HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI

HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI

 

Üzerinde yaşadığımız topraklar kutsal topraklardır. Kutsallık evrensel bir değerdir, çağları aşan bir kavramdır. İnsan iradesi, insan ruhu ve kültürü neyi kendisine kutsal bileceğini, tapınacağı, sığınacağı, huzur ve mutluluk hisleriyle dolu olacağı yeri, yurdu arar, bilir, bulur.

O yüzden yeryüzündeki en eski yerleşimlerden birisi olan Anadolu toprağı da böyle farklı dinlerin, inançların kutsal değerleriyle dolu bir coğrafyanın ismidir. Toprak olarak çok verimlidir, benzersiz bir doğası vardır dağlarıyla, denizleriyle, gölleriyle, vadileriyle her daim karı, yağmuru, bulutu ve rüzgârı başından eksik olmayan bu yurt toprağının…

Doğusu ayrı bir güzel, batısı ayrı bir güzel, kuzeyi ormanlarla yarar insanların hayal düş dünyalarını, güneyi ise masmavi denizlere Afrika’ya ulaştırır düşler ülkesinde insanı derin derin düşündüren Toroslar’dan sonra.

Ya İç Anadolu, nasıl bir yerdir, nasıl bir deryadır? Bu sefer doğa Ana yazmıştır yazgısını buraların yeryüzünde bir başka örneği yoktur Nevşehir / Kırşehir / Konya aydınlık dehlizlerinin. Bir başında Erciyes bir tarafta Hasan Dağı bakar durur tütsüleri bile halen başlarındayken türlü tilkilerin oynaştıkları mağaralarına, güneşten ak ak olmuş verimli topraklarına.

Hele dele, de gelip sığınmışlardır insan yığınları, kaçtıkları, ölümden korkmaktan çok çocuklarını ve çocukları kadar kutsal bildikleri inanç değerlerini korumak, saklamak, biraz nefessiz kalsalar da ebediyen nefes almak istedikleri Kapodakya’ya, Ihlara Vadisi’ne, Göreme’ye ve nice yerlere…

Gidip gördüğüm ve soluduğum gibi bir özdeşi olan Horasan yurdu’ndan Sulucakarahöyük’e gelen Hacı Bektaş onca yolu gönlüyle yürümüş, erenlerin kanatlarıyla yol almış, yol arkadaşları olan Kalenderi zümreleri gibi bastığı toprağın, esen yellerin, elindeki asasının, gönlündeki aşkın sesine kendisini bırakıp bir deryada yüzer gibi, bir bulutta süzülür gibi, bir meyvenin çekirdiğinin içindeki sır gibi varmış varacağı yere. Eski uygarlıklar sembolü bir Höyük varmış, türlü temaşasıyla Kapadokya varmış, kendinden önce buraları yoklayıp yer / yurt tutmak isteyen geldiği coğrafyadan erkence gelmiş yerleşik olmuş bazı erenler / evliyalar da varmış.

Olsun demiş, var içinde varız, her nere gitsek ahu zarız… Yalın ayak, başı çıplak, gönlünde bir büyük güneş ve ay saklayan bilge derviş, nice nice filozofların küçümseyip sözde kendisini yüceltmek istedikleri gibi mektep / medrese / onlarca yıl ilim / hilim / devlet-i ali’yeye intisap nice nice ordular yöneten başkomutan değilmiş elbette; “ben de bir insan olmaya geldim” diyen milyarlarca yaratılmıştan bir yaratılmış kendince. Ben de kendimce bir gönüle girebilsem ne mutlu diyen yeryüzündeki en saf, en temiz, en öz, en bi – çare ve varlığın birliği mertebesinde bir inci tanesiymiş. Gönüllerde yaşamış, gönüllerde var olmuş; höyük’teki uygarlığın da, mektep / medrese / devlet rica’li de gören Mevlanaları da bir ve hoş görmüş, kutsal bildikleri beldeye ruhlarını ve bedenlerini nakşeden Hıristiyanları da bir özde, bir benden de görmüş.

Elbette gezmiş Kalenderiliğin ana haç kapısı olan Eskişehir’deki Seyyitgazi / Seyyid Battal Gazi Ocağını / Dergâhını, Türk’ü / Türkmen’i / Halkı ezen başkalarının sarayı olan Selçuklu Sarayı’nın dışında olmuş, türlü türlü insanlar, yöreler, coğrafyalar tanımış ama Horasan Yurdu’na en çok benzeyen Sulucakarahöyük’te mekânını tutmuş; getirdiği ve yeşerttiği en dayanıklı, en yararlı, en verimli ağaçlardan olan dut ağacıyla özdeş olmuş bu topraklara kök salmış.

