EZELİ DOĞANAY’LA SÖYLEŞİ

ERENLER KATARI’NDA

NAZLI CANLAR

 GELENEĞİ SÜRDÜRENLER...

 

AVRUPA’DA ALEVİLERİN, OZANLARIN BİLGİ KAYNAĞI

HALK OZANI, ARAŞTIRMACI –YAZAR: EZELİ DOĞANAY

 EZELİ DOĞANAY’LA SÖYLEŞİ

AYHAN AYDIN

(Alevi – Bektaşi Geleneğini Yaşatanlar, Sazın ve Sözün Gücü, İsimli  kitaptaki söyleşi metni.)

(Ayhan Aydın, Alevi – Bektaşi Geleneğini Yaşatanlar, Sazın ve Sözün Gücü, Can Yayınları, Kasım 2017, Sayfa: 372-433)

 

Erenlerin izinde olan Babaları, Dedeleri, Ocak zadeleri, ozanları, dervişleri, halk bilgelerini, araştırmacıları, yazarları; Anadolu’da, Balkanlar’da halk inancına, kültürüne hizmet eden; bu ocağı tüttüren, bu geleneği yaşatanları, gönül sultanlarını arayıp buluyoruz, söyleşiyoruz...

Hani ozanlar, ozanlar yurdu Anadolu, Ozanların dizelerinde bin bir rengi buluruz. Ve çilesini ve sevincini ve coşkusunu Anadolu’nun binlerce yıllık yaşanmışlığını, gizli sırlarını, en yakını olan yârine bile söyleyemediklerini ozanların dizelerinden derleriz. Anadolu ozan yurdu, ozan dolu Anadolu.  Ve yanık türküler söylenen yaylalarından, derin vadilerinden, ovalarından ezgili seslerin yükseldiği Anadolu.

Anadolu’muz ağıtlarla, ninnilerle ve efsanelere karışmış öykülerini derlediğimiz bir kesişme noktası, bir uygarlıklar beşiği.

Anadolu’muz, masallarla, hikâyelerle ve geçmişten geleceğe bir ulu katar olup karlı boranlı dumanlı dağlarla ve kuşların cıvıltılarıyla; çocukların kalplerine doğan neşelerle birlikte andığımız bir yurttur.

Bazen de güler bize Anadolu’nun şiiri;  ozanların sazlarından sevgi damlar, bal damlar, umut damlar; yani her şey hüzne dâhil değildir.

Anadolu’muzda aynı zamanda geleceğin umudu da fışkırır ozanlarımızın dizelerinden. İşte o yüzden biz de o yüzden işte en çok da; ozanları severiz, onların sazları severiz, onların söylediği türküleri, deyişleri, nefesleri severiz.

Ve kadınıyla, erkeğiyle halaya durduğumuzda, cem ettiğimizde, semah döndüğümüzde hep onların kudretli sözleri, büyülü sözleri ile biz yol alırız. 

Ozanlık geleneği acaba geçmiş yılların altın yaldızlı sayfaları arasında mı kaldı?

Bizim de bazen düşler ülkesi olarak gördüğümüz Kaf dağının ardında mı kaldı?

O Toros’ların, Ağrı’nın, Süphan’ın, Munzur’un eteğinde mi kaldı?

Yoksa ozanlık yaşıyor mu?

Halk Ozanlığı geleneği yaşıyor mu hala?

Hala üreten, yazan, bağrı yanıkların temsilcisi olan, sesi olan ozanlar var mı?

İşte dostlar, ERENLER KATARI’NI sürdürenlerden, “Geleneği Yaşatanlar”dan, aynı zamanda dedelerin bize getirmiş olduğu inanç mirasını da yaşatan, çok değerli bir halk ozanımızla, yazarımızla yaptığım bu iki söyleşide daha çok; Türk edebiyatı içinde Ozanlar – Âşıklar üzerinde; destanlar, Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar, Yunuslar, Aşık Veyseller, Mahsuniler, İhsaniler, geçmişten günümüze halk ozanlarının sorunları, “sahibini arayan şiirler”, Yaşar Kemal’in ozanlığı ve kadın ozanlarının günümüzde ki durumları gibi zengin konuları konuşacağız.

 

Hoş geldin sefalar getirdin sevgili dostum Ezeli Doğanay.

Hoş bulduk.

Nasılsın iyi misin?

İyiyim, ama şu yolculuklar olmazsa daha da iyi olacağım ya. Altı ayda yirmi bin kilometre yol yapmışım. Etkinlikler, davetler, cem ve erkan yürütmelerden dolayı.    

Yoruyordur, zaten uzun bir yolculuğun içindeyiz. Deve kervanları, Atlılar hepsi yolculuk üzerine... Uzak diyarlardan bize bir şeyler getiren bizim de uzak diyarlara verdiğimiz mesajlarımızı götürenler var, ak güvercinler var. Tümü bunlarla örülü dünyamız. Böylesine güzel bir uğraş içerisinde halk ozanlığı uğraşısı içerisinde nice kitapları ortaya koyan Ezeli Doğanay’ı ağırlayalım, dedik. Sizi dinleyelim, sizin yaşam öykünüzü dinleyelim, dedik. Siz de yolculukların insanısınız; Anadolu’dan kalktınız Avrupalara gittiniz, orada yaşam mücadelesi verdiniz ama her şey Anadolu’da yine de. Dönüp dolaşıp geliyoruz yine Anadolu’ya.

İster uzun tutun, ister kısa tutun size bırakıyorum; bin yıllık uzun bir aile şecereniz var. Ezeli Doğanay kimdir? Hangi uğraşılar içerisindedir? Nasıl bir yaşam sürüyor, bize şöyle bir anlatsın bakalım.

Sevgili dostum; bilirsin halk âşıkları ya da Hakk âşıkları eskiden Anadolu’da at sırtında köy köy, kasaba kasaba, il il gezerlerdi, kendilerini tanıtmak, sanat yapmak, bir çiçekten bal toplarcasına halkın deryasına dalar, onlardan aldıklarını yürekleri ile emiştirip duyguyu söze dönüştürerek yine halka aktarırlardı.

Ne büyük bir çaba ne büyük bir emek. Altı aydır ülkedeyim geçen gün hesapladım bu süre içinde on dokuz bin altı yüz kilometre yol yapmışım. Gün hesabıyla altı ay yüz seksen gündür ve neredeyse günde yüz km. yolculuk yapmışım. Sanıyorum bu yoğun geziler sanatsal yönümüzü tetikliyor o konuda ki üretimi daha da aktifleştiriyor. Bu geziler aynı zamanda doğal olarak yoruyor da.

Evet, bizim aileye gelince bir genele bir de özele indirgeyerek sorunuzu yanıtlayayım.  Genel boyutu ile ben Kureyşan Ocağı’na mensubum. Kureyşanlılar ile ilgili yapılan araştırmalar onların Antep kökenli olduklarını söylüyorlar. Bu konuda en önemli çalışma Seyit Kekil’e aittir. Ona göre “Hicri 535 Miladi 1141. Hısn-ı Mansur (Adıyaman) da doğan Kureş, Moğol işgalinden sonra çocukları ile birlikte Hasn-ı Mansur’dan Dersim’e göç ederek Bağeyin’e bağlı Çelekas köyüne yerleşti. Daha sonra oradan da ailesi ve çocukları ile birlikte bugünkü Tunceli iline bağlı Nazmiye ilçesine yakın “Dera Zeve” köyüne gidip yerleştiler. Zamanla burada Kureş’in nufusu çoğaldığından bu köye “Dewa Kureşo” adı verildi. Ayrıca “dewa kureşo” denmesinin bir diğer nedeni de “Yedi Kureş”in dergâhının burada bulunmasındandır.

Kureş ömrünün son yılları yaklaştığında Hısn-ı Mansur’a geri gitti. Oraya geri gitmesinin nedeni ise babası ve dedelerinin türbeleri ve mezarlarının orada olmasındandı. Öldüğünde naşının Hısn-ı Mansur’a defnedilmesini vasiyet etmişti. Kureş vefat ettiğinde naşı (Bugünkü Gaziantep iline bağlı) Cingife (Yavuzeli) ilçesinin Yarar (Yukarı Kayabaşı) Köyü’ne defnedildi. Türbesi bu köydedir.” Oradan bir kısım Kureyşanlılar Adıyaman iline bağlı Kandıralı Köyü’ne yerleştiler. Buradan bir kısım Kureyşanlılar İç Anadolu’ya Konya, Cihanbeyli, Akşehir vs. dağıldı. Bunlar süreç içerisinde Sünni nüfus içinde kaldıklarından asimile olup Sünnileştiler. Adıyaman da kalan diğer kol bir kısmı orada kaldı bir kısmı Adıyaman’dan Malatya Elazığ üzerinden Dersim’e göç etti. Daha sonra Nazmiye’nin Büyük Köy’e yerleştiler. Zamanla oradan Dersim’in dört bir yanına dağıldılar bir kısmı Pülümür’e göç etti. Orada Kızılbel, diye bir köy kurdular. Şimdi o köy büyüdü buradan da bir kol Erzincan’ın Mamahtun’a, şimdi ki adı Tercan kazasına, göç ettiler.

Tercan’dan Aşkale’ye göç edip Tozluca köyüne yerleşenler benim dedelerimdi.

Dersim’den bir kol Kureyşanlı Bingöl Kiğı’ya göç etti. Oradan da Ağrı ve Van’a göç ettiler. İç Anadolu Konya Cihanbeyli Kureyşanları gibi bu Ağrı ve Van’a göç eden Kureyşanlılarda Sünnileştiler. Dersim Erzincan Adıyaman ve Antepde ki Kureyşanlılar Alevidirler. Aynı zaman da Alevi Ruhani önderidirler. Ancak bu konuda bilimsel bir çalışmanın yapılması gerek. Kureyşanlar; Ocak mı? Klan mı? Aşiret mi? Kureyşanlıların Etnisitesi nedir? Kureyşanlıların İnançları nedir? Pirleri kimlerdir? Yaşadıkları coğrafik yerler nerelerdir? Kureyşanlıların konuştukları diller veya lehçeler hangileridir? Kureyş/ Düzgın Bawa ve Mahmudi Hayrani’nin Kureyşan ocağı ile ilşikisi nedir? Kureyşanlarda önemli hayvan figürleri (Ayı/ Keçi/ Koyun/ Yılan/ Kurt), Mezar olayı, Ocak Boyutu ile Kureyşanlılar, Secereleri vs. Bu konuda bu ocağa mensup canların sağlıklı bir şekilde kökleri ile birleşmesi buluşması bu gereklidir. Üç yıldır bu konuda uğraşıyorum.

Kendimle ilgili bilgilere gelince; 1966 yılında Erzurum’un Hınıs Kazasına bağlı Yolüstü (Arus) köyünde doğdum. 1976 yılında İzmir’e göç ettik. Orta öğrenimimi orada yaptım. 1986 yılında yaban ele, Avrupa’ya gittim. Hala orada yaşıyorum.

Hani hep ozanlara sorarlar; ne ilk zaman şiir yazmaya başladın diye? Nazım Hikmet, Ali İzzet Özkan, Âşık İhsani de dahil olmak üzere bunların arasında Aşık Veysel ve Mahmut Erdal istisnadır, çünkü onlar kırk yaşından sonra şiirler yazmaya başlamışlar, hep 13, 14, 15 yaşlarından itibaren şiirler yazmaya başladıklarını söylerler. Benim de öyle, 12 yaşlarımda başladım şiirler yazmaya. Alevi ruhani önderlikli bir aileden geldiğim için cemler genellikle bizim evde yapılırdı. Babam aynı zaman da iyi bir halk edebiyatı icracısıydı. Kendisi de Kemter Ahmet tapşırması ile şiirler yazardı. Onun cemlerde okuduğu deyişler, nefesler, ilahiler, duvazlar beni çok etkilerdi. O etkiden olsa gerek ki ta o çocukluk dönemimde ben de başladım bir şeyler yazmaya. Şiir serüvenimin birinci etki ayağı bu.

