösterişleri için kullananlar…

Kurban alıp – kurban satıp cemevlerini pazarlık yerlerine çevirenler…

Şimdi bakıyoruz, çıkar için, riya ile, gösteriş için, birbiri ardına sözde sahte “pirler meclisleri, dedeler divanları” kurup duranlar…

Ne kadar şarlatan, şovmen; Aleviliğin inanç varlığını, Aleviliğin – Bektaşiliğin o güzelim değerlerini kullanan varsa, birden bire kendisini herkesten üstün bir dede, bir “pir” görmeye, göstermeye başlamışlardır.

Alevi – Bektaşi değerlerinin yerini çıkar hesapları alınca, Alevi kurumları tam kurumsallaşmayınca, merkezi bir sistem olmayınca buralar, bu hale geldi.

Kimse bunları sorgulamayınca, oto kontrol olmayınca, toplum da “uyurgezer” bir şekilde kurumlara gerçekten sahip çıkıp buraları kimler yönetiyor, buralarda neler dönüyor, diye sormayınca bu yapılar; Şiilerin, sahte pirlerin, çıkarcıların cirit attıkları mekânlara dönüştüler…

Her siyasi görüşten insanla düşüp – kalkarken, kapalı kapılar arkasında neler konuştuklarını halktan gizlerken, sözde “dürüstlükten, namustan, erdemden, ahlaktan, he’mi de bir de “solculuk”tan, emekten vs.” bahsedenler…

Dışarıda hiçbir kazmaya sap olamazken, yıllar yılı entrikalarla kurumları ele geçirip, orada kalmanın yolunu bulan, halka bilgi vermeden kendi kendilerine bağladıkları maaşlarla bu kurumları yiyip bitiren onlarca asalaklar sürüsü…

Öncesinde hiçbir işte çalışmadığı halde bu kurumlara geldikten sonra en lüks arabalara binip yarım metre puro içen suratsız başkanlar…

Gerçekten çok ihtiyacı olmasına rağmen yüksek lisans, doktora öğrencilerine yapmaları gereken yardımı kendilerince kendi kafasında olanlara yapanlar…

Hiçbir ciddi bilimsel, ileriye dönük, bu toplumun geleceğine yön verecek çabalar içine girmeyenler…

Kurumun paralarıyla gösteriş için uçaklara binip, hesapsız kitapsız diyar diyar dolaşanlar…

Şiş kebap partisi düzenleyenler…

He mi, bunlar “Pir”, bunlar “Alevi kurum başkanları?”

Pir…

Pir kavramı ne de çok yozlaştırıldı bugün artık.

Bazı ikiyüzlü, çıkarcı insanların elinde de özünden ne de çok saptırıldı.

Yolları dört gözle beklenen, aynen kendileri gibi etten / kemikten yaratılmış olsalar da, yüzlerinde nur, ellerinde / dillerinde adalet eksik olmayan…

Ulu erenlerin, ozanların nutkuyla yaralarını iyi eden, müşkül halleri halleyleyen, dürüstlük, mertlik, cömertlik, ahilik, akılık, erdem, hoşgörü, adalet, her daim en fakirin yanında yer alıp sofrasını onlarla paylaşan, en fazla güçsüze güç verme tılsımında, İmam Ali’nin, Boz Atlı Hızır’ın neferleri… Gerçek Pirler…

Pir lafını kullanıp, onun arkasına sığınarak Aleviliği kullanan, yozlaştıran sahtekâr “Pir”ler…

Hey gidi günler hey…

Ben çok konuşmamayım; “abdesti alınmış, namazı kılınmış”, ozanlardan, pirlerden, şundan bundan çokça dem vuranlar dâhil, yazarı da, dedesi de, ozanı da, okumadan her şeyi bilen bu zavallı toplumuma, ağızlarından hiç düşürmedikleri halde hiçbir kitabını okumadıklarını çok iyi bildiğim, Alevi – Bektaşi Kültür Dünyasının büyük ozanı Kaygusuz Abdal’la sesleneyim.

Bazılarının; Sağırdır kulakları, laldır dilleri, kördür gözleri ama sesimizi duyan gençler bir gün bu ulu yolu çıkarsız, riyasız belki aynı aşkla yürütürler diye, umudum okuyan gençlerdedir, diye paylaşayım onun çok güzel bir şiirini…

Muhabbet ehline aşk ile…

 

Ayhan Aydın

14 Aralık 2020

 

Ol haber yitdi bu kez geldün pire

Pir odur kim yolsuza yol göstere

 

Sakalı ağa dimezler pir deyü

Pirlik oldur terk ide her sevdayı

 

Pir gerek ki kendüyi bilmiş ola

Gönli içinde Hakkı bulmuş ola

 

Kalmaya bu dört kapuda müşkili

Pir gerek ki söyleye cümle dili

 

İlm-i ledün ne dimektür pir bile

Pir gerek talibün aynasın sile

 

Kaygusuz Abdal

 

(Mesnevi-i Baba Kaygusuz, Dr. Zeynep Oktay (Uslu), Harvard Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, Türkçe Kaynaklar, Yayınlayanlar: Cemal Kafadar, Gönül Alpay Tekin, 2013, Sayfa: 113)

 

Fotoğraflar:

Kaygusuz Abdal, Temsili Resim.

Hz. Ali, Saz, Cerağ; Gümüşhane Şiran Yeniköy Cem Kültür Evi, 2008

780 Yıllık Büyük Dam, Şeyh Onar Dede (Baba) Cemevi, Malatya - Arapkir - Onar Köyü

Seyyid Ali Sultan Dergahı Meydanevi, Yunanistan. (Tekkenin Kuruluş Tarihi Yaklaşık 1400)

Ulu Ozanımız Pir Sultan Abdal'ın Sivas Yıldızeli Banaz'daki Heykeli, 2008

Fotoğraflar: Ayhan Aydın

 

Sevgili dostlar;

Alevi - Bektaşi ulu erenlerinden Abdal Musa Hacı Bektaş Veli düşünce dünyasında, özellikle Batı Anadolu'da bu sistemin kök salmasını sağlamış en önemli tarihi ulu şahsiyetlerden birisidir. Bursa'nın alınması, Batı Anadolu'daki faaliyetleri sonrasında bugünkü Antalya Elmalı Tekke köyü'nun bulunduğu yerde yer / yurt tutmuş, bir ocak / tekke merkezi kurarak Alevi/ Bektaşi Öğretisinin kökleşmesini sağlamıştır. Anadolu Aleviliğinde bir gelenek olarak "Abdal Musa Lokması ve Cemi" yapılır. Özellikle kış aylarında Aralık - Ocak döneminde yapılan bu ceme "müsahipli / müsahipsiz / genç / çocuk" herkes girebilir. Bir birlik cemidir bu cem. Ortaklaşa alınan kurban veya kurbanlar tığlanıp pişirilir, "etli / pilav" olarak cümle canlara dağıtılır. Abdal Musa ve Anadolu'da yaşayan erenlerin "birliğin, beraberliğin, kaynaşmanın ve de bereketin" sembolü olmasının en güzel delili bu tip etkinlikler özel günlerdir. Çünkü burada Aleviler ve Bektaşiler'de olan işte nasip/ nasipsiz, müsahipli / müsahipsiz gibi inanç kaynaklı bazı doğal farklı isimlendirmeler de ortadan kalkar herkes bir can / bir baş olurlar...

İşte her sene yapılagelen bu etkinliklere de insanlar bu sene hasret kaldılar... Umarım bu zor günler, corona günleri, Alevi - Bektaşi toplumuna nereden geldiklerini, yoklukları paylaşarak azalttıklarını, dostluğu, birliği, kaynaşmayı bir kez daha hatırlatır. Yenen Lokmaların ise nasıl bir nimet ve bereket unsuru olduğunu göstermiş olur...