Türlü donlar giyer gülden naziktir bizim pirimiz; barış / kardeşlik ve saflıkla bir güvercin donunda inmiş Rum Diyarı denilen Anadolu bozkırına, bir aşk ateşi yakmış sonsuza kadar sönmeyecek; göhsünden güneşler, aylar, yıldızlar çıkan bir bilge kişilik olmuş Anadolu’nun Rumeli’nin ve cümle Türk Yurdu’nun üzerinde. Başta kendinden önce gelenler onu istemişler, kıskanmışlar, hatta canına kasdetmişler.

Bir kadın sahip çıkmış olan Kadıncık Ana. Ondan anlamış kadınların kucaklayıcı, yaşatıcı, koruyucuyu, her şeyin temelini atıcılar olduğunu, kadınlara öz değerini vermiş.

Hırsları, kinleri, nefretleriyle insanı tanımış, insanoğlu’nu… Kendisine eren de dense, ermiş de dense insanların isimleriyle ve sıfatlarıyla değil sadece ve sadece özleriyle tanınabileceklerini, kendi benliğinden sıyrılıp sular gibi gönüllere akmanın, kuşlar gibi semalarda süzülmenin, kırılıp / yıkılmış gönülleri hiçbir bir beklentisi olmadan onarma aşkının bir Hakk vergisi ve tam bir gönül işi olduğunu, her eren denilenin eren olmadığını sonraları anlamış.

O yüzden süreten hiçbir insanı sevmemiş, tendeki güzelliğe değil özdeki varlığa ve güzelliğe yönelmiş. Ebedi güzelliğin iç güzelliği olduğunu görmüş.

Coğrafya yaman bir coğrafya, çok verimli değil, soğuk bir yermiş, bozkır denirmiş. Ama yeryüzünde insanın ayak bastığı her yer yaratanın sırlarıyla ve hikmetleriyle doludur. İnsan emeği, insan çalışkanlığı ama hepsinde de önemlisi insan sevgisi, insanın gönlü taşa bile tohum ektirir oradan mahsul aldırırmış. İşte ocağını / dergâhını kurduğu yerde Hacı Bektaş, sadece gönülleri birlememiş, taam’ı, hem de helalinden, alın teriyle yoğrulmuş ürünleri elde ederek hiç kimseye muhtaç olmadan, el – avuç açmadan yaşamasının yollarını da göstermiş. Bozkır’ın ortasında sonsuza kadar yanan bir bereket, aşk ve gönül feneri olan sönmez bir çerağ yakmış.

Evet, aynen de böyledir, dıştan bakarsın divane bir meczuptur Kalenderiler, bugün yedim, yarın Allah kerim’dir, derler. Ama bakarsın bir cümleyle Kur’an’ı, da, İncil’i de, Tevrat’ı, Buda’yı da, her ne filozof var ise onların görüşlerini de özetlerler sana. Ve de bu dünyada yaşamanın acısını da, zorluklarını, tüm imkânlarını da sunarlar. Aylar boyunca gezgin olurlar, dağ / bayır aşarlar ama devri devran içinde bir gül bahçesi yaptıkları ocaklarından / dergâhlarından ışık vurur insan suratına. Kuyular vururlar, binalar yaparlar; bir ağaç kovuğunda bile uyurlarken, gönülleriyle bir saraya çevirirler adım attıkları yerleri.

Hacı Bektaş; Bir bilge, bir derviş, güvercin donunda bir saflık, kuyudan çıkardığı suyla ağaçlarını, çiçeklerini sulayan hadümul fukara, nazlı canların umudu, Kırklar eşiği, erenler piri…

Hacı Bektaş; Bu toprağın dilini yaratan Yunus’a nasip veren, nasip verici yurduna “eline” namusu gibi bakan bu toprağın taşını, çalısını, ağacını, kuşunu, börtü böceğini seven ocak / yurt kurucusu, kerem kani, her daim birlik türküsü söyleyen, yazan bir usanmaz ozandır…