İkinci olay ise Büyük Çiğli Lisesi’nde okurken Hasan Yıldız diye bir arkadaşım vardı, ikimizde aynı ocağın mensubuyduk. Genelde okula yaya gider, yaya gelirdik. 6 km. uzaklıkta olan okula bir dağı aşarak gider gelirdik. Şimdi oraya dağ demek için bin şahit lazım çünkü her taraf ev oldu, mahalle oldu, yol girdi, bağ bahçe oldu. Bu gidiş gelişlerde hep sohbet ederdik. O aralarda da Leyla İle Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şiirin vs. bu tür aşk hikâyeli kitapları okumuşuz. Dedim ki; ya Hasan, gel biz de birer aşk hikâyeli kitap yazalım. Senin sevgilin yok mu? O dönem sevgili olsa bile ütopiktir, el ele değmez, ten tene değmez, sadece gizlice içten içe sevilir. Ve bundan sevgilinin haberi bile olmaz. “Olur, yazalım” dedi. Başladık yazmaya; Ezeli ile bilmem kim, Hasan ile bilmem kim. Hikâye kısmı tamam da bir de bunlara şiirler lazım. Diyelim Ezeli geldi balkonun altına sevgilisi ya da maşuku balkonda ona türkülerle veya şiirlerle hitap edecek onu nasıl yapacağız?

Batıda William Shakespeare’nin Hamleti gibi.

Aynen. Çocuk veya gençlik romantizmi işte. Önümüzde başka örnek yok. Hasan “evet haklısın” dedi. “Peki, ne yapacağız?” dedik,  kendimiz yazacağız,  dedik ve öyle başladık. Hasan hala yazıyor mu, yazmıyor mu ondan haberim yok. Şimdi nerede yaşadığını da bilmiyorum. Ama böyle başladık. Hani halk edebiyatı araştırıcıları sorarlar ya; Rüya mı gördünüz,  yoksa usta bir âşıktan mı el alıp öyle mi şiirler yazmaya başladınız? Diye. Bizde ya da bende öyle olmadı. Ancak çok okuyordum. Elime ne geçse okuyordum. Hiç unutmuyorum babamın okula gitmem için verdiği yol parasını biriktirir onunla hafta sonunda kitap alırdım. Bir de aldığımız o kitapları gizlice eve getirirdik. Aile korkuyordu “politik kitaplar okur da başını belaya sokar” diye. Onların bu refleksi koruma güdüsünden kaynaklıydı. Yoksa babam çok hoşgörülü, yeni fikirlere açık ve hümanist bir kişiliğe sahipti.

1986 yılında Almanya’ya gittim. Almanya’da iken epey birikmişti şiirlerim, aşağı yukarı yüze yakındı. Rıza Zelyut diye bir yazar var ona gönderdim bu konuda fikrini öğrenmek için. Ayrıca yazdığım şiirlerin biçim, içerik ve teknik olarak düzeyini öğrenmek istiyordum. O dönemlerde Zelyut’un Halk Şiirinde Gerçekçilik adlı bir kitabını okumuştum ve beni çok etkilemişti. Neredeyse benim için baş yaptı. Daha sonra 1989 yılında onun başka bir çalışması daha çıktı Halk Şiirinde Başkaldırı adıyla. Onun bu kitabı çıkmadan Zelyut benden yurt dışında yaşayan halk ozanlarının varsa kitapları, kasetleri, dergi ve şiirlerini istemişti. Bunun üzerine önce ki çalışmasına verdiğim önemden dolayı, o zamanlar Halk Ozanı adıyla bir dergi çıkarıyorduk o derginin çıkan sayılarını, kimi halk ozanlarının kasetlerini satın alarak, kimi halk ozanlarından şiirlerini isteyerek paketleyip Berlin’deki Hürriyet Gazetesi’nin bürosuna götürdüm bıraktım. Onlar da oradan İstanbul’a gönderdiler; Rıza o zamanlar Hürriyet Gazetesi’nde çalışıyordu. Sonra kitabı yayınlandı bana da gönderdi. Baktım Yurt dışı bölümünü ayrı bir bölüm olarak incelemiş. Ancak kendisi yasaklı olduğu için yurt dışına çıkamadığından o bölümün hazırlanma noktasında kendini mecbur hissetmiş olmalı ki; “Bir arkadaşımla özel yazışmalar sonucu yurt dışı bölümünü hazırladım” gibi bir not düşmüş kitaba. Neden orada adımı açıklamamış anlamadım. Bu ayrıca anlaşılır bir şey de değildir. Neyse şiirleri ilk çalışmasından dolayı kendisine gönderdiğimi söylemiştim bir baksın, diye. Baktıktan sonra okuduktan sonra bana yazdığı mektupta “bunlar mutlaka okuyucuya gitmeli” diye not düşmüştü. O zamanlar yirmi iki yaşımdaydım. Ve ilk kitabım ben yirmi iki yaşında iken Belge Yayınları arasından çıktı.  Daha sonraları o kitabın içinde ki şiirleri kimi ozanlar ve sanatçılar besteleyerek okudular; Deste Günaydın, Âşık Emrah, Çetin, İ.Özgül ilk aklıma gelenler. Birçok yazar kitapla ilgili çok hoş tepkiler verdiler, yazılar yazdılar; o dönemde Cumhuriyet Gazetesi yazarları Mustafa Ekmekçi’den, Süleyman Yağız’a kadar.

Ayrıca o yıllarda sizin hazırladığınız radyo televizyon programları gibi, ben de orada TD1 Televizyonu’nda programlar hazırlıyordum. Halk Kültürü, halk şiiri ve müziği ile ilgili;  88-89-90 yılları arasında. O dönemlerde ülkede sadece TRT vardı ve bu konulara çok fazla yer verilmezdi. Bu yüzden Mahzuni’den, Arif Sağ’a kadar birçok ozan ve sanatçıyı o dönemlerde konuk ettim. Hatta Güler Duman, Deste Günaydın şu anda aklıma gelmeyen birçok sanatçıyı ilk kez ben TV’ye çıkardım. Tabi sadece ülkeden gelenler değil, yaban elde yaşayan yabancı profesörleri de konuk ediyordum. Aynı zamanda bir keresinde Prof. Dr. Usrsula Reindhardt’ı da konuk etmiştim. Ursula Hanım hem Türkolog, hem de müzikologtu. Kocası ile birlikte 1950’li yıllarda ülkeye gelip İç Anadolu, Ege Bölgesi vs. dolaşıp üç ciltlik bir kitap hazırlamışlardı. Evlerinin Önü adlı kitap hem Almanca, hem de Türkçe yayınlanmıştı. Âşık müziğini çok iyi bildiği için Ursula hanımı konuk ettim. Bu konuda önemli çalışmalar yaptım. Bu çalışmalar benim için çok verimli oldu; en azında Halk Edebiyatı Bilimi’ni öğrendim. Öyle dışarıdan bakıldığı gibi, halka ilişkin ve halka ait olduğu için batı hayranlığı konusunda sarhoşa dönmüş kimi aydınların burun büktüğü gibi, basit bir konu değildir bu konu. Elimden geldiğince işin kolayına kaçmadan, en zor kısmı neyse oradan başlayarak, bu soylu geleneği öğrenmeye anlamaya, çalıştım ve bugüne geldim.

Bu konuları derinden araştıran, inceleyen ve Sahibini Arayan Şiirler diyen, her şeyi yerli yerine oturtan, oturtmak isteyen bir Ezeli Doğanay var karşımızda.

Kadın ozanlar çok önemli programımızın diğer bölümünde bu konuya girelim bakalım; kim imiş bu kadın ozanlar, bu gelenek nasıl sürüyor, onu öğrenelim.

Erenlerin yolunda erenlerin yoldaşı olarak; aydınlık insanlar olarak, dedeler, babalar, ozanlar olarak bu geleneği sürdürüyorlar.

Sevgili ozanım. Yaşam öykünüzü bize anlattınız sonlara doğru bir Almanya kritiği yapalım sizinle, biz şu eserlere iyice odaklanalım, iyice yoğunlaşalım. Sizin bu eserleriniz sadece bir ozanın, bir yazarın derlemeleri, bilimsel haykırışları değil bence, aynı zamanda önemli bir tepkidir: Kadın Ozanlar.

Ozanlar yaşıyor mu, ozanlar bu geleneği sürdürüyor mu bu ülkede?,  derken siz de kalktınız çok hacimli ciddi eserleri, kılı kırk yararcasına, araştırarak güzel bir antoloji, güzel bir araştırma yapıp önümüze koydunuz.

Şimdi size soralım ülkemizde gerçekten kadın halk ozanları var mı? Şu anda gerçek anlamda donanımlı kadın halk şairi var mı? Bu kadın halk ozanlar dediğimiz kişiler yaşıyor mu aramızda?

Var tabi canım, bunların içinde Sarıcakız var o geleneği eksiksiz yürüten sazıyla sözüyle, bilinciyle, birikimiyle bir ozanımız var. Şah Senem var, Ayten Gülçınar var, Şah Turna var, Ezgili Kevser var. Benim bire bir tanıdığım, sanatlarına ve yaşamlarına tanık olduğum isimler bunlar, aklıma ilk gelenler bunlar. Tabi ki sayıları oldukça kabarıktır bu geleneği de en ileri düzeyde temsil ediyorlar. Erkek meslektaşlarından hiçte geri kalır yanları yoktur.

Benim tanıdığım Suna Gölpek var.

Evet, Suna Gölpek var; 1956 Eskişehir ili Alpu ilçesine bağlı Sarıkavak köyünden olan ve orada yaşayan.  Sevgili dostum bu kadın ozanlarımızı araştırırken o kadar ilginç bir olaya tanık olduk ki Derdimend diye bir ozan var, 1980 yılında yokluk yoksulluk içinde zatürreden ölüyor. Kadının şiirlerine baktım; hem estetik açıdan, hem de işçilik açıdan hiçte Âşık Veysel’in şiirlerinden geri kalır yanları yoktur. Veysel’in şiirlerinden geri kalır yanları yok ancak çok fazla öne çıkarılmamış. Bilinmediği için gölgede kalmış bunların gün yüzüne çıkması lazım. Ben bu çalışmaya kafamı kurcalayan iki sorudan yola çıktım. 1. Neden bizde kadın ozanlar yok denecek kadar az veya öne çıkmamışlar? 2. Şiir yazmak sadece erkeklere özgü bir olay mı? Bu iki sorunun yanıtlarını bulmak için yola çıktım. Hem günümüzde yaşayan kadın ozanları bulup gün yüzüne çıkardım hem de tarihte yaşamış kadın ozanları saptadım ve onların günümüz kadın ozanları ile bağlantılarını kurdum. Tarihte yaşamış kadın ozanlardan Sıtmalı Hörü var, 1500 yıllarında yaşamış bir kadın ozanımız, Balım Sultan için yazdığı ağıtı ile ünlüdür. Bu kadın ozanlar içinde önemli bulduklarımda bir tanesi de Çorumlu Döndü Kaya’dır. 1962 yılında Çorum’un Çanakçı Köyü’nde doğmuş, ilkokul mezunu bir kadın ozandır.  Onun “ne imiş” diye bir şiiri var çok önemli.

Aklınızda varsa buraya örnek olarak alabilir miyiz?

İnsanın sırrını çözeyim dersen

Bak bakalım evreleri ne imiş

Hakkın nimetini içip de yersen

Babanın belinde bir meni imiş

Rahmanından rahimine ulaşır

Haznesinde kalıbına bulaşır

Orda bile eşi ile uğraşır

Doğumdan dünyaya bir yeni imiş

Girmiş bedenine almış ruhunu

Görmedin mi on ikidir ucunu?

Hakka ödeyecek elbet borcunu

Rabbimin kudreti bir fenni imiş

Kalp evinde Tanrım girmiş oturmuş

Beş organa yedek bile getirmiş

Midesinden gıdasını yitirmiş

Çözemeyen bilmez bir fani imiş

Damarda dolaşır kırmızı kanı

Beyninde düşünde kendini tanı

Dalağa sahip ol hak bil kendini

Ağızdan vücuda bir huni imiş

Burnunun görevi koku almaktır

Önemi de daim temiz kalmaktır

El ayak hepisi yirmi parmaktır

Bu da hak talanın bir yanı imiş

Döndü Bacı kırkı bire bağladın

Nefsi öldürünce sevgi çağladın

Bazen çocuk oldun bazen ağladın

Bu da insanlığa bir tanı imiş

Gördüğünüz gibi insanın anatomisini Alevi felsefesi ile birleştirerek anlatmaya çalışıyor. Ufak tefek hataları görmemezlikten gelirsek, teknik açıdan çokta sıkıntılı bir şiir değildir. Ayrıca bu kitabımla ilgili bir iki şey daha söyleyeyim.