Hakk cümlerimiz bu birlikten, bu dirlikten, bu muhabbetten, bu yaşama aşkından ve Alevi Bektaşi Yolu'nun, Öğretisi'nin aydınlığından ayırmasın...

Abdal Musa Sultanımızın da demi devranı yürüsün...

Gerçekler demine,

Evliyalar kerimine,

Sonsuz insanlık düsturuna,

Hüüü...

 

Ayhan Aydın

23 Aralık 2020

 

 

Anadolu'nun ve özellikle Rumeli yani Balkanlar'ın ulu erenlerinden Sarı Saltık ile ilgili de özellikle yıl sonuna gelen bu günlerde farklı inançlardan ve dinlerden de etkilenmeyle "bayram" anmaları yapılmaktadır. Aynen Abdal Musa Sultan'da olduğu gibi bu kış günlerinde, yıl sonunda, yokluk / kıtlık zamanında, hem bereketi, hem de yeni yılla yenilikleri çağrıştırması bakımından Sarı Saltık Sultan'ı bir kez daha anıyoruz... Onu manevi varlığı tüm Anadolu'da ve özellikle Balkanlar'da derinden hissedilmeye devam etmektedir...

Hakk cümlemizi bu birlikten, bu dirlikten, bu güzelliklerden ayırmasın...

Sarı Saltık ulu erenimizin kutlu nefesi cümle insanlığa barış, sağlık, mutluluk getirsin...

Erenler / evliyalar aşkına,

Gerçekler demine, hü dostlar hü...

 

Ayhan Aydın

23 Aralık 2020

 

 

Bedreddin’in Düzeninde

 

Nice gerçek dile gelmiş

Bedreddin’in düzeninde

Halkın yüzü güle gelmiş

Bedreddin’in düzeninde

 

Birlik olup halk derilmiş

Üretime hız verilmiş

Sömürü yere serilmiş

Bedreddin’in düzeninde

 

Alın teri değer bulmuş

Boş ambarlar tahıl dolmuş

Zengin fakir eşit olmuş

Bedreddin’in düzeninde

 

Kara yazı ak edilmiş

Aç karınlar tok edilmiş

Kula kulluk yok edilmiş

Bedreddin’in düzeninde

 

Bilim denen ışık yanmış

Sağır duymuş kör uyanmış

Açlar doymuş susuz kanmış

Bedreddin’in düzeninde

 

Herkes kardeş kullar ortak

Meyve veren dallar ortak

Yar dışında mallar ortak

Bedreddin’in düzeninde

 

Derviş Kemal, Hakk’ın kulu

Yüreğimde umut dolu

Mutluluğun gerçek yolu

Bedreddin’in düzeninde

 

Kemal Özcan (Derviş Kemal)

 

 

 

Sarıkamış Bitmedi, Bizi Biçmeye Devam Ediyor...

Enver Paşa'nın çok yanlış kararları, Türkiye'nin geleceğini tırpan gibi biçti, tek kurşun atamadan binlerce er'imiz kahredici soğukta telef oldular. Sonsuzluk alemine karışırken acaba bizlere haklarını helal ediyorlar mıydı o ölümsüz er'ler?

Onların ruhları dolaşıyor dört bir yanda, hiç kimse bundan bir rahatsızlık duyuyor mu?

Binlerce şehit, var arkamızda.

Şimdi ise; birlerce işsiz - umutsuz - intihara eğilimli genç, yok pahasına satılan milli servetler, şuna buna peşkeş çekilen, dökülen kanla kazanılmış bir kutsal yurt...

Hakk bizi yeni Sarıkamış'lar yaşanmasından emin eylesin, bu kutlu vatanda bizi başkalarının kölesi, sömürgesi yapmasın...

 

Ayhan Aydin

19 Aralık

 

MARAŞ, MARAŞ, KANLI MARAŞ...

DOSTLUKLAR ÇOĞALSIN, BARIŞ ÇOĞALSIN YURDUMUZDA...

Her şeye rağmen tüm farklılıklarımıza rağmen birbirimizi sevelim. Hitler, Alman ulusunun başını öyle aşağı indirdi ki, 60 yılda dünyanın en zeki, en çalışkan, en üretken bence dünyanın en gelişmiş ülkesi olmalarına rağmen onların boyunları her daim biraz eğik kalacaktır.

Bu ülke de bir daha toplu kıyımlara, faşist kalkışmalara izin vermeyelim...

Bu onulmaz utançları yaşamayalım.

Şimdi sisler arasında kalan ve ne güzel- yiğit insanlarmış, ne yaptıysalar çok az bile yapmışlar dediğim gerçek devrimcilerin dediği gibi; "Kahrolsun faşizim, faşizme ölün, halka hürriyet."

 

KÖKLERİMİZİ UNUTMAYALIM…

KALENDERİLERİ DE ANALIM…

 

İki âlemde sultandır Kalender

Kadim küfrü, imandır kalender

Kalenderdir, hakikat sırr-u göheri

Emir-i hayy-i fermandır kalender

 

Kalender, Mustafa vü Murtaza’dır,

Zehi cism ile candır kalender.

Cihan içinde ser tapa Burhana,

Şahın aşkına kurbandır kalender.

 

Mifarler ki mest-i haktı candan,

Visal-i şaha mihmandır kalender.

Cihanın derdini buldu geda buş,

Acaip Ehl-i imandır Kalender.

 

Keçindi, şöhret-i âlem göründü,

Hesabı cümle ihsandır Kalender.

Velayet kabesini açtı Hatayi,

Gulam-ı şah-ı merdandır Kalender.

 

Hatayi

 

Ayhan Aydin

18 Aralık,

Bir zamanlar softalar Yunus Emre'yi hiç sevmezlerdi. Ama kapitalist düzende, eskiden kötü dediğine de şimdi iyi de, her kimden nasıl yararlanıyorsan yararlan, zihniyeti vardır. Şimdi ise hepsi bir Yunus Emre, Ahi Evran, Mevlana, Hacı Bektaş uzmanı kesildiler. Tüm değerleri kendilerine mal ediyorlar. Aynı zamanda kendi ideolojik görüş ve düşünceleri içinde bunların düşünce dünyalarını eriterek, asıl yapılarını bozarak yozlaşmış yapılarına payanda yapıyorlar. Bu böyle, hal böyle yani. Ama peki Alevi Bektaşi toplumu, hatta bırakın toplumu bu kesimin aydını ne yapıyor, bu değerlerin değerini tam biliyor mu? Onu da geçelim, her gün cemevlerine çağırmaya başladığımız salya - sümük Şiiliği, Sünniliği dolaylı olarak Alevilik diye anlatan şarlatanlara karşı, yazarımız, dedemiz, babamız, dervişimiz, sözde ozanlarımız bu değerlerin değerlerini gerçekten tam bilebiliyorlar mı? Yunus Emre'nin tüm eserlerini okumuş kaç tane dedemiz var mesela, bunu merak ederim...

HURİ İLE GILMANI

Ben dervişim deyene, bir ün edesim gelir

Seğir düben sesine, varıp yetesim gelir

 

Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir

Varıp anın üstüne, evler yapasım gelir

 

Altında gayya vardır, içi nar ile pürdür

Varuben ol gölgede, biraz yatasım gelir

 

O da gölgedir deyu, ta'n eylemen hocalar

Hatırımız hoş olsun, biraz yanasım gelir

 

Ben günahımca yanam, rahmet suyunda yunam

İki kanat takınam, biraz uçasım gelir

 

Andan Cennete varam, Cennette huriler görem

Huri ile gılmanı, bir bir koçasım gelir

 

Derviş Yunus bu sözü, eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeker, bir Molla Kasım gelir

 

(İnanmayacaksınız ama bu yazıyı geçen sene yazınca, ruhu da yüzü de karanlıklar içinde sözde bir dede, bana ağır hakaretlerde bulundu. Dedelerin okumadığını nereden çıkarıyorsun, tarzında başlayan ve şimdi yazamayacağım şeyler yazdı. Alevilerde de Molla Kasımlar çok artarsa bu büyük bir tehlike demektir.)