Kadıncık Ana ve cümle kadınlara büyük değer vererek, çağlar öncesinden kadın – erkek ayrımını ortadan kaldıran; “erkek / dişi sorulmaz bizim muhabbetimizde” diyen çağın öncüsü bir bilge insandır Hacı Bektaş…

Hakça üretimi / Hakça bölüşümü temel şiar edinmiş, Ahiliğin piri Ahi Evran’la yol kardeşi, gönüldaşı olarak her daim üretimi öncelemiş, “miskinler tekkesi” olmayan Alevi / Bektaşi ocak ve tekkelerinin üretim merkezleri de olmasını sağlamış, alın terini, elinin içindeki gibi yakut’tan bileziğidir Hacı Bektaş…

Hacı Bektaş; Medreselerde vaaz ederken Tanrı aşkını insan sevgiyle buluşturup kamilliğin en yüksek mertebesine yareni / yoldaşı Tebrizli Şems ile Mevlana’yı irşat ettiren, “eline / dilene / beline” sahip olup ölümsüz bir yol kuran bir Veli…

 

Hacı Bektaş Veli

Hacı Bektaş; Anadolu ve Rumeli toprağından Alevi – Bektaşi Toplumu’nun birlik sembollerinden birisidir. O hem bir inanç önderi, hem de toplum önderi olarak anılmaktadır. Tarihler boyunca ona çok fazla misyon yüklendi. Bu da doğaldır, kendi çağından sonra bir toplumu bu kadar şekillendiren, ona kimlik kazandıran bir başka tarihi şahsiyet bulmak çok zordur bu topraklarda. İşin gerçeğine bakınca da, tarihi vesikalarda Hacı Bektaş’ın isminin hemen hiçbir yerde geçmemesi, en azından çok az geçmesi ise bir başka meseledir. Selçuklu’da Babailer (Babalılar) Ayaklanması’na (1240) katıldığı söylense de, onun bu harekette aktif bir görev almadan yerleşik yaşamın değerleriyle var olan bir önder olarak görüyoruz. Onun öğretisinin temellerinden birisi kadim uygarlıklardan beri süregelen çok kabaca “Halk İslam”ı geleneği içinde yer almış Kalenderilik’tir. Hacı Bektaş çağının yaşamsal bir gerçeği olarak farklı dinlerin, inançların, kültürlerin harman olduğu geniş bir coğrafyada birbirini çok etkileyen unsurların içinde kendi kimliğini buluncaya kadar hayli dolaşmış, okuduğu, öğretisini dinlediği yol öncülerden etkilenerek zamanla kendi düşünce dünyasını olgunlaştırmıştır.

Coğrafyalar kitaplar, okullar kadar insanı geliştirir, etkiler, şekillendirir. Aynı şekilde bilge insanlar kadar yıllar içindeki karşılaşılan, konuşulan tüm insanlar da insan eğitiminin bir parçası olarak insan oğlunu geliştirir.

Hacı Bektaş’ı anlamak; onun hayat boyu sürdüğü yolun serüvenini anlamaktan geçer. Bir Kalenderinin, bir İsmaili’nin, bir Vefai’nin, bir dervişin, bir gezgin sufi’nin, yaşam dünyasını bilmeden elbetteki Hacı Bektaş’ı anlayamayız. Bir Kapodokya’yı bilmeden, İslamiyet’in şeri kurallarıyla hareket edenler karşısında ozanların ve ozan yüreğine sahip insanların, batini tasavvuf ekollerinin insanlara etkisini bilmeden de, ne Hacı Bektaş’ı, ne de bir başka dini / tarihi şahsiyeti anlayabiliriz.

Dolayısıyla bu herkes için geçerli olan bir yol iken; Hacı Bektaş’ı, Hacı Bektaş yapan öğe neydi?

Yani Selçuk’ya mesafeli duran, kendisinden sonra kurulan Osmanlı Hanedanlığı’nın kendisine devlet sistemi içinde bir yer verip zaman zaman da devlet yararına onun ismini, kimliğini kullanmasının, yaşadığı çağda hemen hiç anılmazken, zamanla Osmanlı’nın, kısmen Yeniçeriler’in, Tekkelerin de etkisiyle bu denli görünür aleme çıkan, her görüşten insanın kendisine göre tanımladığı Hacı Bektaş Olgusu karşısında bizler ne diyeceğiz? Üstelik bugünün dünyasında Hacı Bektaş bize neler söylüyor?