Kitap beş kitabın toplamından oluşmaktadır:

1.Kitap Kadın Halk Ozanları Antolojisindir.

Ayrıca bu antolojide farklı bir yöntem izledim. Hangi ozanı tanıtmışsam o ozan ile ilgili onun sayfasında ayrıca onunla ilgili kaynakçalar sunmuşum. Onunla ilgili nerelerde yazılar yazılıp yayınlanmışsa ya da kendisi nerelerde yazmışsa mahallî kaynakça sundum. Bunu yapmamdaki amaç konu ile ilgili araştırmacılara kolaylık sağlamak ve konu ile ilgili tez hazırlamak isteyen Üniversite öğrencilerine, ya da kitap yazmak isteyen yazarlara yardımcı olmaktır. Sadece benim verdiğim bilgilerle kuşatılmasın, o konuda değişik referanslara da baksınlar istedim. Ve söz konusu kişi ile derli toplu bilgiler ortaya çıksın. Evet, birinci kitabın 589 sayfası antolojidir.

2. Kitap ise Ağıtlardır.

Ağıtlar çok önemlidir.

Ağıtlar gerçekten de vakitsiz ölümlerde, doğal afetlerde, sel baskınlarında, yangınlarda, askere gidip geri dönmemelerde, talanlarda yakılan hüzünlü manzumelerdir.  Kuşaktan kuşağa aktarılan o acıyı ve hüznü hep canlı tutan ürünlerdir. Bir anlamda toplumun yaşamını, karşılaştığı olumsuzluklar karşısındaki çaresizliğin dışa vurumudur. Kadın ozanlar bunu çok güzel dillendirmiş ve anlatmışlardır. Türklerde 1450’li yıllarda ağıt derlemeciliği başlanmış, o zamanlardan beridir ağıtlar toplanır, kitaplar halinde yayınlanır ve bu ortak ürünlerin yitip gitmesi önlenir olmuştur. Kürtlerde ise ağıt derlemeciliği çok yenidir. Kelimenin tam anlamıyla bir ağıt toplumu olmasına rağmen ne yazık ki dili, kültürü, tarihi yasaklı olduğundan Kürtler sözlü gelenekle kendi kültürlerini, acılarını, sevinçlerini, coşkularını kuşaktan kuşağa aktarmışlar. Bu anlamda Kürtlerde ağıt derlemeciliği çok yenidir.

Alevilerde ise Hüseyin’in Kerbela’da ki dengesiz güç kullanımından dolayı ölümü üzerine ağıtlar yakılmış ve bunlar mersiye olarak ünlenmişlerdir. Aruz şairleri gibi saz ve halk ozanları da bu konuda oldukça fazla örnek vermişlerdir. Bilindiği gibi Azerbaycan’ın % 80 Şia’dır. Orada ölüm olaylarında yedi gün matem tutulur. Kırk güne kadar her Perşembe akşamı kadınlar toplanır ağıtlar yakarak ağlarlar. İç Anadolu’da da rastladım bu kadınlara. Böyle ölüm durumlarında çağrılan bu ağıtçı kadınlar ölen kişi erkek ise yiğitliği, mertliği; kadın ise mahareti, olgunluğu, güzelliği falan anlatılır yakılan bu ağıtlarda. Hakk’a yürüyen canın giysileri bu kadının önüne konulur kadın irticalen o anda şiirler söyleyerek orada bulunan bütün canları yanık sesiyle ağlatır. Bu yüzdende orta Anadolu da bunlara ağlatıcılar, denmektedir.

Tahtacılar’da da var Veli Asan bana aktardı. Bu gelenek bugün de sürüyormuş. Mesela Isparta’da kendisi Turan Mahallesi Leylak Sokak’ta oturur, kendisi, Araştırmacı- Yazardır. Kendi kültürünün içinden geldiği için bu ağıtçı kadınları anlattı bana. Devam ediyor, dedi, biz çağırıyoruz onlar da gelip bu geleneği sürdürüyorlar, dedi.

Veli Asan’ın bir çalışmasından yararlandım. Tahtacı Türkmen Ozanları idi sanıyorum çalışmasının adı. 1997 yılında Kültür Bakanlığı yayınları arasından çıkmıştı. Ak Elif (Ağ elif), Aşık Fatma (Tirişçe), Eşe Kadın gibi üç kadını çalışmama aktardım.

Evet, doğru Kültür Bakanı Yayınları arasından çıktı.       

Ayrıca ağıtlarla ilgili kitapta ağıtların öykülerini de koydum. Kimi müzisyenler ağıtın içeriğine uygun müzik yapmamışlar. Örneğin “Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar” adlı ağıt çok hüzünlü bir ağıttır. Ancak onun için yapılan müzik sözlerin içeriğine uygun değil, tam tersine oyun havası. Yani acıyı anlatan bir müzik değil tersine şen şakrak bir müziktir ve oyun havasıdır. Yine Kürtçe de bir benzer durum var; var olan bir ağıtı örnek verirsek, Şeyh Sait can kırımında sağa sola sürgün edilen ve acının bin türlüsüne maruz bırakılan Kürt halkının acısını anlatan, “Malam Barkır” adlı ağıt da yine oyun havası eşliğinde okunmaktadır. Bu da ayrıca bir gariplik içermektedir. Bu ağıtlarda maalesef söz ve duygu iyi emişmemiş. Ancak müzik yavan kalmış böyle olunca da el ve eldiven gibi oturması gereken söz ve müzik birlikteliği burada bir biri ile uyuşmamaktadır. Bir tezat oluşturmaktadır. Nedir bu tezat? Acı çeken ve ölmek üzere olan bir insanın veya insanların acısını oyun eşliğinde okuyunca olayı ciddiye almadığını gösterir.

3. Kitap’ta Manileri anlattım.

Mani sözlük olarak manadan gelir. Sevgili Prof Dr. Abdulbaki Gölpınarlı’nın Farsça’dan Türkçe’ye geçtiğini söyler. Ancak Prof Dr. Pertev Naili Boratav ise Arapça’dan Türkçe’ye geçtiğini söyler. Halk şiirimizin en önemli yaygın nazım biçimi olan Mani’yi ne yazık ki küçümsüyoruz. Mani bilinen klasik tanımlamasıyla; genelde yedi heceli dört dizeden oluşan aaxa biçiminde kafiyeleşen nazım şeklidir.

Manilerden bir örnek verebilir misiniz?

Tabi ki seve, seve. Sizinle aynı toprakların çocuklarıyız.  Bundan yüzyıl kadar önce, ya da elli yıl kadar önce bizim oralarda sadece erkeklerin okuma yazması vardı. Kadınların okuma yazması yoktu. Erkeklerin de hepsinin değil bazılarının. Şimdi askere giden bir can hele bir de yeni evli ise eşinin hamile olup olmadığını nasıl öğrenecek? Mektup yazsa mektubu doğal olarak babası okuyacak. Babasına gelenek görenek örf ve adetlere olan bağlılığından dolayı saygı gerekçesi olarak görüp direk soramayacağına göre o zaman mani yazıyor.

“Ey mektubum var da gel

Haberimi alda gel

Bir idik iki olduk

Üç olduk mu sor da gel” diye.

O zaman ayıp olmuyor. Baba da eşine soruyor eğer gelin hamile ise o zaman oğluna bir mani yazarak cevap veriyor. Böylece aralarında ki saygı, sevgi duvarı yıkılmadan haberleşmeleri de sağlanmış oluyor. Bilindiği gibi katar manilere Dedemoğlu’nun “Dedemoğlu’nun yoluna” adlı manisiyle, Şah Hata’yinin “Bugün bize Pir geldi” manileri çok ünlüdür. 

4. Kitap: Atasözleri.

Atasözü üst başlığı yanlış bence çünkü o sözler içinde kadınlarında söylediği ve tarihe mal olmuş sözler vardır. Kürtler buna “gotınen peşiyan” diyorlar. Yani; öncekilerin sözleri. Biliyorsunuz anonim halk edebiyatımızın türleri içine girer atasözleri. Atasözleri kavramsal olarak da feminim değil, erildir. Yani; erkek sözleri. Kadını aşağılayan yüzlerce atasözü buldum, toparladım bunlardan yüz tanesine yakınını kitapta yayınladım.  Bazılarını çalışmaya aktarma noktasında epeyce tereddüt ettim. Yanlış anlamalara neden olmamak için. Bunlardan bir iki tane örnek verecek olursak; “Kadının ya saçının yaşı ya gözünün yaşı kurumayacak,  Üç öğün kötek bir öğün yemek, Kadının sırtından sopasını kucağından sıpasını eksik etmeyeceksin” gibi.

5. Kitap da ise değişik ulusların kadına bakış açısını, Düşünürlerin, Dinlerin Peygamberlerin görüşlerini ve kadının yaşamında önemli tarihsel politik ve sanatsal günleri koydum. Ayrıca uygarlıkların toplumların kadına dair anlayışlarını kısaltarak koydum. Çalışma üçüncü baskısını yaptı.

Evet, Ana Dendi Bacı Dendi yar Dendi. Bu kitap büyük bir emek ürünüdür. Belki olur ki halkımızın haberi olmamış olabilir. Bakın ne güzel değerlerimiz var. Bu işler sahipsiz değil, emeksiz değil; bu işlerle uğraşan, bunları sahiplenen, emek verenler var. Onların yaşam öykülerini, fotoğraflarını, şiirlerini toparlayıp oldukçada hacimli bir kitap hazırlayarak okuyucusuna sunmak hiç de kolay değil. Her mesleğin bir zorluğu var. Ozanlar deriz, dedeler deriz, babalar deriz ama İşte kadın ozanlarımız da var Kızılbaş Kadın Halk Ozanları. Ozanımızın başka bir kitabı da İtalik yayınlarından çıktı.

Ana Dendi Bacı Dendi Yar Dendi adlı çalışmam geneli kapsıyor. İçinde Kürt, Türk, Çerkez, Ermeni, Ahıskalı, Filebeli, Alevi, Sünni, Hıristiyan kadın ozanlar var, ancak ortak dil Türkçe’dir. Daha doğrusu Türkçe yazmışlardır. Elinizde ki çalışma ise adından da anlaşılacağı gibi bir inanca mensup olan kadın ozanlardan oluşmaktadır; Kızılbaş Kadın Şairler. O çalışmada oldukça ilginçtir. Alevilikle ilgili kitaplar yazan yazarların büyük çoğunluğu Alevilikte ki kadın erkek eşitliğini anlatmak için kimi Kızılbaş kadın şairlerden söz ederler. Bu bağlamda da Zehra Bacı ve Naciye Bacı’yı öne çıkarırlar. Oysa Kızılbaş Kadın Şairler arasında Zehra Bacı ve Naciye Bacı adında ozanlar yok. Bu yanılgının kaynağı 1946 yılında Bornova da yaşayan ve orada ki ortaokulda hem müdürlük hem de öğretmenlik yapan Fazlı Yenisey adında bir kişinin yayınladığı Edebiyatımızda Kadın Simalar 2. Bektaşi Kadın Şairlerimiz adlı kitaptır.  Ondan çok daha önce Eflatun Cem Güney’in Türk folklorunda yazdığı bir yazıyı kaynak alarak Zehra Bacı ve Naciye Bacı adında iki kadın şair tanıttı bu kitabında. Onlarla ilgili verdiği en doğru bilgi Hilmi Dedebaba’ya bağlı olduğudur. Bu iki kadın takma adıyla şiir yazan ozan Harabi’dir. 1850 doğup 1917 yılında Hakk’a yürüyen bu militan Kızılbaş ozan kadına karşı boş görüşlere karşı çıkarken bunu iki kadın takma adıyla yazmıştır. Fazli Bey Süleymaniye Kütüphanesi’ne gidip baksaydı bu şiirlerin orada Edip Harabi adına kayıtlı olacağını görecekti. 