 

Zira insandur kamunun maksudı

İnsanun gönlinde iste ma’budı

Yirde turup göge bakma iy gafil

Özüne yören ki sendedür delil

+++

Ol ki istersin cihanda sendedür

Ol ki söyler her lisanda sendedür

Sendedür cümlesi ne var dünyada

Sen sana nişe gafilsin iy dede

 

Sen seni bilsen bilürdün sultanı

Sende bulunurdı gevher ma’deni

Zihi hayf ki bilmeyesin sen seni

Şöyle serseri süresin devranı

 

Kaygusuz Abdal

 

(Mesnevi-i Baba Kaygusuz, Dr. Zeynep Oktay (Uslu), Harvard Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, Türkçe Kaynaklar, Yayınlayanlar: Cemal Kafadar, Gönül Alpay Tekin, 2013, Sayfa: 121)

 

 

Arşiv Kayıtları...

Bu sayfayı okuyanlar bilirler. Zaman zaman hayata dair yakınmalar içeren yazılarım da yer alır burada. Neyse bu sefer o kadar ağlamayacağım bazı istekleri söyleyeceğim; 30 yıl boyunca oluşturduğum çalışmaların arşivleri önemli oranda Şahkulu Sultan Dergahı ve Cem Vakfı'ndadır. Sayısız kez söylememe rağmen bunların halka açılması, araştırmacıların bunlardan yararlanmaları isteği bir karşılık bulmamıştır Cem Vakfı'nda iken ve Cem Vakfı adına yaptığımız, özellikle 6 büyük inanç önderleri toplantısının tüm ve tek kayıtları vd. kayıtlar şu anda Cem Vakfı'ndadır. Onların da zamanla halka açılması gerekir. Bu konuda her daim her türlü yardımı vermeye hazır olduğumu her sefer ilgililere söylemiştim. Şahkulu'nda ise Türkiye'nin bu alanda en önemli arşivlerinden birisi vardır. Aynen emeğim de çok olan Cem Vakfı'ndaki kütüphane gibi burada da çok önemli bir kütüphanemiz ve benimki dışında, Gazi Üniversitesi (Şimdi Ahi Evran) Hacı Bektaş Araştırma Merkezi Kayıtları vd. oluşan çok önemli bir arşivimiz vardır. Bunların araştırmacılara ve halka açılması zorunludur.

Zamanında; tümüyle kendi özverili çalışmalarımla oluşturduğum yaklaşık 2000 orijinal video, cd, kaset kaydını, Şahkulu Sultan Dergahı'na belli bir bedel karşılığı teslim etmiştim.

Bunlardan sadece 300 kadarının bir kopyası elimdedir.

Hiçbir ticari amaç gütmeksizin, sadece zamanla bu görüntülerin bozulduğunu ve yok olmaya doğru gittiğini gördüğüm için, bazı dostların da destekleriyle, onları Mustafa Karaçiftçi arkadaşımızın da yardımıyla, dijital ortama aktarıp yine ücretsiz kaydolunan ve hiçbir zaman maddi bir (reklam vs.) katkı payı olmadan youtube sitemde yayınlıyorum.

Şimdiye kadar bunlardan bir yüz kadarını yayınladım.

Yüz video daha yayınlayacağım.

Ölümlü / kalımlı dünya.

Bizlerden sadece ve sadece bunlar geriye, gençlerimize kalacaktır. Tekrar ediyorum, şu anda işsizim, yüzlerce dede, baba söyleşi ve gezilerin bulunduğu wep sitem ücretini yatıramadığım için yapandı. (www.ayhanaydin.info)

Ama tek amacım eldekileri bir an önce aktarmaktır.

Cem Vakfı ve Şahkulu Sultan Dergahı yöneticilerinden tek isteğim, bu hazine değerindeki görüntü, ses vd materyalleri dijital ortama geçirmeleri; hem araştırmacıların, hem de halkın hizmetine açmalarıdır.

Zamanla kendi youtube kanallarında bunları yayınlamaları ise Avustralya'dan Kanada'ya kadar herkesin bunlara ulaşmasını sağlayacaktır.

Onlara her zaman, her türlü desteği vermeye hazır olduğumu her daim söylemiştim.

Ama hep ben söyledim, ben dinledim...

Neyse ulu erenler bu uğurda yapılacak tüm hizmetleri kabul etsin, yapılan tüm hizmetler de ulu erenlerin ulu dergahına yazılsın...

Ayhan Aydın

Muhabbetlerimle...

17 Kasım 2020

15 Aralık,

 

Uzun yıllardan beri tanıdığım, bir can insan, kendisine giden herkesi sevgiyle kucaklayan, özverili, fedakar, hayatın tüm sıkıntılarını yaşamış, köklerini hiçbir zaman unutmamış, dedelerin, babaların, aydınların sevdalısı, sürekli okuyan, soran sorgulayan, özü aydınlıklar içinde bir büyük yürek Atilla Balaban üstadımızın bugün Hakk'a nail olduğunu büyük bir üzüntüyle öğrendim. Zalim korona onu da bizlerden aldı. Sevgili abimizin devri daim, devri asan, menzili mübarek olsun. Yattığı yerler çiğdem bahçesi / nur ala nur olsun... Uğurlar olsun, köklerini, geçmişini, insanlığını unutmayan sevgili canımız, uğurlar olsun...

 

15 Aralık,

 

En Son Yazım, Bakalım Beğenecek Misiniz?

 

Şems ve Mevlana

 

Rivayet olunur ki, günlerden bir gün Alevilerin pirlerinden büyük veli Hünkâr Hacı Bektaş, halifeleri denilen ileri gelen dervişlerini ve en yakın yarenlerini ocak/tekke meydanında toplamış.

Ya yarenler, ya yoldaşlar; Mevlana derler, bilirsiniz, duymuşsunuzdur, Konya ilinde bir büyük veli vardır, hem fikri, hem edebi, hem de hal’daş olarak görüşleriyle çok sevilen bir simadır, gönül insanıdır, sevilen, sayılan bir zattır. Kendince bir yol kurmuş, Hakk diyor, Muhammed diyor, sevgi, diyor. Bize de çok uzak bir insan değil. Haber salmış bizlere, zaten bana da malum olmuştu, Hal ehlidir anladım, murat eyledim, bu börklü sofunun dileğini. Gönüller yakın olsun, zaten bizde ikilik yoktur, birlik makamında buluşmak dileriz, hepiniz bilirsiniz. Haber salmış, der ki, ben de duyup işittim ki, Hakk’ı özünde gören, Sulucakarahöyük’te yaşayan, çokça da sevilen, bir kalender-meşrep Hacı Bektaş Veli var imiş. Nice dervişleri, nice yar ve yarenleri ve taa Hind ilinden gelen Hayderi, Kalenderi, nice kılık ve kıyafette her kim yanına varsa onları ağırlar hoş tutarmış, eli de, gönlü de, sofrası da açık, bir ermiş bir Hakk adamıymış. Ama ben onların yolu’nu, erkanı’nı, süreği’ni daha da iyi bilmek isterim, öğrenmek isterim, demiş. Bunu pek merak ederim. Bize bir yoldaşını gönderse de, biz de onun haliyle hallensek, onları dahi daha yakından tanısak, sevsek sevişsek, demiş.