Bir akademisyen olmadığımız için, tarihi konuları teolojik yaklaşımları uzmanlarına bırakarak biz de kendimizce görüşlerimizi söyleyelim.

Bence; tüm Osmanlı / Devlet anlatıları, Sünni Ulemanın olumlu / olumsuz bakışları, farklı halk kesimlerinin yaklaşımları / onun hakkında yazılan, yayınlanan yüzlerce eser… Tüm bunların dışında halk bize ne diyor, ne anlatıyor biraz ona bakmak lazım. Çünkü Hacı Bektaş’ın evlenip/ evlenmediği, mücerret olup / olmadığı meselelerinden tutun da birçok tartışma konusu dışında, Osmanlı’yı manevi olarak kurduğu, Yeniçeri Ocağı’nın kurucu öncüsü olduğu gibi görüşlere bugün birçok Bektaşi dahi inanmaktadır. Hemen hemen ölüm tarihi üzerinde uzlaşılan bir kişinin, yani bu durum tarihi vesikalarla dahi netleşmeye başlamışken, onu tutup Osmanlı dönemiyle özdeş göstermek tümüyle Osmanlı devrinde Bektaşi toplumuna gösterilen “ihsan”dan kaynaklanıyor, olabilir. Ama aynı Osmanlı 1826’da Yeniçeriliği kaldırırken resmen Bektaşiliği yasaklamış, Bektaşi Babalarını idam etmiştir. Kafa bu kafa, ne dersiniz? Neyse, Çelebiler’in de, Bektaşiler’in de kafaları karışık, sanırım bir kısmı Hacı Bektaş’ın mirasını yemeyi hizmet etmekten daha makbul sayıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’ kurulana kadar Hacı Bektaş Dergahı’nda Babalar da, Çelebi dediğimiz kendilerini Hacı Bektaş’ın soyundan geliyoruz, diyenler de Osmanlı Devleti’nden maaş almışlardır. Hacı Bektaş’ın aydınlığını çoğaltmak yerine Hacı Bektaş Anadolu’ya geldiğinde benlik davasında olan sözde kimi ermişler gibi şimdikilerde onun ismini, Aleviliğin değerlerini kullanmakla meşgullar. (Şimdi de aynı ruh hali devam ediyor, hemen tüm Alevi – Bektaşi inanç önderleri dedeler, babalar vs. tümü ya devletten, ya da belediyelerden hem de hiçbir görevleri olmadan maaş almak istiyorlar.)

30 yıl boyunca Anadolu ve Balkanlar’da alanda en çok araştırmalar yapan isimlerden birisi olarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim; halk katında Hacı Bektaş Veli halen tüm saflığıyla yaşamaya devam ediyor. Evet, insanlar söylence, menakıpname, efsane diyerek belli uluların anlattığı öyküler bütününü küçümseyebilirler. Hatta “artık bu çağda bu safsataları anlatarak çocuklarımızın zihnini bulandırmayalım” diyenler de var.

Halkın gönlü, halkın ruhu, halkın inancı, kültürü, felsefesi her şeyi halkın dilinde yaşar. Halk ne devlet, ne sistem, ne otorite, ne baskı, ne din, ne mezhep demeden sevdiğini sever, sevmediğini de sevmez. Yeryüzündeki tüm halk toplulukları için bu böyledir. Farklı halk kesimleri vardır, bu da çok doğaldır. Kişilerin ötesinde halk kesimlerine inip onları dinleyince halkın gerçek duyguları anlaşılır.

Sünni kesim için de Hacı Bektaş; belki namazında, orucunda, kendini Allah’a adamış bir Allah / Hakk dostudur. Erenler, veliler bu toprakların ortak değeri olduğu için onlar birer “meded mürüvvet” kapısıdır; açların doydukları, hastaların şifa buldukları, yaralı gönüllerini ilham olan birer kurtuluş ocağı’dır. O yüzdendir ki, tarihler boyunca cümle erenler gibi Hacı Bektaş’ın türbesini de her inançtan, dindin, kültürden insan ziyaret etmiş, kutsamış, ondan bir şeyler bekleyerek, isteyerek, onun maneviyatından yararlanmak için o toprakları ziyaret etmiştir. Ama bunun ötesinde yürüyerek gitmeseler de, yine halk anlatılarından beslendikleri şekliyle kutlu yani kutsanmış, hele hele de Ehlibeyt soyundan geldiğini duydukları bir ulu şahsiyeti anmak, onu zikretmek de, inanan tüm mümin kullar için iç rahatlatıcı birer feyz kaynağı olmuştur.