Bu çalışmamdan önce kadın şairler ile ilgili 4 kitap yayınlanmıştı. 1. Fazli Yenisey Edebiyatımızda Kadın Simalar, Bektaşi Kadın Şairler, Pazar Neşriyat Yurdu, 1946, İzmir. 2. İlkin Manya (Ozan Saracakız) Halk Şiirinde Ana Sesi, Kadın Halk Ozanları Antolojisi, İnanç Yayınları, 1983, İstanbul. 3. Mustafa Sever Divan’dan Günümüze Türk Kadın Şairler Antolojisi, Yön Yayınları, 1993, İstanbul. 4. Bedihan Tamsöz, Osmanlıdan Günümüze Kadın Şairler Antolojisi, Ayyıldız Yayınları, 1994, Ankara. İlkin Hocanın yanılgısı Pir Sultan’ın kızı konusunda olduğunu söylemiştim. Bedihan hanımın yanılgısı ise Filebeli Remziye konusundadır. Seksen bir kadın şair var bu çalışmada. Bunların içinde 16 tane kadın halk ozanına ayrı bir bölüm açılmış “Bektaşi Kadın Şairleri” adı altında incelenmiştir!

Fazıl Yenisey’in 1946 yılında yayınladığı “Bektaşi Kadın Şairler”  adlı kitabı bu konuda kalem oynatan bütün araştırmacıların başvurduğu tek kaynak durumundadır. Yani son 50 yılda kadın ozanlarla ilgili yapılan araştırmaların çoğu bu kaynaktan besleniyor.

Bedihan Tamsöz de kendi çalışmasında Bektaşi Kadın Şairler ile ilgili bölümde ki kadınları Fazlı Yenisey’in söz konusu kitabından aktarmıştır. Kaldı ki onu da başarıyla yapmamıştır. Örneğin Filebeli Remziye ile ilgili bilgileri hem eksik hem de yanlış aktarmış kendi kitabına. Fazlı Yenisey Filebeli Remziye ile ilgili kitabında şu bilgileri vermektedir. “1883 yılında Filebe’de doğmuştur. Oranın ileri gelenlerinden Arif Ağa’nın kızı ve Şimendiferci Hüsnü Baba diye anılan Mora Yenişehir’li Hüseyin Hüsnü Baba’nın eşidir. 1913 yılında İzmir’de Ali Ulvi Baba’dan el almıştır. Halen sağdır İzmir’de Bahri baba civarında oturmaktadır.” Fazlı Yenisey bu bilgileri 1946 yılında yayınladığı “Bektaşi Kadın Şairler” adlı kitabında vermektedir. Üstelik hala sağ olduğunu yazmaktadır. Seksen bir kadın şair var bu çalışmada. Bunların içinde 16 tane kadın halk ozanına ayrı bir bölüm açılmış “Bektaşi Kadın Şairleri” adı altında incelenmiştir.!

Bedihan Tamsöz ise Filebeli Remziye’yi kendi kitabının 153 sayfasında tanıtırken okuyucuya şu bilgileri vermektedir. “1883 yılında Filebe’de doğdu. Filebe’nin ileri gelenlerinden Arif Ağa’nın kızı ve Şimendifreci Hüsnü Baba diye anılan Mora Yenişehirli Hüseyin Hüsnü Baba’nın eşidir. 1913 yılında İzmir’de ölmüştür.” Bu bilgileri olduğu gibi Yenisey’in kitabından aktarmasına rağmen kaynak da belirtmemiştir. Yaptığı işi de doğru dürüst yapamamıştır. Çünkü ölüm tarihi doğru değil. Bedihan Tamsöz bu ölüm tarihini hangi kaynağa yaslanarak verdiğini bilmiyoruz. Çünkü bu konuda kaynak belirtmemiş. Durum böyle olunca da o kaynağı inceleme şansımız olmadı. Ancak Tamsöz’ün 1913 yılında öldürdüğü Filebeli Remziye ile Doç Dr. Bedri Noyan 1959 yılında İzmir Karşıyaka’da ki evinde ziyaret ederek söyleşmiştir. Bu söyleşisinden dokuz yıl sonra yayınladığı “Bektaşilik Alevilik Nedir?” adlı kitabında Filebeli Remziye’nin halen sağ olduğunu yazmaktadır. Bedri Noyan’ın 1959 yılında görüşüp konuştuğu ve 1968 yılında halen sağ olduğunu söylediği Filebeli Remziye’yi Bedihan Tamsöz 1913 yılında öldürüyor. Kızılbaş Kadın Şairler kitabımda buna benzer bilgi yanlışlıklarını da düzelterek yayına hazırladım.

Ne yazarlar var, ne yazarlar var; iki kitap okuyan yazar oluyor ülkemizde! Evet gerçekten de her okuduğumuz kitapta ki bilgileri gerçektende doğru bilgiler olarak kabul etmemeliyiz. Eleştirisel bir gözle bakalım, okuyalım başka kaynaklarla da karşılaştıralım. Her kitap doğruyu yansıtmıyor büyük yanlışlar da olabiliyor.

Kızılbaş Kadın Şairler adlı kitabımda şiirler konusunda da kimi düzeltmeler yaptım. Bazı şiirler yanlışlıkla başka şairlere mal edilmiş onları sahiplerine teslim ettim.

Efendim derlemeciler yazar oldu (keşke derleme yapılsa, herhalde kes – yapıştır, aktarıcı, kopyacı demek daha doğru olur). Şimdilerde uğraştığım alandan biliyorum herkes Alevi uzmanı oldu, konuşmalarına, yazılarına bakarsanız maşallah hepsi de birer profesör mübareklerin! Böyle üç beş kuruş para biriktiren işte ölmeden önce benim de bir kitabım olsun, diyorlar. Bir miras bırakmak istiyorlar çocuklarına, ya ben de bir yazar olmuş olayım, diyenlerden geçilmiyor şimdilerde. Kartvizit bastırıp üstüne; filan uzman araştırmacı,  yazar, dede, baba, ozan, hoca, eğitmen yazdırıyorlar. Şimdi bu durum Alevilerde çok yaygın. İşte böyle birçok Alevi yazarı türedi. İşte bunlar bizim toplumsal hastalıklarımız, aşağılık kompleksinden bir türlü kurtulamamızın işaretleri bunlar. Bunlardan arınmamız gerekiyor. Bu konuda da duyarlı olmamız gerekiyor. Adamın onlarca kitabı var ama evine gittiğiniz zaman kitaplığınca on tane kitap yok. Doğru dürüst bir kitaplığı yok, okumadan yazar olanlar var. Bu da bizim ülkemize mahsus bir şey. Bu anlamda halkı uyarmak benim görevimdir. Her yazarım diyen yazar değildir, her dedeyim diyen dede değildir, her ozanım diyen ozan değildir, her seyidim diyen seyit değildir. O yüzden eleştirisel ve bilimsel bir bakış açısıyla dünyaya, olgulara, olaylara, kitaplara bakmak zorundayız.

Siz “Sahibini Arayan Şiirler” dediniz, ozanları araştırdınız ozanları da, şiirlerini de, yaşadıkları dönemin özelliklerini de yerli yerine koyuyorsunuz. Gerçekten de her şey bu kadar ucuz mu? Bu kadar kolay mı sevgili ozanım? Geceler boyunca emekler veriyorsunuz binlerce kitaptan oluşan bir kitaplığınız var. Onunla da yetinmiyorsunuz kişilere ulaşmaya çalışıyorsunuz elinizde ki verileri sağlamlaştırmak için. Hani ilkokulda matematikten biliriz yaptığımız işlemin doğru olup olmadığını anlamak için sağlamasını yapardık. Bu bütün bilimler, bütün meslekler için geçerli değil mi? Ben bu işi yaptım, bitirdim ama  bir kere daha kontrol edeyim, daha iyi bilen birisine, gerçek bir uzmana, danışmana, editöre danışayım, diye sormak zorundasın değil mi yazar – araştırmacı- bilim insanı?

Ben bu kitabı yazdım bitirdim ama bir daha baştan sona dikkatlice okumam gerek acaba bir hataya düştüm mü? Diye sormuyor musun?

Tabi ki.  Defalarca.

Eee, nasıl oluyor bu kadar ucuz mu, kolay mı yazar olmak?

Sevgili dostum, on altı kitap yazdım kitaplarım üç baskı dört baskı yaptılar. Almanca ve Hollandaca’ya çevrildiler. Buna rağmen yazar değilim. Şundan dolayı yazar değilim. Kitap okuma yazma ve yayınlama alanında dünyada çok arka sıralarda yer alan ülkemizde son dönemlerde kim konularda alan çalışmaları yayınlandı. Bilimsel konularda araştırma yapan bir araştırmacının sorumluluğu bir fizik profesörünün sorumluluğundan hiçte geri değildir. Rousseau’nun çok güzel bir cümlesi var diyor ki; “Doğa hiçbir zaman bizi aldatmaz, birbirlerini aldatan her zaman insanlardır.”

Bilim:  bilme, evreni anlayabilme, olay ve olgulara yorumlar getirme, doğa güçlerini kontrol edebilme ihtiyacından ve güdüsünden kaynaklanan, bazen süreç, bazen de sonuç olarak algılanan bir kavramdır. Bir başka tanıma göre bilgi kümesinin sistematik oluşuna, bilgilerin geçerli olması özelliğini de ekleyerek bilimi, geçerliliği kabul edilmiş sistemli bilgiler bütünü olarak tanımlamıştır.

Araştırma bilgi aramaktır. Araştırma gerçekleri ortaya çıkarmak için yapılan uğraşılar bütünüdür. İnsan doğduğu ve yaşadığı çevreyi sürekli olarak tanımak ve öğrenmek ister. İnsanın bu davranışının temelinde, yaşamını sürdürmek için çevresini kontrol altına alma, olayların nedenini bulma, duygu ve organları ile ulaşamadıkları olguları yorumlayabilme güdüsü vardır. Bir insan çevresini tanıma ve bilme uğraşısı, burada işaret edilmek istenen araştırma kavramını da yansıtmaz o nedenle araştırma kavramına “bilimsel” kavramını da ekleyerek, asıl vurgulanmak istenen “Bilimsel Araştırma” kavramının ne olduğu tanımlanmasıdır.

Tanımı yapılmadan önce, bilimsel araştırmanın temel niteliklerini ortaya konulması gerekir. Her şeyden önce araştırma bir seri dayanıklı bilgilerden hareket ederek, yeni bir şeyi bulmaya yönelik uğraştır. Bu dayanıklı bilgiler bilimsel bilgiler olup doğruluğu test edilmiş, düşünme prensipleriyle çelişkili olmayan sistemli ve organize edilmiş bir yapıya sahip bilgi bütünüdür. Kuramlar, bu bilimsel bilgiler arası ilişkiler sistemini belirtir. Bu yönüyle bilimsel araştırma, bir kurama veya kuramlara dayalı yapılan bir araştırma inceleme sürecidir.

Bilimsel araştırmanın bir diğer niteliği, eleştiriye ve kendi kendini yenilemeye açık oluşudur. Araştırmada ele alınan değişkenlerin ölçülebilir ve gözlenebilir oluşu- verilerin başka istatistik yöntemlerle analiz edilebilirliği, kısacası araştırmanın tekrarlanabilirliği, bilimsel araştırmanın özelliklerindendir.

Bilimsel bilgi edinmedeki gelişimin çok yavaş oluşunun temel nedenlerden biri de, yeterli ve bilimsel olmayan yöntemlerle problem çözmeye kalkışmaktır. Bunun tipik örneklerinden birisi de, belli bir alanda otorite olarak bilinen bir kişinin düşüncelerini, kritik bir değerlendirme ve geliştirilmiş yöntemlerle yeniden araştırma yapmaksızın kabul etme eğilimidir. Resmi görüş tarihçilerinin bilim olarak kullandıkları yöntem budur.

Bilimsel araştırma, bir diğer özelliği ile doğal olay ve olgular arası ilişkiler sistemini ortaya koyar. Bu ilişkiler sistemin yorumlanmasıyla bilimsel araştırma, gelecek hakkında bazı yordamlar yapmaya olanak sağlar. Bu yönüyle araştırma, doğal olayları kontrol altına almaya yönelik bir uğraştır.

Bilim ve Araştırma bir grup üzerinde etki yapmanın veya bir ön yargının başkaları tarafından kabulüne çalışmanın bir vasıtası değildir. Bir araştırmacı halkın bilgi ve kanısını kendi lehine çevirmek için verileri değiştirerek veya verileri değişik yöntemlerle analiz ederek, sonuçları bilimsel bir araştırma gibi göstermeye çalışması, bunun bir araştırma olduğunu göstermez.

Gerçek durumun anlaşılabilmesi, halkın eğitim düzeyine, olayları ve olguları gerçek durumla karşılaştırabilecek bilgi edinme yöntemlerine bağlıdır. Bilim insanını sürekli olarak rahatsız eden şeylerden biri de araştırma adı altında yanlı verilerin kullanılışı veya gerçek verilerin kullanılmayışıdır.