Demem o ki ben burayı bırakamam, her gün, her vakit mihmanlar gelir Hint’den Yemen’den. Dergâhımız gönüller dergâhıdır, asla kapanmaz, akan sularımız eksilmez, ceylanla/ arslanı bir tutmuşuz biz kimseden kemlik beklemeyiz, kazanımız Hakk lokması verilen varlık deryasıdır asla kurumaz. Ama ben buradan gidemem, burayı bırakamam, buradan ayrılamam… Aranızdan birisi bu vazifeyi alacak, bizden ona selam götürecek, bizim yolumuzu ona anlatacak, onunla hoş sohbette bulunacak, der demez, daha lafını tam bitirmeden içlerinden yaşça en büyüğü olmasına rağmen gönlü en coşkulu olanı yani Şems-i Tebrizi ortaya atılarak, “ben giderim sultanım” demiş.

Orada bulunan canlar Tebrizli Şems’in bu coşkusuna herkes alışıktı ama bu kadar aceleci tavrına ilk kez görüyorlardı. Oradaki tüm halifeler, dervişler, yarenler bu işe çok şaşırdılar. İçlerinden ona karşı öfke duyanlar da oldu. Pire karşı bu bir saygısızlık sayılırdı. Hacı Bektaş Veli ise hem üzüldü, hem de sevindi bu pervasız hale. Patavatsızlık etse de, oradaki gençlere karşı iyi bir örnek olmasa da, bu hale biraz da sevinmedi değildi. Bu aşırı istek bir aşktan ileri geliyordu; bu dervişliğin doğasında olan bir hal idi; devamlı yeni yerler, yeni simalar görmek, her günü bir öncekinden daha iyi geçirmek, yeni yeni şeyler öğrenerek bu yaşam denen, dünya denen gerçekliği birebir duyarak değil yaşayarak anlamak kendi öğretilerinde vardı. Yani gezginler zümresinin terk etmediği bu usul / ahkâm kendi öğretilerinin de içinde yani Kalenderi / Hayderi / Vefai her derseniz deyin yani Alevi Yolu’nda da bu vardı zaten. Ama yine de, destursuz bu hareket pek hoşuna gitmemişti. Sakın bu aceleciliğinle, bu taşkın aşkınla başına kötü şeyler gelmeye, ya Tebrizli Şems, diye ünledi, gözleri ay halesi gibi parlayan Şems’i.

Himmet erenlerden, destur siz pirimizden, sizin icazetinizle inşallah ki, zorlukları aşar, yeni yeni gönüllere gireriz, Mevlana’ya da bizim sürdüğümüz yolu kendimizce anlatırız, ya sultanım, dedi Şems. Hacı Bektaş meydandaki canlara baktı, yüzlerinin çizgilerinden onların kâh şaşkınlıklarını, kâh tebessümlerini, kâh öfkelerini hissetti. Varsın olsun, dedi. Bizim dergâhımız varlık dergâhıdır. Bizler gönül insanlarıyız, kalp kırmak bizde en büyük günah sayılır. Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil diyen Yunus Emre’miz de var, Akil isen terk ide gör dünyayı / Gel berü çekme beyhude sevdayı, diyen Kaygusuz Abdalımız da var… Haydi, yolun açık olsun, zaten bize derler “abdal yürümezse dağ yürür” dedi, onu sefaladı… Şafakla yola çık, yol azığını hazırlasın genç dervişler, uğrun açık olsun, dedi. Onu içinde biraz hüzün duygusuyla ve tebessümle selamladı, inşallah bu coşkulu başa bir hal gelmez, dedi içinden…

Tebrizli Şems; çok duyup işittiği, gizliden hayran olduğu, ama daha çok da biraz anlamak, çözmek istediği Mevlana Celalettin Rumi’nin diyarına yani Selçuklu Sarayı’nın da olduğu Konya’ya doğru yola koyulur. Coşkun bir sel gibidir içi, kıpır kıpırdır, gökteki bulutlar gibidir gönlü. Hayli diyar dolaşmış, nice nice tekkelerde, dergâhlarda, ocaklarda eğlenmiş, nice nice âlimlerle, babalarda, dedelerle, abdallarla, ermişlerle tanışmış, buluşmuş, sohbet etmiş ama aradığını bir türlü bulamamış bir er kişidir Şems.

O temelde; yaşamın bitmez tükenmez, sonu olmaz devinimine, enerjisine, hayatın apansız, sonsuz güzelliğine ve insana inanırdı. Ama gerçek insanı bulmak, yar ve yaren olacak bir dost bulmak çok zordur bu dünyada. Herkes çok biliyor, herkes kendini çok yetenekli, diğer insanlardan üstün görüyordur bu âlemde. Ama insan tek başına, doğan güneşin karşında, gelip – geçen zamanın karşısında zavallı bir kuldur hâlbuki.

Derken saray şehri, debdebeleriyle, kervanlarıyla, yerleşmiş zamanla palazlaşmış esnaflarıyla, bir heyhula içindeki Konya iline varır. Biraz kenti dolaşıp, insanlarla sohbet edip buradaki yaşamın nasıl bir yaşam olduğunu kısa bir zamanda öğrenip, Mevlana’nın bu şehir halkı için ne anlam ifade ettiğini anladıktan sonra herkesin bildiği Mevlana’nın evine (ocağına/ tekkesine) doğru yol alır.

Konya insanının Mevlana’yı; âlimler âlimi, ulemalar uleması olarak takdis edip, ondan çekinmekte, bir sözünü iki etmek istememenin yanında ona bir toz zerresi bile konmasına müsaade etmeyecek şekilde, âdete ona tapmakta olduklarını görür. Buna biraz da hayret eder, sanki karşılarında sıradan bir insan değil de; bir Peygamber, bir Padişah vardır. Bu aslında onun hiç de hoşuna gitmez. Bir insanı sevmek elbette, bir insanı ölesiye sevmek, eyvallah… Ama bu tapınçlık da neyin nesidir? Bu tümüyle körü körüne teslimiyet, bu abartı da neyin nesidir? Bu aslında halkın sefalet içindeyken bile, şaşa içinde yaşamak istemesinin, zaman zaman kendisini ezmek isteyen otoritenin karşısında boyun eğen yığınların sözde birilerinin kendi ezikliklerini bir başkasını putlaştırarak gidermek istemelerinden başka bir şey olmasa gerektir, diye düşünür Tebrizli Şems. İnsandan/gerçek insanlıktan kopmuş, gerçek sevgiden yoksun bir boş ruh hali gibi gelir bu durum kendisine.

Bir Hacı Bektaş’ı, o dergâhın / ocağın sadeliğini, oradaki can insanların cana yakın samimiyetlerini, bir de bu Konya ilinin şatafatını, güce tapan ikiyüzlü halini, bir de Mevlana, Mevlana deyip, bir insanı putlaştıran zihniyeti düşünür yol boyu…

Gerçekten de allak bullak olmuştur Şems’in iç dünyası.

Derken varır Mevlana’nın evine. Kendisini dervişler karşılarlar kapıda, ne istediğini sorarlar. O da Hacı Bektaş Veli Ocağı’ndan geldiğini, bir mihman can olduğunu, Mevlana’yı görmek istediğini söyler. Aslında evin sadeliğine, dervişlerin candan davranışlarına bakınca yol boyunca kafasında kurduğu bazı yargılarında yanıldığın hisseder, Şems- i Tebrizi. Çok da abartılı bir yer değil burası, bu dervişler de çok can insanlar, der kendi kendine. Avlu bahçesinde bekler bir zaman. Bir şadırvana bağlı bir küçük havuz vardır, akan suyun sesiyle birlikte ağaçlarla dolu bahçe insana huzur verir. Bir süre ayakta bekledikten sonra, oturur havuzun başına Şems. Derken Mevlana Hazretleri çıkagelir, yüzü güleç, sevgi dolu haliyle Şemsi’i karşılar.