Ama tüm bunların ötesinde; Anadolu ve onunla bir bütün olan Rumeli (Balkanlar) insanı için Hacı Bektaş, Mevlana, Yunus Emre, Dedem Korkut, Koca Ahmet Yesevi gibi manevi yolun kurucuları, Hakk ile Hakk olmuş, ışıklar içinde insanların iyiliğini isteyen ermiş insanlardır. Onlar iyi niyetleriyle, onlar saflıklarıyla, onlar ibadetleriyle, onlar görüş ve düşünceleriyle, onlar hiçbir insanı birbirinden ayırmamalarıyla gönüllerde yer etmişler, anılmayı, sevilmeyi, dua edilmeyi hak etmiş insanlardır. O yüzden Türkiye’de Sünni halk kesimi için de de en çok anılan ulu şahsiyetlerden biri de hiç şüphesiz Hacı Bektaş Veli’dir…

Sivas Kıyımı yaşandığında yengem; “oyyy, ne varıdı da pirimiz Hacı Bektaş elini uzatsaydı da, o canlarımız yanmasaydı” deyiverdi… Bu yaşayan inançtır. Halkımız hem manevi anlamda yani biraz da soyut olarak iç dünyasında batın’da cümle erenleri olduğu gibi Hacı Bektaş’ı yaşatmakta, aynı zaman da ise o erenlerin mezar içinde tümüyle ölüp başka bir dünyada değil de, halen var olduklarına da inanmaktadırlar. Bu da metafizik – dini bir konu. Ama şunu söyleyelim; her boyutuyla Alevi – Bektaşi kitlesi eren ve evliyalarla iç içe yaşamaya devam etmektedir. Örneğin cemevleri, Alevi dernek ve vakıfları yokken, ocaklar, türbeler çok yoğun olarak Alevilerin ziyaret ettikleri, kimliklerini yaşamak istedikleri yerlerdi. İnsanlar buralara gidip, kurban kesip, lokma dağıtıp, mum yakıp inançlarını yerine getirip, yatan ululardan medet dileyerek, ölmüş olsalar da orada yatan velilerle bağlantıya geçip onlarla özdeşlik kuruyorlardı. Bu aynı zamanda Türk töresinin bir devamı Atalar Kültü’nin uzantısı olarak, köklerle bağlantıların sürmesi anlamına geliyor. İşte aynı şekilde Hacı Bektaş makam olarak en çok ziyaret edilep, medet / mürüvvet istenen bir yer olmuştur.

İnsanlar tüm erenlerde olduğu gibi; hastalıkları, dertleri, sıkıntıları, iş / aş istemeleri, evlilik, hayırlı günler, hayırlı evlatlar istemeleri, eğitim, iyi bir gelecek, yurdun, vatanın birliği, Alevi Bektaşi toplumunun dirliği için de Hacı Bektaş Türbesi’ni ve yakınındaki diğer kutsal mevkileri ziyaret ederek buralarda dualar etmekte, hayırlar istemektedirler.

Yine somut olarak buralar ziyaret edilmese de; dar günlerde, sıkıntılı zamanlarda, lokmalarda, kurbanlarda, muhabbetlerde, cemlerde sürekli dualarla anılan temel sembol şahsiyetlerden birisi de hiç şüphesiz Hacı Bektaş’tır. Belki de tüm farklı Alevi Ocakları / Bektaşi Sürekleri içinde ismi en çok anılan ulu Hacı Bektaş Veli’dir. Bu da bize hangi yöreden, hangi bölgeden, erkândan, guruptan olursa olsun hemen hemen tüm Alevi / Bektaşi topluluklarınca kutsanan ortak sembol şahsiyetlerin başında Hacı Bektaş’ın geldiğini göstermektedir. Ehlibeyt, On İki İmamlar, Hakk / Muhammed / Ali’den sonra ismi en çok zikredilen şahsiyet Hacı Bektaş’tır dersek bunu abartmayız.

Peki, tüm bunların soncunda Alevi – Bektaşi kitlesi Hacı Bektaş’ı bir manevi varlık ve yol önderi olarak nasıl görüyor, ne yerine koyuyor?

Alevi – Bektaşi halk kesimine göre Hacı Bektaş Veli;

Cömertler piri Hz. Ali’nin yolundan giden, Ehlibeyt’ten, ibadetini de yerine getiren bir inanç önderidir.