Şimdi size Seyit Nizamoğlu’nun bir şiirinden söz edeyim. Ancak ondan önce onun bir şiirini değiştirerek bölüp parçalayarak kendi adına sahiplenen 1963 Erzincan doğumlu bir kadın ozanın gaspından söz edeyim. Bir Dost Bir Post Yeter Bana adıyla bir kitap yazan bu can söz konusu şiiri kendi kitabının ilk şiiri olarak yayınladı. Şiirle ilgili hiçbir açıklama koymadığı için şairin adını yazmadığı içinde şiirin kime ait olduğu anlaşılmadı. Hem kitaba ismini vermesi hem de ilk şiir olarak yayınlanmasından dolayı insanların algısında söz konusu şiirin kitabın yazarı olan şaire ait olduğu kanısını oluşturdu. Şiirin sahibi olan Seyit Nizamoğlu’dur.  Yaşamı ve kişiliği hakkında doyurucu bilgi bulunmayan ancak, çağının tanınmış ve büyük saygı görmüş ozanlarından biri olan Seyyid Seyfullah Kasım Efendi (Nizam Oğlu) XVI. yüzyılın başında İstanbul'da doğdu.

Babası, İmam Zeynel Abidin soyundan ve büyük şeyhlerden Seyyid Nizamüddin hazretleridir ki İstanbul'da Silivrikapısı dışında bulunan ve kendi adıyla anılan camiin içinde gömülüdür. Şiirlerinde Seyyid Seyfullah, Seyyid Seyfi, Seyyid Nizamoğlu, Seyfi adlarını tapşırmıştır. Şiir şu;

BİR DOST BİR POST YETER BANA

Cümle dünya sizin olsun
Bir dost bir post yeter bana
Atlas diba senin olsun
Bir dost bir post yeter bana

Beyler tahtından inerler
Ayaksız ata binerler
Toprağa gömüp dönerler
Bir dost bir post yeter bana

Sanır mısın kalsam gerek
Bilir misin n'olsan gerek
Bin yıl yaşar ölsen gerek
Bir dost bir post yeter bana

Karun malın verirlerse
Beni sultan kılarlarsa
Alem kulum olurlarsa
Bir dost bir post yeter bana

Sonu yok devletten bolur
Ecel gelir seni bulur
Seyit Seyfi işin bilir
Bir dost bir post yeter bana

Şiirin orijinal hali budur. Peki, bu Şiiri İpek Bayrak kendi kitabına nasıl aktarmış?

BİR DOST BİR POST YETER BANA

 

Bütün dünya sizin olsun
Bir dost bir post yeter bana
Atlas libas senin olsun
Bir dost bir post yeter bana

Beyler tahtından inerler
Ayaksız ata binerler
Toprağa gömüp dönerler
Bir dost bir post yeter bana

Şiirin ilk dizesi “Cümle” iken İpek Bayrak’ın kitabına “Dünya” olarak geçmiş. Onun dışında o dizede bir değişiklik yok. İkinci dize olduğu gibi alınmış. Üçüncü dizesinin ikinci kelimesi değişmiş. Şiirin orijinalinde “diba” olarak geçerken, ki diba Farsça kökenli bir sözcüktür. Alacalı ipek kumaş anlamına gelmektedir. Bu sözcük İpek Bayrak’ın şiir kitabına “Libas” olarak geçmiş. Şiiri verdiği sanatçılar da “Diba” olarak değil, “Libas” olarak okumuşlar.  Libas giyisi demektir. Oysa Seyit Nizamoğlu üçüncü dizede Atlastan elbise sizin olsun demiyor. Çünkü Atlas libas dostluğun değerinden daha değerli değildir. Oysa dostun değerini anlatmak için o dönemin düşünce algısına göre şahların Sultanların giysisi olan Atlas diba’dan daha değerlidir, demek istiyor. Yani Atlas gibi bir kumaş parçası dostluğun değerini anlatmaz. Atlas diba ancak Seyyit Nizamoğlu’nun dostluğa verdiği değeri anlatıyor. O yüzden Atlas diba’yı bile elinin tersi ile itiyor dostluk karşısında. İpek Bayrak atlas diba ile atlas libas arasında ki farkı bilmediği için, büyük ozan Seyyit Nizamoğlu’nun şiirinde anlam kaybına da yol açıyor.

Diğer ozanların şiirlerini okusaydı, onlar libası hangi anlamda kullandığını öğrenecekti.

Seyrani:

Eski libas gibi aşığın gönlü

Söküldükten sonra dikilmez imiş

 

Kul Yusuf

Eller atlas libas giyer

Şükür bize aba düştü.

Çünkü atlas libası az buçuk durumu iyi olan giyebiliyor. Ama diba’yı herkes giyemiyor.

Beş dörtlükten oluşan şiiri 2 dörtlüğe indirdikten sonra şiirin altına not düşme gereği de duymuyor. Kime ait olduğu bilinmesin diye. Yazdığı kitabının arkasına “Yazdığı şiirler, yaptığı besteler Arif Sağ, Süleyman Yıldız, Ali Ekber Çiçek gibi ünlü sanatçılarca okundu.”  Derken de bu şiirden söz ediyor. Çünkü söz konusu sanatçılar bu eseri okuyorlar. Ne yazık ki bu sorgulanmadı sorgulanması gerekirdi.

Bir örnek daha vereyim; konuşmamıza konu daha iyi anlaşılsın. “El vurup yaramı incitme tabip”

Şimdi  bu şiir kime aittir? Âşık Veli’nin mi? Sadık Doağanay’a mı? 

Söz konusu eser TRT kayıtlarında Ali Ekber Çiçek'ten alınma  Âşık Sadık'ın Deyişi olarak geçer “El Vurup Yâre mi İncitme Tabip” kayıtlara iki dörtlük olarak geçmiş.  Ruhi Su’dan tutun birçok sanatçıya kadar Âşık Sadık’ın eseri olarak okundu.  

 

 

EL VURUP YAREMİ İNCİTME TABİP

 

El vurup yâre mi incitme tabip,

Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var.

Dest vurup da yârem eylersin derman,

Her can kabul etmez viraneler var.

 

Vay dünya, dünya yalansın dünya  

Yalan ile yalan olansın dünya. 

Can ile cananı alansın dünya 

Aşk ile pervane dönersin dünya yalansın dünya

 

Dert ehli olanlar dergâha gelir, 

Elbette arayan dermanın bulur. 

Sadık der ki kimde ne var, kim bilir.

Geçt-i güzar ettim elde neler var.

 

Vay dünya, dünya yalansın dünya  

Yalan ile yalan olansın dünya. 

Can ile cananı alansın dünya 

Aşk ile pervane dönersin dünya yalansın dünya

                        Tokat/Zile-Sadık Doğanay-Ali Ekber Çiçek

Gazeteci Hüseyin Hoşcan 12 Haziran 1981 tarihli  Zile Postası Gazetesi’ndeki yazısında, “âşığın pek çok deyişinin başka sanatçılar tarafından kendi eserleri gibi okunduğundan” bahsetmektedir.

Acaba bu eser de Sadık Doğanay’ın eseri idi onu Âşık Veli kendi adına mı mal etmiştir? Sorusu insanın aklına düşüyor ancak yaşadığı dönemler göz önünde tutulunca tersinin doğru olduğu anlaşılıyor. Âşık Veli 1794- 1854 arasında yaşamıştır. Aşık Sadık Doğanay ise 1933-1979 yılları arasında yaşamıştır. Aşık Veli Aşık Sadık Doğanay’ın dünyaya gelişinden 79 yıl önce öldüğüne göre Aşık Veli Sadık Doğanay’dan almış olamaz. Ayrıca eser iki dörtlükten değil üç dörtlükten oluşmaktadır. 

Her iki ozan adıyla kayıtlı şiirin tamamını şöyledir: Önce Âşık Veli adına kayıtlı hali ile okuyalım.

 

TABİP

 

El vurup yâremi incitme tabib,

Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var.

Dest vurup da yârem eylersin derman,

Tamir kabul etmez viraneler var 

 

Yareler döşenmiş figane başlar 

Görelim ki kadir mevlam ne işler 

Şu adüler bize deli demişler 

Daha bizden önce divaneler var 

 

Dert ehli olanlar dergâha gelir, 

Elbette arayan dermanın bulur. 

Veli’m  der ki  kimde ne var, kim bilir.

Geçti  güzar ettim elde neler var.

 

Şimdi de Âşık Sadık Doğanay adına kayıtlı hali ile okuyalım.

TABİP

 

El vurup yâremi incitme tabip,

Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var.

Dest vurup da yârem eylersin derman,

Her can kabul etmez viraneler var

 

Teşebüs yareler figana başlar

Bilmem ki cenabı mevlam ne işler

Kul kadirler bize mecnun demişler

Daha bizden özge mestaneler var

 

Dert ehli olanlar dergâha gelir, 

Elbette arayan dermanın bulur. 

Sadık  der ki  kimde ne var, kim bilir.

Geçt-i güzar ettim elde neler var.

Sadık Doğanay ile ilgili kaynaklar iyi incelendiği zaman, onun bir Âşık/Ozan değil de ( her ne kadar o isminin başına Âşık ekini yapsa da) bir taşıyıcı/kaynak olduğunu gösteriyor. Tokat Zileli Âşık Kemteri’nin torunu oluşu ve aile içinde teneffüs ettiği havanın halk kültürü (özünde Alevi kültürü) yoğunluklu oluşu, saz ve Keman çalması, müziğe hâkim olması ve beste yapması, Alevi Âşıkları yakından bilişi  onu iyi bir kaynak haline getirmiştir. Başta Nida Tüfekçi, Arif Meşhur ve Ali Ekber Çiçek gibi sanatçılar ondan birçok eser derlemişlerdir. Her ne kadar Sadık Doğanay “Ben bal yapıyorum, birileri benden habersiz alıyorlar” diye yakındığı eserler ayrıca TRT repertuarına alınanlar ona ait değildir. Örneğin: 

Bir Güzelin Hasretinden Ahından, (Sefil Sıdkı’nın)

Bir Güzeli Methedeyim Bari Âlem Yanmasın, (Kay. Ahmet Başar/ Sadık Doğanay)

Gönül Gel Varalım Gülşen Bağına, (Âşık Turabi)

İzzetli Hürmetli Bilirim Seni, (Sefil Kemter)

Her Sabah Her Sabah Gülşen İçinde (Sefil Sıtkı)  

İsimli eserlerde kaynak kişi Sadık DOĞANAY olarak gösterilmiştir.

İşin ilginç yanı gerek, Folklorcular başta Cahit Öztelli ve Mehmet Yardımcı gerek sanatçılar ondan söz ederken onun eserlerinden örnekler sunmamaktadırlar. Yalnızca “El Vurup Yaramı İncitme Tabip” adlı eserin ona ait olduğunu söylerler. Onun dışında tek bir eser daha örnek sunmazlar. El Vurup Yaramı İncitme Tabip düzeyinde felsefi derinliği olan insanın yüreğini sarıp sarmalayan bir esere imza atan bir ozan mutlaka o düzeyde başka eserleri de olmalıdır. Oysa gerek onunla ilgili dergilerde çıkan yazılarda gerekse derlemecilerin derledikleri eserlerde onun daha çok derlemeci yanı öne çıkarılmaktadır. Elimizde Sadık Doğanay imzalı 13 tane şiir var. Aynı şiirlere Âşık Kemteri’den bir şiir ekleyerek  Âşık Rezani de kendi sitesinde yayınlamıştır.  Ancak bu şiirlerden hiç bir tanesi “El Vurup Yaramı İncitme Tabip” düzeyinde değildir. Bu şiirler içinde söz konusu eser  aykırı durmaktadır. Diğer şiirlerle ilik uyuşmazlığı içindedir.  Ayrıca eserde geçen “Dert ehli olanlar dergâha gelir,” dizesi düşündürücüdür. Sadık Doğanay döneminde Dergâhlar yok. Sadık Doğanay’ın doğumundan 8 yıl önce kapatıldılar.  30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı kanun ile uygulamaya konmuştur. Kapatılıp olmayan bir yere ozan kimi neye davet ediyor?