Hal hatır ederler. Yol yorgunu olan Şems’e ikramlarda bulunurlar. Coşkun, sevgi dolu yüreğiyle bir hoşgörü insan olmasının yanında Şems’in kafası karışmıştır…

Sulucakarahöyük’ten bu yana yol boyu, Konya’daki gördükleri, halkın zavallı ikiyüzlü halleri, Selçuklu Sarayı bir yanda, Moğolların zorba nefesi bir yanda, aslında tatsız tuzsuz bir yaşam olması gerekirken, bazı abartılar, halkın Mevlana’yı kafasında koydukları yer, şimdi gördüğü sadelik ve samimi haller… Hepsi Şems’i düşündürür bir zaman, duygu seline kapılmış bir şekilde oradan oraya sürekler, zihin dünyasında.

Sohbet başlar, devam eder uzun zamanlar, ama sürekli konuşan Mevlana’dır. Mevlana babası Sultan Velet’ten, buradaki yöneticilerden, esnaftan, onların kendisinden ne kadar memnun olduklarından söz eder uzun uzadıya. Sonra yürüdüğü – takip ettiği yolu, dervişlerini sürekli över, onlarla gurur duyduğunu söyler… Hep okuduklarından, yazdıklarından dem vurmaya başlar. Kafasının içi allak bullak olan Şems şimdi Mevlana’yı dinlerken sakinleşir, sakinleşir, sakinleşir… Bir sükût halinde onu dinlerken, bir yandan da çok hafiften tüm kâinat çevresinde dönmeye, şadırvandan gelen suyun sesi de bir neyin sesi gibi onu yavaş yavaş coşturmaya başlar. O sadece Mevlana’yı dinlemekte, kendi iç dünyasından çok yavaştan akıp gelen sözler çoğalmasına rağmen dudaklarına kadar ulaşamamaktadır henüz.

Derken, Mevlana Celalalettin Rumi, Hz. Muhammed Peyganber’in Sünnetine nasıl uyduğunu, yetmiş bin peygamberin izini nasıl sürdüğünü, taa çocuk yaşta Kuran’ı hatmettiğini, nasıl hiç aksatmadan beş vakit namaz kıldığını, el üstünde tutulduğunu söyleye söyleye konuşmasını sürdürür.

Bir ara dur der, sana yıllar yılı yazdıklarımı getireyim, göstereyim, der. Gider içeri, sonra da bir kucak dolusu olan kitaplarını Şems’in önüne serer. Bir zaman da bu yazdıklarının ne kadar kıymetli şeyler olduğunu söyler, bunların benzersizliğinden dem vurur.

Kâinatın döngüsü, suyun akarken çıkardığı bir musikiye benzeyen hafif sesi hep devam etmektedir, Şems’in kulaklarında, gönül dünyasında.

O saatler boyunca konuşulanları tebessüm halinde dinleyen Tebrizli Şems, bu sefer Mevlana’nın gözlerinin içine bakmaya başlar, bir fırsat kollar ki, kendisi de bir şeyler söylesin. Nihayetinde biraz da yorulan Mevlana Hazretleri, bir iki dakika duraksayınca Tebrizli Şems hafiften hafiften sazının tellerine vuran bir âşık gibi, başlar konuşmaya.

Ya Mevlana, Ya Mevlana, Ya Mevlana…

Bilmem ki ben senin hiç hayaline girdim mi, sana ayan oldum mu, beni hiç hissettin mi? Der ve sözlerini sürdürür Şems… Belki de çok uzaklardan ama çok uzaklardan beni görmüş olabilirsin, bir bakışımız bir bakışımıza ulaşmış olabilir. Gönül bağlarımız bir zaman aralığında, bir bilinmez mekânda, bir ulaşılmaz diyarda birbirine değmiş olabilir. Evrenin içinde kum tanesi kadar sayılamayacak canlıların içinde bir birimize yakın da olmuşuzdur belki bir zaman.

Ama heyhat, heyhat, heyhat!

Bakıyorum da, sen sende değilsin. Sen bu âlemde değilsin, sen başka bir âlemde, yani la mekan mekansız bir halde de değilsin. Çünkü senin ne halde olduğun belli değil. Çünkü sen gerçekten de sende değilsin. Ne vakit oldu, gün döndü, devran sürüldü. Sen anlatır durursun bir şeyler, yani hep aynı şeyleri, aynı şekiller içindeki kalıplaşmış boş sözleri… Ama bilirim ki, sen seni de anlatmazsın. Çünkü sen kendi varlığını da bilmez bir şekilde boş boş dolanır durursun bir yığın boş sözlerle örülmüş aynı hikâyenin çevresinde. Bana gerçek, öz bir öykü anlatmazsın. Babam şu idi, ben bu idim, ben Kuran hatmeyledim, bunca millet beni şöyle sever / böyle över derdindesin. Bu Selçuklu payitaht sarayının sahte ışıltıları gönlüne giden bütün yolları karartmış. Sen ancak kendin diye bir zahir, boş dünyayı anlatıp durursun saatler boyunca bana.

Ya Mevlana,

Benliğin özünün önünü perdelemiş, sarayın altın ışıltısı Tanrı’nın ışığının önüne geçmiş seni esir eylemiş, “Hac – zekat – savmu selat” dedikleri şeriat duvarı senin çevreni örmüş içindeki gerçek senin ellerini ruhunu bağlamış seni hapseylemiş, halkın dalkavukluğu senin gözlerini kör eylemiş, uyan bu gaflet uykusundan, uyan ya Mevlana!…

Deyince, yerinde irkilen Mevlana Hazretleri’nin duydukları karşısında aklı başından gitti.

Sen neler söylersin böyle, ne dersin, bu laflar, bu sözler dostça olamaz, yoksa bir düşman mısın, sen?

Yaaa, dost musun, düşman mısın, sen? Dersin. Sen sana bak ayrığa ne bakarsın; Dostunu düşmanını seçemez olmuş, kör/karanlık/susuz bir kuyuda yürür olmuşsun, ya Mevlana!...

Dünya nimetleriyle gözün doyar olmuş, kulakların gerçek sözlere sağır, dilin bir papağan gibi aynı şeyleri konuşur olmuş ya Mevlana, diyen Şems sözlerini sürdürür…

Şu kitaplar, anlatıp anlatıp bitiremediğin şu kitaplar. Devamlı anlatıp durursun, ben şunu yazdım, ben bunu yazdım, dersin. Sanki haşa yazdıkların Kuran ayetleridir. Binyıllardır insanoğlu neler neler yazmadılar ki? Bugüne kadar kalanların hepsi insanların hafızalarında olanlardır. Elde olanlar gerçekten yaşanan, hissedilen, ruhlara kazınanlardır. Senin bu yazdıklarını zaten nice nice insanlar yazdılar, söylediler. Bilinen şeyleri yazıp, yazıp bir de ben yazdım, deyip vaz eyleyerek, bir de benzeri yok deyip kendinde peygamberlik mi taslaklarsın?

Sen ne dersin be adam; haşa, haşa, haşa… Der Mevlana öfkeyle…

Bak tövbe etmeyi nasıl da biliyorsun. Ya deminden beri kendini övüp övüp göklere çıkarman, peygamberlik davası değil de nedir, ya Mevlana? Peygamber bile demiyor mu, “ben sadece Hadüm’ül Fukarayım, ben insanlığa hizmet için gelmiş, ben sadece sizin içinizden bir canım” demiyor mu? Kendini öyle övdün, öyle övdün, atanla, dedenle öyle övündün ki, sana dostum, dostum dediklerin bunu sana hiç söylememişler herhalde, yani bunun benlik getirmek olduğunu, bencillik olduğunu, böbürlenmek olduğunu, varlığın birliği karşısında ikilik olduğunu. Beyazıd-ı Bestami demiyor mu, her şey şu taptığınız Hakk bile benim şu cübbemin içindedir, diye. Tüm kainat bir bütün değil mi, sen de onun sıradan bir zerresi değil misin, ya Mevlana?