O, Horasan coğrafyasından Anadolu’ya Rum diyarına güvercin donunda gelmiş, burada kimi evliyullah’ın istememesine rağmen kerametleriyle kim olduğunu onlara göstererek, postunu hak etmiş ermiş bir kişiliktir.

O, Gönül Gözü açık Kadıncık Ana’nın himayesine girmiş, Kadıncık Ana’yla münasebetleri bacı / kardeş; pir / talip ilişkisi olduğu halde bunu yanlış yorumların iftirasına uğramış, bundan yılmayarak beş kayayı yürütüp taşları dile getirip, kara kadı’ya cezasını verip, elma ağacına çıkınca bacak aralarında güller görülerek “belini ezelden bağladığı”, “yol ulusu” olduğu cümle âlemce kabul edilmiş özüyle mücerret olup bu dünya malından, zevkinden geçebilmiş, gerçek derviş kişidir.

O, iki düşman ve zıtlık sembolü olarak bilinen arslanla ceylanı aynı kucakta ve aynı ortamda bulundurarak, nefsi emmareyi yenip, her türlü düşmanlığı, ikiliği ortadan kaldırabilecek bir güce sahip himmet arayanların ocağı olduğunu göstermiştir.

O, denizde gemisi batanlara yardımcı olan, kaynar kazanda bedenleri haşlanıp kaynarken mübarek eliyle onlara su taşıyan, boynuna zıngırak takılarak eziyet edilen domuz yavrusunun acısını duyan, kerametler gösteren bir uludur.

O, halifesi olan onlarca erenin serçeşmesi olarak onları öğütleriyle yetiştiren, davranışlarıyla, konuşmalarıyla, çalışmalarıyla kendi dervişlerine kendisi hocalık / önderlik yapan âlim bir insandır.

O, azla yetinen, riyazat sahibi, sık sık perhizkarlık yapıp bedenen kendisini disiplinde tutan, Hırka Dağı’nda kırk gün inzivaya çekilip, çile çıkardığı, Semah döndüğü gibi özüyle dağları taşları yürüten Abdal Musa’nın piri olarak da her daim her yerde özüyle, doğayı buluşturmuş bir gerçektir.

O “elinize, dilinize, belinize” sahip çıkın düsturunu ocağı’nda / dergahı’nda yerleştirmiş, üreten, eliyle koymadığını almayan, dilleri bülbül gibi hep dostluktan, güzellikten bahseden, kimsenin namusuna kem gözle bakmayan dervişler zümresi yetiştirmiş, bunu bir hayat boyu uygulayarak kendi öğretisini kurmuş bir yol önderidir.

O, ilimdin gidilmeyen yolun sonu karanlıktır, diyerek okumaya, araştırmaya, ilim ve bilime önem vermiş eğitici önderdir.

İşte halkımız da öz benliğinde tüm bu Hacı Bektaş’la ilgili anlatıları bilmekte bunlara inanmaktadır. Yaptığım üç bine yakın söyleşide, dedelerden, babalardan, ozanlardan, akademsiyenlerden, halkımızdan edindiğim izlenime göre çok ilginçtir; halkımız büyük çoğunluğu “söylence, hikâye, masal” denilip geçilen tüm bu anlatılara canı gönülden inanmaktadır. Bu üç bin söyleşiden, Hacı Bektaş’la olan bölümler bile gerçekten bir tez konusu olur. Ama yaklaşık 120 yazılı dede söyleşisi, bir o kadar da ozan ve 50 kadar Bektaşi Babasıyla yaptığım söyleşiler, tv., radyo söyleşileri şunu gösteriyor; Hacı Bektaş yaşadığı dönemden bugüne yaklaşık 700 yıl geçmiş olsa bile, manevi önderliğini korumakta, halk hala onun benzersiz yaşam felsefesine saygı duymakta, onu kutsamaktadır.