Âşık Veli’nin yaşamında Dergâh önemli bir yer tutar çünkü o derdinin dermanını orada bulmuştur. Bu önemi yaşamından kısa bir kesitle anlatmaya çalışalım. 10 yaşında iken annesini, çok geçmeden de babasını kaybetti. Onların sağlığında üç-beş parça tarlaları vardı. Ölümlerinden sonra hepsi, çeşitli bahanelerle kapanın elinde kaldı. Kurtarmak için hangi dala yapıştıysa eli boşa çıktı. Köy yerinde malı mülkü, sığırı davarı olmayan kimsesiz  bir çocuk ne yapar? Ancak şunun bunun yanında çobanlık. O da aynı yola gitmekten başka çare göremedi. Ağaların emrinde aylarca ve yıllarca şu dağ senin, bu tepe benim deyip, dolaştı durdu. Bulduysa yedi, bulamadıysa çekti sırtına abasını, koydu başını bir çul yığının üzerine. Öteden beri, Yozgat'ın Muğlalı Köyü Türkmenleri yaylak için İğdecik civarlarına gelirdi. Veli bir ara onlara da çoban durdu. Bakımları ve yardımlarını beğenmiş olacak ki, tam yedi sene hizmet etti. O yıllarda başından bir de gönül macerası geçti. Belki de yanlarında uzun süre bu meseleden dolayı kaldı. Ağasının Telli adında bir kızı vardı. Onunla iki kardeş gibi büyüdüler. Ne zamanki kız serpilip de zülüf düzmeye başlayınca Veli'nin durumu değişti. İçinde çeşidi belirsiz duygular depreşmeye başladı, önceleri kızın haberi yoktu. Sonra sezer gibi olduysa da pek umursamadı. O mevzuda ne yakınlık gösterdi, ne de çekingen davrandı. Arkadaşlıkları gene eskisi gibi sürdü gitti. Ama Veli, fazla sabredemedi. Bir bekledi, iki bekledi, en sonunda duygularını açığa vurdu:

                 Ama dilber çok iş bilir ustasın

               Melül mahzun gezen bilmem hastasın

               Sinem püte ettin mekân istersin

               Muhkem imiş alamadım kal'an yar  

Kızın annesi ve babası vaziyeti neden sonradan anladılar. Fakat üzerine aldığı üzerine aldığı bir vazifeyi kusursuz yerine getiren Veli'yi bu mevzuda incitmek istemediler. Tek çıkar yolun, kızlarını kendi seviyelerinde ki bir kişi ile evlendirmek olacağına karar verdiler. Çok düşünmediler de. Muğlalı bir genç uzun zamandan beri kapılarını aşındırıp duruyordu. Ona deyip işin içinden çıktılar. Veli, Telli Kız'ın başkasıyla evleneceğine bir türlü inanamadı. Daha doğrusu inanmak istemedi. Ne zaman ki göçünü kendi eliyle yükleyip onu yola vurunca, acı gerçeği kabul etmek zorunda kaldı:

     Hel hel ettim Mağara'dan uçurdum

      Telli Kız'ın gitti derler bu yola

                             Elim ile evlerini göçürdüm

                            Telli Kız'ın gitti derler bu yola 

Kemter'e Çırak Oluşu:

Veli kabiliyetli bir gençti. Telli Kız'ı yolcu ettikten sonra söylediği deyişleri ağızdan ağza yayılmaya başladı. Ta Şarkışla'nın Kale köyünde oturan Âşık Kemter'in kulağına kadar gitti. Kemter bu genci bayağı merak etti. Bir gün yanına ısmarladı. Onu ilk görüşte sevdi. Yanından ayırmak istemedi. Dizinin dibine oturtup âşıklığın bütün kurallarını ve törelerini öğretti. Birlikte söylediler, birlikte çığırdılar. Aylar, yıllar derken, bu mutluluk da çabucak geldi, geçti. Kemter 1818 yılında vefat etti. Usta demek, bir bakıma baba yarısı demekti. Onun kaybı Veli'yi çok sarstı. Kime ne desin? Feleğe kahretmekten başka elinden ne gelir ki?

           Şu yalan dünyada bir üstat buldum

               Beni bırakmadın işime felek

               Şakirt olan şaşkın olur dem be dem 

               Ne okursun bilmem goşuma felek.

 

               Sene bin iki yüz otuzda dörtte

               Yükletti göçünü döşüme felek  

Hacı Bektaş Dergâhını Ziyaret:

Veli, ustası Kemter'i bir türlü unutamadı. Nereye gitse hep onu anlattı, hep onun büyüklüğünü, insanlığını ve kendisine yaptığı iyilikleri dile getirdi. Komşuları baktılar ki böyle olmayacak, O da zaten çoktan beri böyle bir şeyi arzu ediyor, fakat imkân bulamıyordu. Bir gün ne olursa olsun, deyip yola çıktı. Tokat ve Çorum üzerinden Hacı Bektaş'a gitti. İçinden, derdimi, gamımı unuturum, diye geçiriyordu. Ama dünyanın neresinde var ki? O sırada Çelebi Hamdullah Efendinin bir oğlu vefat etmiş, herkes yasını tutuyordu. Çelebi'nin ise ağzını bıçak açmıyordu. Veli baktı ki, yarasına merhem umduğu tabip kendisinden de hasta. Kimin kime yardım edeceği belli değil. Düşündü de dedi ki: 

           Derde tabi oldum derman aradım

               Vardım ki tabibin derdi benden çok

               Her derdin dermanı sendedir bildim

               Ne hikmet ki senin derdin binden çok

 

               Hak böyle buyurmuş bina kurunca

               Ağlamayı gülmeye eş verince

               Tabipler tabibi dertli olunca

               Besbelli ki şu dünya da dertsiz yok  

Bu deyişi sessizce dinleyen Hamdullah Efendi, adeta mırıldanarak söylendi:  Çelebi bu sefer önüne baktı. Başparmağını dudaklarına dayayıp, gözlerini yumdu:  Sustular ve bir daha bu mevzuu açmadılar. Veli orada epeyce kaldı. Hamdullah Efendi'yi daha çok sevdi ve her geçen gün ona saygısı bir kat daha arttı.

Görüldüğü gibi “Dert ehli olanlar dergâha gelir,”  Dizesinin Âşık Veli’nin yaşamında önemli bir yeri ve anlamı var. Aynı dizenin Âşık Sadık Doğanayın yaşamında maddi bir temeli yok. Sadık Doğanay’ın dedesi olan Âşık Kemter’in çırağı olan Aşık Veli’nin bir çok şiiri Amcası ve Kayın babası olan Aşık Edna tarafından da biliniyordu. O bu eseri ondan öğrendi ezberledi, kendi adını da şahbeyit kısmına ekleyerek okudu. Burada asıl sorun eseri derleyen Ali Ekber Çiçek’te. Eseri derlediğinde dikkatlice okusaydı ve Sadık Doğanay’ın yaşamını da ana hatları ile bilseydi eserin ona ait olmayacağını bilirdi. 

Durum böyle olunca toplumun büyük çoğunluğu eseri kimden duyduysa ve hangi mahlasla duyduysa onların sandı.

Ben neden böyle bir çalışma yapma gereği duydum Sahibini Arayan Şiirler diye bu konuda araştırmalarımı yoğunlaştırdıkça şaşırıyordum.

Aynı şiiri bir kaç ozan mahlası ile okuyunca çok garipsedim. Bunlar nazariye değildi. Çünkü hem fikri hem dizeler, hem kafiye ve redifler, hem de anlam tıpa tıp aynıydı. Hani çok bilinen bir eser var. “Etek sarı sen etekten sarısan/ Kurban olam bey dağının malısan” diye bu eser Abdulvahap Alkan’ın eseridir. O eseri ülkede bir başka sanatçı kendi adına okudu ve MESAM da kendi adına kayıt ettirdi. İbrahim Tatlıses de söz konusu eseri okudu. Ancak Abdulvahap adına değil de MESAM’da kimin üzerine kayıtlı ise onun adına okudu. Abdulvahap Bey sonradan farkına vardı gidip o kişiyi mahkemeye verdi ve eserini tekrar üzerine aldı. Yine Abdulvahap Alkan’a ait olan ve 1970 yıllarında yazılmış başka bir eseri var. “Ara ki Bulasın Beni” onun bu eserini ondan başka dört kişi daha sahiplendi.  Ballıktaşlı Mazlumi/Selma Çınar/Ali Baştuğ/Ali Kızıltuğ. Benim tespit ettiğim kadarıyla da 14 sanatçı okudu.

Evet, sahibini arayan şiirler var, hiç bunu düşünmemiş olabiliriz. Çünkü ezbere yaşıyoruz. Sahibini Arayan Şiirler olduğunu hiç düşündük mü? O zaman biraz düşünelim. Sahibini arayan şiirler olur mu? Olur, çünkü çok güzel türkülere, eserlere ve şiirlere insanlar sahip çıkmak isterler. Her işin hilekârlığı, sahtekârlığı olduğu gibi maalesef bu işin de varmış. 

Biliyorsunuz İbreti Baba önemli bir Alevi ereni, ozanı ve yol bendesidir. “Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana” şiiri var.

 

Bir şah olsam hüküm eylesem cihana

Kilise, mescidi yıkar giderdim

Okullar yapardım bütün insana

Cehaleti kökten söker giderdim

 

Fabrikalar kurar idim her yerde

İkiliği kovar idim bu serde

Ayrı gözle bakmaz idim bir ferde

Cihana bir gözle bakar giderdim

 

Gerçek insanları bilirdim Allah

Ondan gayrısına tapmazdım billah

Ne kabe kalırdı nede Beytullah

Yerine bostan eker giderdim

 

İnsanlıktan başka olmazdı cennet

Yok, olurdu İsa Musa Muhammet

Kalkardı dünyada mezhep, tarikat

Dinlerin bağını çözer giderdim

 

Bir olurdu fakir zengin her zaman

Çaresiz dertlere olurdum derman

Ne gâvur kalırdı ne de Müslüman

Tümünü bir yola çeker giderdim

 

Gece gündüz çalışırdım millete

Bir faydalı kul olurdum elbette

Bir ırmak olurdum güneşten öte

Yeni fezalara akar giderdim

 

O günü görseydim yüzüm gülerdi

Dünyada insanlar bayram ederdi

Ne bir silah ne bir atom kalırdı

Bir ulu deryaya döker giderdim

 

İbreti der varlığımız bitmezdi

İnsanoğlu yanlış yola gitmezdi

Ayrı gayrı devlet icap etmezdi

Dünyaya bir bayrak diker giderdim

Bu şiiri de dört kişi sahiplendi. Kul Ahmet/ Âşık Perişan/Kul Hayrani/ Halil Öztoprak.

1967 yılında Âşık Osman Dağlı, Âşık Mahzuni Şerif ile Kul Ahmet Elbistan’da bir konser yerinde bu şiir okunur ve olaylar çıkar. Cumhuriyet savcılığı bunun üzerine takibata başlar. Kul Ahmet hemen tutuklanır. Kul Ahmet, 1 yıl 3 ay hapis yatar. Bu tutuklanmadan sonra Kul Ahmet şiiri sahiplenir. Ondan sonra hangi sanatçı o eseri okursa Kul Ahmet telif hakkı alır. Alamadıklarını da mahkemeye verir. Kendi adına şiiri sahiplendikleri için Kul Ahmet tarafından mahkemeye verilenler.

Halk müziği sanatçısı Ali Kızıltuğ, 1991 yılında çıkardığı “Dumanlı Köy” adlı kasete bu eseri kendine mal ederek kendisininmiş gibi okur. Kul Ahmet Kızıltuğ’u 1992 yılında 100 milyon manevi tazminatla mahkemeye verir. Fakat Ali Kızıltuğ daha sonra Ankara radyosu yapımcısı Ahmet Mortaş’la Kul Ahmet’in evine gider özür diler; “ Ben hatta ettim gidip tekrar bu eseri senin adına okuyacağım” der, Kul Ahmet’de maddi ve manevi tazminat davası saklı kalmak şartıyla davadan vazgeçer.

Lütfü Kaleli Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana adlı şiirin sahibini bulması için Tanrı İnsan kitabıyla bu konuda bir soruşturma başlatır. Onun bu soruşturmasına Kul Ahmet çok kızar ve onu mahkemeye verir. Sonunda 600 milyon liraya mahkûm eder. Lütfü Kaleli (Yazar), Adil Ali Atalay(Yayıncı)  ve Haydar Gürel (İbreti’nin oğlu) karşı dava açarlar dava Kul Ahmet öldüğünde de devam ediyordu.