Ben söyleyeyim sana öyleyse; bencilik, kibir, her şeyin, dinin de, imanın da, insanlığın da baş düşmanıdır. Sen benliğe düşmüşsün ya Mevlana.

Hakk’tan bahsedersin, Hakk’ı bilmek için insanın ilk önce kendisini bilmesi gerekmez mi?

Kendini bilen bu dünyada her canlı gibi bir can hakkı olduğunu, hiç kimsenin bir kimseden bir üstünlüğünün olmadığını bilmek zorunda değil midir? Bakıyorum her yerde gözyaşı var, Saray’da saltanat varken, insanlar açlıktan kırılırken, senin buna dair tek bir sözünü hiç duymadım. Boş boş sarhoşluk halinde hep kendini anlatıp durdun bana. Ne ağlayan bir yetimden, ne bir öksüz çocuktan, ne ermiş bir kişiden, ne bir gerçek ozandan hiç bahsetmedin.

Sen dünyadan bi haber, çevrende olup bitenden bi haber dervişlerinle kendi düzeninde aynı şeyleri söyleye söyleye sözde yaşayıp gidiyorsun.

Kitaplar yazmışsın, neye yarıyor bu yazdıkların, hepsi aynı hikâyeler, hayal ürünü şeyler, soyut ezberler bütünü değil mi, diyen Şems, tuttuğu gibi Mevlana’nın tüm yazdıklarını havuza, suya atıverdi.

Bunu gören Mevlana’nın bu sefer tümüyle aklı başından gitti, ağlamaya, bağırmaya başladı. Yetişin yarenler, yetişin dervişler, yetişin komşular, yetişin, yetişin, yetişin… Ben öldüm, ben mahvoldum, bu serseri – budala, abdal adam geldi beni mahvetti. Tüm hayatımı yok etti, ömrümü suya verdi… Tüm emeklerim zay oldu… Koca Mevlana yetişin, yetişin diyor, bir yandan da kendini yerden yere çalıyordu. Başındaki sarığı bir yana giden Mevlana ağlamaları karşısında tebessüm eden Şemsi Tebrizi’ye dönerek “ya melun adam, ya kılıksız Kalenderi, sen nereden geldin, baş belası…” diye ona karşı öfkesini gösteriyordu.

Bir de gülüyor, ya yarenler, ya dervişler, bu ne kara gündü, bugün. Deyip ağlamaya devam eden Mevlana’yı sakinleştiren dervişleri gelen mihmana bu sefer bir yabancı / düşman gibi bakmaya başlıyorlar, oradan def’olup gitmesini istiyorlardı.

Daha işinin bitmediğini söyleyen Tebrizli Şems ise orada kalmaya ısrar etti. Bir yandan başını sallayan Şems, Mevlana’nın sakinleşmesini bekledi. Sonra sakinleşen Mevlana yavaş yavaş kendisine geldi.

Be adam, sen kimsin, necisin, sen benim canıma kast etmeye mi geldin bugün buraya?

O Hacı Bektaş’ın bana ne düşmanlığı vardı da, senin gibi bir deliyi bana gönderdi, söyle, dedi.

Şems ise, Ya Mevlana dünya ne garip değil mi, her şey ama her şey, yaşam, tarihler boyunca sil baştan her daim tekrar eden bir sarkaç gibi, devamlı tekrarlanıp duruyor. İnsanoğlu her gün yeniden doğuyor. Yeni bir şey öğrenmek insanın bu dünyada yeniden doğumu gibidir.

Aslında ölüm yoktur şu kâinatta, her şey devr-i daim olur, döner durur sonsuza kadar aslını buluncaya kadar. Sen de belki bulursun aslını, özünü, kendi gerçeğini bir gün. Ama hiçbir şey bulanmadan durulmuyor, sular akıp akıp yatağını bulmadan menzilene ermiyor. Senin muradın da belki bir gün hâsıl olacaktır elbette.

Kitaplar dedik, kendini yerden yere vurdun, ağladın bir çocuk gibi. Belli ki çok önem vermişsin, çok emek vermişsin. Eyvallah. Bu da benim seni sınamam olsun. O kitapları yazan sen değil misin? O kalem tutan eller senin ellerin değil mi? Muhakkak ki bunları yazan ruh senin ruhun. Elbette belki yazdıran bir kudret, bir sevgi, bir aşk çağlayanı var.

Ama her şey sende; her şey senin öz varlığında, senin sana kılavuzluk yapan aklında, gönlünde yanan çerağ’da.

Ya Mevlana; insan sende, can gözünü açabilirsen Tanrı sende, sevgi sende, aşk sende…

Yeter ki sen kendini bil, sen kendini tanı, her daim özünü yokla.

Ama ya Mevlana, maalesef sen kendini kaybetmişsin. Bunca debdebe içinde kendi özünü kaybetmişsin. Yıllar önce Şam’da çok çok uzaktan sana bakan, senin gözlerinin içine bakan kimdi? “Mevlana, Mevlana, Mevlana” diyen ses kimin sesiydi? Sen kendi özünü tam kaybetmişsin, kaybolmuşsun şu âlemde, bir karanlık kuytuya düşmüşsün, bir bilinmez bilmecenin içine kendini hapsetmişsin.

Ey büyük Mevlana, Hakk’ı ararsan isen Hakk âdemdedir, sen kendini bildiğin demde tüm kâinat senin kendi öz varlığındadır. Sen kâinatlara sığmaz bir can iken kendini bir sarayın, bir evin, bir avlunun içine hapsedip, benim yazdığım kitaplar, benim biricik dervişlerim, benim dünyam diye ağlar durursun… Hep ben, hep benim, benim, benim dersin… Hiç bizim dediğin duymadım… Hani bunun ilk sahibi, dediğini duymadım. Habil Kabil’i öldürdü kan aktı dünyada. Ama aslonan doğrudan yana olmaktan, Hakk’tan, adaletten, hukuktan, insandan yana olmaktır, tek bir özde buluşmaktır.

Zalimlerin ekmeğini yiyen zalim olur, mazlumların gözyaşları üzerinde hiçbir saltanat sürülmez ya Mevlana.

Boş sözlerle değil, gerçek sevgilerle, gerçek insanlarla, hayatın gerçekleriyle insan gerçek insan olur ya Mevlana…

Bu devran böyle döner, zalimlerin kanlı devranı İmam Ali’nin Adalet’li Zülfikarıyla, Ebu Müslim’in Teberi’yle, Seyyid Battal Gazi’nin Gürziyle nasıl alt üst olursa, halkı ezen zihniyetler Selçuklu sarayı da, Moğol saltanı da öyle yok olacaktır. Ama insanlık baki kalacaktır Ya Mevlana.

Yetim hakkı yiyenlerin yedikleri yanına kar kalır mı kendini Hakk yolunda gösteren ey Mollalık makamına erişmiş Mevlana…

Sen bunları hiç bilmezsin, bunlardan hiç bahsetmezsin. İşine mi gelmez, çıkarına mı uymaz tüm bunlar, yoksa bunlara karşı tam sağır mı olmuştur kulakların?

Bırakalım tüm bunları.