Halkın gönlünde Hacı Bektaş, saflığa ermiş, dünya malından vazgeçmesini başarmış, dört kıtaya gidebilen nice dervişler, halifeler (öğrenciler) yetiştirmiş, hiçbir gün kimsenin gönlünü kırmamış, herkesi el üstünde tutmuş, dar günlere sabretmiş, mutlaka bir çözüm bularak hem kendisini hem de yanındakileri darlıktan kurtarmış, tembellik yapmamış, hep üreten ama aynı zamanda düşünen bir önder olmuş. O, ibadet etmiş, ocak yakmış, kimsesizlere, fakirlere kapısını açmış, hiç kimseyi eli boş göndermemiş. Çoğunlukla Hakk ile baş başa kalarak onunla insanlar gibi sır aleminde muhabbete dalmış. Olan biteni gören birisi olarak hiç karamsar olmadan, güvercin gibi saflığını koruyabilmiş, uzak diyarlardan gelen tehlikeleri sezmiş, elinden geldiğince kötülüklerin büyümemesi ve çoğalmaması için çaba harcamış bir piri fanidir. Hacı Bektaş ölmeden önce ölmüş, ölüm gününü ve anın bilmiş, öldüğü güne kadar bile bazı sırları saklamış, dış dünya zahir / şeriat yerine iç dünya batın / maneviyat – tarikat ve sırrı hakikat makamlarına erilmesi için dervişlerinin gönül gözlerini açmaları için onları daima saflığa davet etmiştir. Toprak, su, hava ve yel kutsaldır; Hacı Bektaş’ta yaşamdan ve yaşamdaki üretimden, insan yetiştirilmesinden bunlardan faydalanmıştır. Kalenderilik öğretisinde olduğu gibi, cümle inançlara saygı duymuş, kendi yol öğretisini yaşatmak için ise dirençlı olup, yoldan ödün vermemiştir. Cem meydanı kurmuş, muhabbetleriyle insan yetiştirmiş, semah dönerek evrenin döngüsüne kendisi katmış, kendisinin de bir yol oğlu olarak, evrenin döngüsünden ayrı olmadığını göstermiştir. Hamları has eden, kuruyan topraklara bereket getiren Hacı Bektaş Veli gönüllere, hem de gönüllerin başına yerleşerek gerçek kerametin insanın bizzat kendisini olduğunu, er’meni de, erişmenin de sırları varma’nın insan gerçekliğiyle mümkün olduğunu göstererek, yaşadığımız dünyayı güzelleştirmiş, Hakk’a korkuyla değil, aşk ve sevgiyle yaklaşarak tüm perdeleri, duvarları yıkmış, din olgusunu aydınlık bir kapı yapıp bu dünyayla öbür dünyanın köprüsünü insan severlikle kurmuştur.

İşte Hacı Bektaş Veli çağları aşan düşünce dünyasıyla, öğretisiyle, bugün de tüm dünyaya ülkemizin gururla sunacağı bir inanç / toplum önderi olarak hitap etmektedir.

 

Barıştan, kardeşlikten, dostluktan yana bir dünya kurulması, insan haklarının yerleşmesi, sevginin çoğalması Hacı Bektaş Veli gibi düşünürlerin görüşlerinin yayılmasıyla daha da anlam kazanacaktır.

Yazsak çok yazı yazmamız gerekir; yalnız sonuç olarak ben bir acı gerçeği söyleyerek bitirmek isterim.

Hacı Bektaş Veli onca yorumu, onca öğüdü, onca yol göstericiliği bence başkalarına değil, bizzat o zaman da, yedi yüz yıl sonraki bu zamanda da, özellikle Alevi – Bektaşi toplumuna söylemiştir. Çünkü Hacı Bektaş bir öz olarak gördüğü içinden çıktığı kitleye hep doğruları göstermek istemiş bunu her fırsatta dile getirmiştir. Alevi – Bektaşi toplumu Hacı Bektaş’ı çok seviyorlar, gerçekten de yukarıda söylediğim gibi içlerinde de bunu yaşatıyorlar. Ama şu da bir gerçek; Alevi – Bektaşi Yolu’nun değerleri, ilkeleri belli iken, yüzyıllar boyunca bu yol bugünlere gelmişken bugün bu kesim bu değerleri ne kadar yaşatıyor? Kendi yollarına sahip çıkıyorlar mı, gerçekten? Hacı Bektaş’ın yolu sürülüyor mu sahi?

Sevenleri, yolundan gidenleri, bu yoldan ayrılmayanları elbette onu ve düşüncelerini yaşatacaklardır.

Cümle canlara aşk olsun…

 

Ayhan Aydın

(Yazar)

Ekim 2021

 

(Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Hacı Bektaş Sempozyumu’na (3 Kasım 2021), Sunduğum Yazı Metni)