Adil Ali Atalay “Âşık İbreti: İlme Değer Verdim” adıyla yayına hazırladığı kitapta söz konusu şiiri İbreti adına yayınlayınca Kul Ahmet tarafından mahkemeye verilir.

Şiiri Sahiplenen diğer ozanlardan biri Kul Hayranı’dır. Kul Hayranı usta bir ozan değil. 17 yaşından beri dörtlüklü şiirler yazmasına rağmen sözcüklerle dizelerle çok dost olduğu söylenemez. Avusturya’nın Sydney kentinde yaşayan 81 yaşındaki Kul Hayrani’nin, bana gönderdiği ilk ve tek kitabı olan “İşte Geldim Gidiyorum” adlı kitabı içinde 116 şiiri yer almaktadır. Ancak bu kitabına “benim” dediği  “Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana” adlı şiire yer vermemiştir. Neden acaba? Çünkü şiir ona ait değil. Kitabın içinde yer alan şiirler hem teknik olarak, hem de içerik olarak bu şiirin çok, çok gerisindedirler. Lütfü Kaleli’yle yüz yüze görüşmesinde “Bu şiir benimdir. Ben bu şiirimi 1967 Elbistan olayları nedeniyle okuduğum için Gürün savcılığınca hakkımda dava açıldı yargılandım. Bunun belgeleri mahkeme kayıtlarında vardır.” dese de mahkeme kayıtlarını bulup kanıtlayamadığı gibi Şiiri’nde ancak 4 kıtasıyla hatırlayabilmiştir.

Şiir’i sahiplenen diğer ozan ise Âşık Perişan’dır. Söz konusu “şiirin kendisine ait” olduğunu “32 kıtadan” oluştuğunu ve bunun “4 kıtasını 1968 yılında plağa okuduğunu” söyler. 12 mart 71 darbesinden bir gün sonra “İstanbul’da  Tepebaşı Gazinosu’nda söz konusu şiiri sazıyla çalıp okuduğu için Haydarpaşa Askeri Mahkemesi’nde yargılanır ve tutuklandığını” ifade eder.. İlginçtir tutuklanma olayını bir yıl farkla aynı yerde Kul Ahmet’de “yargılandığını” söyler, Kul Ahmet; “1970 Yılında İstanbul Tepebaşı Gazinosu'nda bir gece bu şiiri çaldım, okudum. Sıkıyönetim vardı o zamanlar. Beni tutukladılar. Bu şiir yüzünden Selimiye Cezaevi’nde tam bir yıl üç ay yattım.” Bundan dolayı Lütfü Kaleli haklı olarak şaşıracak “Gariptir ki, diğer âşıklar da aynı şiiri sazıyla söyledikleri için tutuklanmışlar, yargılanmışlardı. Her tutuklanan ve yargılanan âşık bu şiirin sahibi olmuştur” diyerek hayretini dile getirmiştir. Pek fazla bilinmeyen bu ozan 4 kıta olarak okuduğu şiirin son dizelerinde ki uyakları ikileyerek yazdığı için 11 hece ölçüsüne göre yazılı olan şiirin son dizeleri 13’e çıkarmıştır ki bu usta bir ozanın yapabileceği bir şey değildir. Elimde ki Âşık Perişan’ın şiirlerini “Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana” adlı şiirle kıyasladığım zaman o yetkinlikte değiller. İşçilik, teknik felsefe ve konuyu ele alış biçimi ile sözü duyguyla yoğurma noktasında başarılı şiirler değillerdir. Dolayısıyla bu şiirin ona ait olmadığı onun diğer şiirleri ile kıyaslandığı zaman hemen anlaşılmaktadır.

Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana adlı şiir Kervan Dergisi Kasım –Aralık 1993 tarihli 32’ci sayısında Halil Öztoprak adına yayınlanınca konu tekrar tartışılmaya başlandı. Ancak eser İbreti’ye ait olduğu yine mahkeme kararı ile kesinleşti.

Bu konuda MESAM da sıkıntılıdır. Kim öncelikle gidip hangi eseri kendi adına oraya kayıt etmişse o eser orada onun adına kayıtlıdır. Karşıt görüş olmadığı sürece de o şiir onundur.

Bu konuda en büyük mağduriyeti yaşayan ozanlardan biride Aşık Yoksuli’dir. Onun “Hangi Dağın Ardındasın Sevdiğim” adlı eseri Ali Kızıltuğ, Aşık Gülabi ve Aşık Sabri Şimşekoğlu kendi adına okudular. Yine Yoksuli’nin “Senden Oldu/ Senden Oldu” redifli şiiri de Ali Kızıltuğ tarafından sahiplenildi.

Sahibini Arayan Şiirler adlı kitabım da 50 ozan tarafından üstlenilen 33 şiir üzerine çalıştım ve gerçek sahiplerine teslim ettim.

 

Yine Hacı Bektaş’a mal edilen şu ünlü dörtlük;

     “Hararet nardadır sacda değildir

     Dervişlik baştadır taç da değildir

     Hakkı arar isen gönlünde ara

     Kudüs de Mekke de hac’da değildir”

  Kaygusuz Abdalın’dır.

     “Dervişlik hırkada taç da değildir

     Isılık od’dadır sacda değildir

     Hakkı ister isen âdemde ara

     Irak da, Mekke’de, Hac’da değildir”

Ayrıca okunan eserlerde yanlış okumalar var onları düzeltmeye çalıştım. Örneğin “Siyah Saçlarından Matem Yüzleri” okunurken Matem yerine Hatem olarak okunuyor. Şiirin ilk dörtlüğü olan

           “Siyah saçlarından matem yüzlerin

           Garip bülbül gibi zar eyler beni

           Hilal ebruların, ahu gözlerin

           Tir – i gamzelerin yareler beni”

Eğer eseri okuyanlar eserin mantığını anlasalar da orada Hatem değil matem olduğunu anlayacaklardı. Çünkü “matem” hüzün yas olayıdır “Hatem” ise Arapça da yüzük anlamındadır. Doğal olarak Siyah saçlarından yüzük yüzlerin olmaz. Olayın mantığını anlamak yerine daha çok ezber hareket edince insanlar böyle garip sonuçlarla karşılaşabiliyoruz.

Sabah kalkıp gördüğü rüyasıyla toplumu yönlendirin bir ülkenin insanlarıyız işte. Ancak her şey öyle değil Türkiye gelişecek, değişecek; çünkü ozanlar var, yazarlar var, bilim insanları var.

Sevgili ozanım bu başlı başına bir konu yani çokta önemli bir konu sağ olun var olun. Sizin gibi insanlar bu konuya el atıyor. Ayrıca çok az işlenen bir konu ve bizim için de ders oldu söyledikleriniz. Önemli bir mesaj var tüm sözlerinizde ben öyle yorumluyorum. Sizin bu konuda ki duyarlılığınız ve çalışmanız şu anda bizi dinleyenlere gerçekten yeminle söylüyorum Aleviliğin çok az çalışılan bir konusu hemen, hemen hiç çalışılmamış bir konusu.

Biz Aleviler; bu arada başta dedeler,  ozanlar, yazarlar, kurum başkanları, sözde kimi aydınlar; Alevliğin temel ilkelerinden olan “ele – dile – bele” sahip olmaktan, dört kapı kırk makam kültüründen geçtiğimizi söylüyoruz ama bunu yapamıyoruz gerçekte.  Bizler gerçekten “nefsimizi yenemiyoruz”. Kendi ilkelerimizi ayaklarımız altında çiğniyoruz. Demek ki bu Alevi ozanların, sanatçıların dünyasında da varmış?

Bir de biz de gerçekten de eleştiri kültürü yok. Niye eleştiremiyorum, e yazar yazmış, bir bildiği vardır... Neyi Yazmış, nasıl yazmış, nasıl yazar olmuş? Bunu soran sorgulayan yok, yazarlık bu kadar kolay bir şey mi?

Ozanlık gibi büyük, çok büyük bir sanat, edebiyat, düşünce alanında da durum aynı demek ki? Yani üç tane şiir yazan ozan olamaz, hem de belki de gerçek anlamda bazen her eser onun da olmabilir?

Böyle rüyalarla hayat yaşanmaz. Arabada şoförün uyuduğunu düşünün araba uçuruma gider; yok olursunuz. Biz de uyuyoruz şimdi. Ne yapacağız?  Demek ki uyanmamız gerekiyor. Gerçek yazara, ozana, bilim insanına, gerçek kitaba, dergiye ulaşmamız gerekir.

Şimdi sevgili Ezeli Doğanay, sizin dünyanıza tekrar döneyim. Burada masada, elimde Halk Ozanı Öldü Mü? Kitabınız var. Bir cümleyle bu konuda ki görüşlerinizi de alalım.

Siz eleştirmen yok diyorsunuz ya. Gerçekten de eğer bu konuya toplum bilimciler, halk kültürü araştırmacıları, edebiyat tarihçileri eğilmiş olsalardı biz halk ozanları kendi göbek bağımızı kesmek zorunda kalmazdık. En azından onların yönlendirmesi sonucu doğrulara ulaşırdık. Gerçekten de eleştirmen olmayınca yazın alanında herkes yazdığının en mükemmel, en kusursuz, en doğru ve en güzel olduğunu düşünüyor ve buna inanıyor. Yaptıkları yazdıkları ile ilgili en küçük bir karşıt görüş görünce de agresifleşip saldırganlaşıyorlar. Eğer eleştiri mekanizmasını düzenli ve haktanır bir şekilde çalışmış olsa idi inanıyorum ki çok daha kaliteli ve güzel ürünler ortaya çıkardı.  O yüzden bu çalışmayı yayına hazırladım ve 2011 yılında yayınladım. Kitap kısa sürede tükendi ve beş ödül aldı. Ayrıca Tür ve Şekil Bakımından Halk Şiiri adlı çalışmayı yayına hazırlayıp yayınladım.  Amacım halk ozanlarına ve okuyucuya dörtlüklü şiir ile ilgili teorik bilgiler vermekti. Pastoral şiir nedir? Didaktik şiir/ epik Şiir/ Lirik Şiir nedir ne değildir vs. Daha doğrusu şiir nedir, nasıl yazılır, teknik ve içerik boyutu ile dörtlüklü şiirin tür ve nazım biçimini anlattım.

Sevgili ozanım çok dolusunuz, birikimlisiniz çünkü yazarlık ozanlık kolay değil siz bunu görmüşsünüz bunun bir okulu da yok, şimdi ne güzel ki bir okulu yok.

Dünyada ki en güzel şey bence sanatın, edebiyatın ve bilim dünyasının, özgün olması, bağımsız olması ve dolayısıyla ölümsüzlüğü ve evrenselliğidir.

Siz dünyada hiçbir şekilde gerçek bir sanat eserini, gerçek bir edebiyat eserini yok edemezsiniz. O kayaların içinden çıkar volkan olur ve taşar, kıtaları aşar, etnik yapıları, inançsal farklılıkları, sınıf çelişkisini aşar önümüze gelir ve herkes önünde eğilmek zorunda kalır. Eyvallah, denir. Çünkü bilimsel bilgi dünyanın en değerli şeyidir. O yüzden üzülüyorum ama böyle konuşunca da kendi kendime seviniyorum ya diyorum olmaz hırsızlıklar olmaz; yalanlar olmaz, talanlar olmaz, bunların bir sonu vardır, yalancının mumu yatsıya kadar yanar, diyorum. Şu anda eleştiren bir kişiyim ama eleştirmen değilim eleştirmen olmak o kadar kolay değil.

Dolayısıyla ozanımın bu çalışmalarınızı can u gönülden kutluyorum.

Biraz da ozanlığınıza dönelim bakalım;  neler yazmış,  neler söylemişiniz. 

Mesela bir şiir kitabınızın çok dikkat çekici bir başlığı var;  Gurbet Denen Alıcı Kuş. Bu güzel kitabınızda neler var? Bizi kendi dünyanıza götürür müsünüz?

Gurbette yaşıyorum doğal olarak gurbet olgusunu işledim o kitabımda. Ayrıca ilk şiir kitabımdır ve ben 22 yaşında iken yayınlandı. Gerçekten de gurbet öyledir, alıcıdır. Size o zaman bir şiirimi okuyayım.