Aşk nedir, bilir misin, sen gerçek aşk? Sen sevdin mi gerçekten; özden, yürekten, candan birisini? Sevmediğin belli ki, hep soyut şeylerden bahseder, toprağın / sıcak ekmeğin kokusu kadar güzel olan aşktan hiç bahsetmezsin. Sabahtan beri hep aynı yapmacık şeyleri önüme serdin de serdin.

Ya Mevlana beni hiç sormadın, niye geldin, sen kimsin, nesin, neye inanırsın demedin.

Ya Mevlana; Benim Kabem İnsandır, İnsanoğlu İnsandır. Kuran da Kurtaran Da / İnsan Oğlu İnsandır. Her şey insanla anlamlıdır, bizim Muhabbed ocağımızda kadın – erkek ayrımı olmadan, dünyadaki tüm canlar bize Şah Damarımızdan bile yakın olan Âlemlerin Rabbi’nin zatı sıfatlarıdır. Biz o yüzden tüm yaratılmışları hoş görürüz, yaratandan ötürü.

Ya Mevlana, yıllar yıllar önce sana demiştim, beni bul, beni ara, beni düşün, diye…

Kendini türlü kılıflar/kılıklar içinde, zindanlara hapseden Mevlana, duvarlarını yıkmazsan, hislerinin peşinden gitmezsen hep aynı ezberlerle nutuk çekersin, değirmene su çeken beygir gibi, aynı şeyleri söyler durursun bugünün sahte molları / şeyhleri gibi…

Yık bendini Mevlana, insanı bul özünde, kendini bul, Tanrı’yı bul, aşkı bul, evrenin sonsuz döngüsünü bul ki hayatın gerçeğine erişesin…

Kendini bulursan Mevla’yı da, insanlığı da, vicdanı da orada bulursun Ya Mevlana…

O zaman gerçekten yaşamış olursun.

Yaşam filizlenir büyür, büyür, büyür bir kuru kuyunun içindeki kamış parçası gibi, capcanlı olursun. İşte o zaman tarihler boyunca yaşarsın…

Derken eline daldırdı suya, al çok ağlayıp sızladığın bu kâğıt parçalarını bir hatıra olarak sakla, bir gün bakarsın bunlara da, ne ham sofuymuşum, bunları ben mi yazmışım, dersin.

Tek bir yaprağı ıslamamış kitapları da gören ve hayatının en büyük şaşkınlığı içinde Şemsi Tebrizi’nin gözlerinin içine bakan ve de bir daha oradan çıkamayan Mevlana, kendinden geçip vech haline büründü, o saatten sonra bir başka âleme geçti.

Daha nice nice anlatılarda olduğu gibi, Şems- Tebrizi, yani Kalenderi – İsmaili her ne denirse densin Alevi – Bektaşi düşüncesindeki bir ulu eren sayesinde Mevlana, kendisini çevreleyen kabuğundan sıyrılıp, ete kemiğe bürünüp gerçek Mevlana olmuştur…

Derler ki, o günden sonra Şems’le bin gün süren muhabbete/halvete giren Mevlana; gerçek aşkı bulup, sonsuzluk şerbetini içmiştir.

Mevlana bu tılsımla evrenin sırrına ermek istemiş bunun ise İmam Ali’nin sırrında sır olduğunu keşfetmiştir. Bugün Alevilerin çoğunun ve sözde bazı sahte Alevi dedelerinin bile dile getiremediği şekliyle, Allah’ın peygamber Muhammed Mustafa’dan sonra Hz. Ali’ye verdiği yetmiş bin kelamın da sırrını merak ettiği için, ona benzersiz şiirler yazmış, şeriat kalıplarını kırdığını, o basamağı aştığını da cümle âleme göstermiştir.

Dünyanın en büyük ozanlarından birisi olan Mevlana; binlerce gönüle girmiş, kendi iç dünyasındaki benzersiz sesle sema eyleye eyleye sonsuza kadar sürecek, evrendeki yıldızlara doğru yani gerçek sevgilisine ulaşmak için sonsuz yolculuğuna çıkmıştır.

Hakk ile hakk olanlara, erenlerin yolundan gidenlere

Gerçekler demine, evliya kerimine,

Cümle muhabbet ehline,

Aşk ile

 

Hü dostlar hü…

 

Ayhan Aydın

12 Aralık 2020

 

15 Aralık,

 

Gümüşhane Şiran Kırıntı Köyü'nden, yöremizin çok sevilen simalarından, çok değerli öğretmenimiz, büyüğümüz Hidayet Öztürk (87) Hakk'a nail olmuştur. Bugüne kadar binlerce öğrenci yetiştiren çok sevgili öğretmenimizin önünde saygıyla eğiliyoruz. Devri daim, devri asan, menzili mübarek olsun. Sonsuz içikler içinde yatsın, yattığı yerler çiğdem bahçesi / nur ala nur olsun... Uğurlar olsun...

Bugün saat 14.00'de köye götürülecektir.

 

Can Dostlar, Sevgili İzleyenler;

 

Ben yaşamı, yaşımın içinde insanları, doğayı çok seven birisiyim. İşim gücüm okumak, araştırmak, insandan, sevgiden, dostluktan yana her yerde, her şeyde var olmaktır.  Çocukluktan beri tüm bunlar bende mevcuttur. Çok erken kalkan ve türlü hayalleri – düşleri olan ben, zamanımı iyi değerlendirmek isterim. Bunda ne kadar başarılı oldum tam bilemem ama hiç kimseye hain bir gözle, sevgisiz bir ruhla bakmadım. 30 yıldır Alevilik – Bektaşilik araştırmaları için de hep insan yanımla hareket ettim. Bu öğreti var olduğu her coğrafyada değerleriyle insana ve insanlığa bir şeyler vermiştir.

Sadece ve sadece şunu söyleyeyim; ben, 30 yıllık süreçte adım adım özünden, içeriğinden, değerlerinden uzaklaşan bir Alevilik – Bektaşilik’le karşılaştım en azından kendi yaşamımda. Bunu da yapan insanlar insanların bitip tükenmek bilmez bencillikleri yani egolarıydı.  Fiziki kurumları da, sözde temsil ettikleri tarihsel kurumları da sözde Alevi – Bektaşi öncüsü olanlar yağmaladılar, talan ettiler.

Bence Alevilik – Bektaşilik açısından devletin de, Diyanet’in de ve diğer tüm dış kurumlarında yapamadıkları asimilasyonu Aleviler; Aleviliğe yaptılar.

Dünyada insan olmak zor… İnsanca yaşamak, insanca dostluklar da kurmak çok zor. Hayatım boyunca tanıdığım insanlar içinde en dürüst, en sağlam karakterli kişilerden birisi de rahmetlik Ahmet Hezarfen olmuştur. Ben ona; öz dedem olan ve bu yollara girmemin en önemli etkenlerinden olan Ahmet Zemci Aydın’dan ayırmadan ikinci dedem, diyorum. Onu çok sevdim, ondan çok şey öğrendim. Ahmet Hezarfen bana Balkanlar’ın kapısını açan kişidir. Ona minnettarım.

Dünyada böyle güzel şeyler oluyor, insan insanı tanıyor, insan insanın rehberi, öğreticisi oluyor.

Sen her daim insanlığında, bitip tükenmez enerjinle, çalışmalarında anılacaksın sevgili pirim Ahmet Hezarfen…

Sevgili izleyenler;

Ahmet Hezarfen çok değerli bir insan olduğu kadar bilgi birikimi olan çok değerli bir araştırmacı – yazarımızdı. Birçok ses kaydıyla ondan yaşamı, çalışmaları hakkında çok detaylı bilgiler derlemiştim. Tüm yazılı belgelerini okuyan birisi olarak, elde ettiğim belgelerden yola çıkarak daha önce “Deliorman’ın Koca Çınarı: Ahmet Hezarfen” kitabını yayınlamıştım. Elimde iki kitabı daha çıkaracak kadar malzeme birikmişti. Ama bunu sağlayamadım.

Tümüyle kendi olanaklarımla ve kendi kamere ve kasetlerimle oluşturduğum arşivimi Şahkulu Sultan Dergâhı’na belli bir bedel karşılığı 2007’de devretmiştim. Çok derin bir bağla bağlı olduğum ve İstanbul’da benim inanç mekânım olan ve son yolculuğuma da çıkmak istediğim bu ulu ocağın / dergâhın çok önemli bir görev yerine getirdiğine inanıyorum. Ama bugüne kadar tüm ısrarlarıma rağmen Şahkulu Sultan Dergâhı Youtube Sayfası’nda veya kütüphanede bu arşivin halka açılmasını başaramadım.

Şahkulu Sultan Dergâhı’na devrettiğim yaklaşık 2000 görüntü, ses kaset ve cd.’den oluşan bu arşivden görüntü kasetlerinin 200 kadarının kopyası elimdeydi. Hiçbir şekilde bir ticari amacım olmadığı için, kendi elindeki arşiv kayıtlarını Mustafa Karaçiftçi arkadaşımın da yardımıyla düzenledik.

Ahmet Hezarfen’in kayıtlarını burada halka açarak iyi bir iş yaptığıma inanıyorum. Bu görüntüler zamanla bozuluyor ve de tüm anlamını yitiriyor.

Kurumlarımız bizim her şeyimiz ama maalesef istisnasız tümü akademik / bilimsel / arşiv / eğitim / araştırma konularında gerekeni yapamadılar. Otuz kırk yılda bir araştırma merkezi kuramadılar. Osmanlı Arşivlerinden veya Eski Belgeler üzerinden, Alan Araştırmaları üzerinden çok da büyük kayda değer işler yapılamadı. Bunlar bazı kişilerin uhtelerinde kaldılar.

İşte Cem Vakfı gibi, yıllar yılı Ahmet Hezarfen Osmanlı Arşivinden belgeler çevirse de, bunu Cem Vakfı’na getirse de, tüm ısrarlı gayretlerime rağmen bunlar bu vakıf bünyesinde basılamadı.

Sonuçta Ahmet Hezafen’in bin bir emekle çevirdiği o benzersiz belgeler, ilgisiz insanların biraz da kendilerine mal etmeleri sonucunda, parça parça heder edildiler.

Ben hiçbir gün ve hiçbir zaman umudumu kaybetmedim. Ve de çok açık olarak burada yazıyorum. Kim ne derse desin, isterse de bana sövsünler; bu işleri belki de Alevi – Sünni meselesini aşmış, bu işi de tam özüyle, Aleviliği – Bektaşiliği Aleviler / Bektaşiler kadar bilen, Alevileri Sünnileştirmek veya başka bir şeye benzetmek istemeyen, namuslu Sünni veya başka uluslardan, inançlardan akademisyenler, araştırmacılar / yazarlar, gençler yapacaklardır.

Diyanet’e yaranmak için kırk takla atan, Sünni / Şii din adamlarına özenmeye başlayan ve onların kılığına giren sahte dedeler, babalar, sözde ozanlar, aynı ezberi, aynı çalıntı sözde bilgileri nutuklaştıran / kitaplaştıran sözde yazarlar bu toplumu tam anlamıyla sömürmekte, bu yolu bitirmektedirler. 

Siyasilerle kucak kucağa olan, kurumlarının hesaplarını halka veremeyen, kurumları babalarının şirketleri gibi işletip 25- 30 yıl kurumların başından gitmeyin, oradan kendilerine çıkar sağlayan dernek / dergâh / kurum ağaları olan sözde başkanlar bu toplumu bitirmektedirler.

Aleviler birbirleriyle kavga etmekten, akademisyen olanlar bile birbiriyle sidik yarışından dolayı fazla bir şey üretememektedirler. 

Durumun özü budur. O yüzden böyle konuştum / yazdım.

Beni yok sayan, beni sevmeyen hiçbir sözde dedeyle de, babayla da, yazarla da, kurum başkanlarıyla da işim olmaz… İmam Hüseyin’in yolunu yezit zihniyetlilerden ayırdığı gibi ben de kendi yolumu sözde Alevi / Bektaşi’lerden ayırıyorum… Özüyle sözüyle, varlığıyla insan olan; Aleviliğin / Bektaşiliğin öz değerleriyle, erdemleriyle yaşayan ve ancak üreten, olduğu gibi kalabilmiş insanlarla işim olur.

Gerisi çıkarcı / boş teneke kutularıdır…

Muhabbet ehline aşk ile…

 

Ayhan Aydın

16 Aralık 2021

 

 

Ben Usanmaz Bir Ozanım

Onun İçin İnilerim (Yunus Emre)

 

Corona Günlerinde Aleviler

Şimdi bugünkü günler, sanırım ki; bir gün ölür giderim benim gibi bir dehanın yapacağı çok şey var, beni tanımadan dünya batmasın, diyenlerin devri. Her gün internette bir televizyon kanalı kuruluyor. Saklandıkları yerlerden turfandalık nice nice dehalar ortaya çıkıyor, daha doğrusu fışkırıyor…

Aleviler ise aynı şekilde acınacak hallerdeler. Bu güzelim yol kimlere kaldı? Alevi kurumaları kurum kimliğini oluşturamayıp, bazı kişilerin sultası içine girince, çıkar Alevi değerlerini yaşatmak ideali geride kalınca, ortalık şeyhlere, düşkün / şaşkın, kıymeti kendinden menkul bazı beyni durmuş, meczuplara kaldı…

Zaten ortalıkta gereksiz yere kavgalar / dövüşler, bırakın Aleviliğin değerlerini, insanlığı ayaklar altına alacak yazılar, konuşmalar… Bir cenazeyi, ortada yatan gencecik fidanın ruhunu kanatacak kadar, birbirine alçakça saldıran kümeler… Ve neler, neler…

Birileri kendi kendilerine “Alevi Dedeler Divanı / Meclisi” kuruyorlar, bir de kendi kendilerine payeler veriyorlar…

 Hayli de serüvenci takipçileri var…

Bir gün bu şizofreniden çıkarsa bu toplum, sonuçta neye benzeyecek çok merak ediyorum doğrusu…

Bu kanallardan birisinde bir Sunucu şarlatan: Hacı Bektaş’ı biz tam bilmiyoruz, mana âleminde bize tarif eder misiniz? Diye bir kadına soruyor. Sonra sık sık “gayp âlemine” daldığını söyleyip daha çok reklam peşinde koştuğu konuşmalarından anlaşılan sözde  “postnişin kadın” konuşuyor: “Bana mana âleminde Hacı Bektaş göründü / görünüyor; o bayağı sinirli bir insan, etli kemikli birisi, ben ondan nice şeyler istiyorum, Hacı Bektaş öğrencisini sürtüyor, burnu kalmıyor, sandukadan doğruldu, öyle uzun boylu birisi değil, beyaz tenli, çok zayıf, üstü çıplak, bedeni beyaz don giyen birisi.”

Daha nice nice sözde “analar”, “dedeler” gerçekten birer meczupluk ürünü olan konuşmalar yapıyor.

Ve de hiçbir kurum bu durumlara ses çıkarmıyor. Sessizlikleriyle, hatta daha da ilginci bu şarlatanları televizyon kanallarına konuk edip, aynı şarlatanlığa ortak olup, Aleviliği yozlaştıran, asimile eden bu yapıya ortak oluyorlar.

 

Hakk cümlemizin sonunu hayırlı kılsın…

 

Muhabbet ehline aşk ile…

 

Ayhan Aydın

 

29 Aralık 2020