 

   Divan ve Sen

Çok söz yüktür can olana hele bir yol dinle sen

Bir aşkın derdine düştün var bu aşkla inle sen

Âşıkların aşkı ile coşar duygu denizi

Gönlünü derya ederek sınırlama in’le sen

Duygu çiçek şiir baldır ozanlar ise arı

Söz yürekle emişirse o zaman olur karı

Yoksa yorulmaya değmez çünkü olmaz yararı

Söz dizimi şiir olmaz yazsan da yüz binle sen

Özünü dara çekenler olurmuş eren kişi

Dostluk meydanında olmaz sohbette erkek dişi

Gönül almak gönül vermek can ile canan işi

Has bu halin özle olsun uğraşma dost kinle sen

Çul diyerek basıp geçip kilimi bilmez isen

Hak lokması pay etmeyip dilimi bilmez isen

Hurafeyi rehber edip bilimi bilmez isen

Ne yararı olur sana uğraşırsan cinle sen

Gerçeklerin sesi derler gezer arş u alada

Ele bele dile sahip olmayan can belada

Ömrünü geçirir isen mutfak ile helâda

Adın şanın kaybolur can karışırsın sinle sen

Bir arı misalidir ruh kâinat da dolaşır

Tenden tene geçer durur her nebata bulaşır

Devri don eyleyen canlar hakikate ulaşır

Yaşar isen bir ihtimal belki ey can tinle sen

Mecnunlar çölde değildi uzak durma beri gel

Aslı kerem’in aslıydı ömrüne oldu bedel

Kayaları yarma boşa gönlündeki taşı del

O zaman buluşursun can özünde Şirin’le sen

İki çıplak kişi bunlar yaprak yılan ve elma

Hayal mahsulüdür onlar boşuna düşe dalma

Ne Nasır’lı ne Mekkeli dilini esas alma

Dilin konuş hiç uğraşma elif be cim min’le sen

Sahtekârlık bir sanattır yalancının elinde

Kırk fesat dolaşır onun saçının her telinde

Kibirle bakar insana hile vardır yelinde

Anla ki başa çıkılmaz gezme sakın hinle sen

Ezeli yaşama tanık saçlarının akları

Mürşit eyle sen kendine özü gerçek pakları

İnsanlıkta olur ey can gerçek insan hakları

      Uğraşma boşu boşuna taassupla din’le sen

Eyvallah var olasınız. Dünyanın en etkili silahı en ölümsüz olgusu bence dizelerdir. Ozanların dizeleridir. Bir duygusallık vardır, bir hüzün vardır,  dizelerde sizlerde.

Bu büyük geleneği yaşatıyorsunuz. Anadolu’dan Avrupa’ya, Anadolu’dan kopmadan Avrupa’dan yalıtılmadan orada ki insanlarımıza da nefes oluyorsunuz panellere söyleşilere katılıyorsunuz.

Sizi kutluyoruz son olarak da birer cümleyle bir gerçek insanı nasıl tarif edersiniz? Bir halk ozanını nasıl tarif edersiniz gerçek bir piri, dedeyi, mürşidi nasıl tarif edersiniz? Böyle birkaç cümleyle bunları alalım İnsan, Ozan, Baba, Dede Pir, Mürşit kimdir sizce?

Sevgili dostum; bunları birer cümleye sıkıştırmak çok zor. Çünkü üst başlık halinde bunların her birisi hakkında iki saatten fazla konuşmayı gerektirir. Her üç sorunuzu tek başlık altında toplayarak toptan yanıtlamaya çalışalım. Kendi özüyle buluşan, kendi iç dünyasına yolculuk yapan, kendisini bilen, tanıyan kendisi ile hasbi hal eden kişi zihinsel ruhsal duygusal ve aynı zamanda düşünsel, ki rasyonel kopmadan at başı gibi bir arada yürütebiliyorsa, kendisi ile barışıksa o insan o dede o ozan insan olarak iyidir.

Dedelik, Pirlik, Seyitlik ve Babalık olgusu biraz daha farklıdır. Bir toplumun ruhani önderleri oldukları için. Ben bunları biraz da ekin tarlasına benzetiyorum. Eğer ekin tarlasında ki ekinler boş ise diktir dolu ise eğiktir. Bu ruhban kesimi de böyledir dolu, dolu olanlar eğiktir alçak gönüllüdür insan severdir ve mütevazıdir. İşte bize o dolu başaklar lazım. Bizi iyiye güzele doğru evirerek kendimizle toplumla doğayla barışık bir hale getiren Pirlere, dedelere, seyitlere ihtiyacımız vardır. Çünkü onlar yaşamın özünden süzülüp gelmişlerdir. Halk ozanları ise çok okumalılar. Çantaları sürekli kitap dolu olmalıdır. Çünkü ozan olmak zor bir sanat ve beceri gerektiren bir uğraşıdır. Alevi olmak için           Kürt veya Türk olmak için özel bir uğraşı gerekmiyor ancak Ozan olmak için mutlaka ama mutlaka çok okumalılar. Çünkü şiir kıskanç sevgilidir ve yalnızca kendisiyle uğraşılsın ister.

O zaman ozanlık bitmemiştir tam tersine bir yetenek varsa ve bu yetenek bilinçli bir şekilde geliştirilirse yine Karacaoğlanlar, Harabiler, Pir Sultanlar çıkar aramızdan. Yeter ki kendi şairlik kimliğini oluşturabilsin.

Evet, haklısın aynı şeyleri düşünebiliriz ama aynı şeyleri hissetmeyebiliriz. Ozanın penceresinden içeri ne sızıyorsa onun gönül dağarcığına o azık olur onun yüreğinden diline o süzülür. O da onun şiir kartvizitidir.

Efendim çok teşekkür ediyorum çok verimli çok dolu, dolu bir söyleşi oldu. Çok ufuk açıcı oldu. Ki söyleşiler öyle olmak zorundadır. Dostlar ülkesine uğrarken zülfü yâre de dokunmalıyız ki zihin açılsın. Gerçeklerin izinden yürüyen bir ozanı bir yazarı konuk ettiğim, onunla söyleştiğim için çok mutlu oldum.

2. Söyleşi…    

ÂŞIKLIK GELENEĞİNDE DESTANLAR

Türler Şekil ve Nazım Biçimi ile Halk Şiirikitabı boylamında…

Evet, kendisinin de TV programcılığı var, gazeteciliği var, yazarlığı var. Efendim yakın gelecekte de kendisi ile eserleri üzerine kitapları üzerine ve dünya görüşü ile ilgili bir başka programımız daha olacak. Fakat bugün ki programımızda değerli yazarımızın yeni yayınlanan bir eserinden yola çıkarak halk ozanlığı ve halk şiiri geleneği üzerinde duracağız. Program boyunca halk şiirinin içinde ki türler yazım şekli ve nazım türleri işlenilecek. İlk önce o müjdeyi verelim gerçektende uzun yılların bir emeği ve çabası sonucu büyük yazar Yaşar Kemal’in de dediği gibi Ezeli Doğanay sadece bir ozan değil toplumbilimci bir bakışla toplumumuza bakan ülkemize ve dünyaya bakan güzel bir yürek. Şu anda elimde gördüğünüz o güzel yüreğin ortaya koyduğu güzel bir çalışma. Türler Şekil ve Nazım Biçimi ile Halk Şiiri.Kitap çok yeni o kadar yeni ki gerçekten olağan üstü güzel bir çalışma yoğun bir emek verilerek araştırılıp yayınlanmış bir çalışma. Evet, şimdi sevgili yazarımızla, sevgili dostumuzla bu konulara girelim.

Şimdi efendim Türkiye’de biz biliyoruz ki gelenek Yunuslarla Pir Sultanlarla gelmiş ve halkın gönlüne taht kurmuş bu isimlerle özdeşleşmiş. Fakat sadece on, yirmi tane değil yüzlerce ozanımız var; hangisi hangisinden daha kuvvetli tam bilemeyiz. Bunu bilmenin ölçüsü nedir, sonunda nasıl bir çıkarımda bulunacağız, bunu da ben bilmiyorum, belki sizlerden ipuçlarını yakalayabiliriz.

Bir şairi, bir ozanı güçlü kılan nedir; çağları aşması mıdır? Efendim o edebiyatta okuduğumuz uyaklar, kafiyeler midir? Tamamen kendine özgün bir dil kullanması mıdır? Başkasından ne kadar etkilediği midir? Pir Yunusu Yunus yapan, bir Pir Sultanı Pir Sultan yapan nedir? Bu konulara elbette değineceğiz ama her şeyden önce sevgili dostum değerli ozanım Halk Şiiri demişsiniz nedir halk şiiri? Biz biliyoruz ki bir şiir vardır ama bir de halk şiiri söylene gelinir. Halk şiirini halk şiiri yapan nedir?

Halk şiiri, âşık şiiri, tekke ve zaviye şiiri aslında bunlar üçü de halk edebiyatının alt türevleridir. Bu yüzden de kitabın adı her ne kadar halk şiiri ise de diğer türleri de inceleyen bir çalışma. Ancak genel kanı yani odak, sağlanan nokta dörtlüklü şiir denince akla halk şiiri geldiği için üst başlık olarak öyle koyduk. Halk şiiri; Türküler, Maniler, Ninniler, İlinçler, Tekerlemeler, Ağıtlar ve Atasözlerini içerir. Gerçi Atasözlerini halk şiirinin kapsamı içinde değerlendiremeyiz ama anonim olduğu için anonim halk edebiyatının türleri içine girer. Halkın ortak ürünü olduğu için türküler, maniler, ninniler vs. bunlar halk şiiri kapsamı içindedirler. Çünkü bunların sahibi yok, sahibi halkın kendisi.

Bir de âşık şiiri var yanlışlıkla âşık şiiri de halk şiiri içinde değerlendiriliyor ancak bu değerlendirme doğru değil. Çünkü âşık şiiri yazanı belli olduğu için son dörtlükte de yazanının imzasını taşıdığı için anonim değil, yani halkın ortak yazıp söylediği bir şiir türü değildir.

Tekke ve Zaviye şiiri ise yine anonim değildir,  yazanı bellidir. Ancak diğer şiir türlerinden ayrılan yanı dinsel içerikli olmasıdır. Metafizik öğeler daha çok öne çıkmaktadır.

Bu arada bu halk ozanı sözcüğünü de biraz açmak lazım.

Halk Ozanı, Halkın Ozanı kimdir?

Eğer halka ozanlık yapıyorlarsa o zaman serbest dizeli şiirler yazan arkadaşlar da halk ozanıdırlar ve halka şiirler yazıyorlar. O zaman fark nedir ve nerededir?  Bu yüzden de bu kavramları sorgulamak lazım. Kaldı ki etimolojik açıdan baktığınız zaman ozan XE-ZAN yani kendinden bilmek kendini bilmekten geliyor. Köken olarak Kürtçe’dir. Bu anlamda Âşık sözcüğü daha doğru bir tanımlamadır.

Toplumun algısında halk ozanı; halkın sorunlarına eğilen acılarını, sevinçlerini, özlemlerini, kederlerini, aşklarını dile getiren kişidir. Halk ona adını vermiştir, benim ozanımsın, demiştir. O da bunu görev olarak, ödev olarak kabul edip ona göre davranmıştır.

Dediğim gibi bu algıyı sadece dörtlüklü şiirler yazan arkadaşlarla sınırlamamak gerek Nazım Hikmet’te,  Ahmed Arif’te, Enver Gökçe’de, Kemal Özer’de birer halk ozanıdırlar. Burada da sınıfsal bir bakış açısı devreye giriyor. Sınıfsal bakış açısı işin içine girince o zaman yönetenler, erki elinde bulunduranlarla yönetilenler ezilenler ve halk ikilemi doğuyor. İşte tam da burada ozanın sınıfsal duruşu belirginlik kazanıyor. Ezilen, sömürülen, yoksul ve emekçi kitlelerin halkın tarafında ise o onların ozanıdır, taraftır bu yüzdende halk ozanıdır. 

Dörtlüklü şiirler yazan ona müzik yapan ve dörtlüklü şiirin bütün kaidelerine ve kurallarına uyan kişilere Âşık demek gerek. Âşık ise Işktan, aşktan geliyor. Âşık şiiri biraz da öyledir, coşku şiiridir.  Yeni çıkan bu çalışmam da bu ayrıntıları bilince taşımaya çalıştım. Bu anlamda biz aşığız, bize Âşık, denir.  Halk şiiri de dediğim gibi güzellemeler, koşmalar, taşlamalar,  atışmalar halk şiirine girmiyor. Bunlar Âşık şiirinin nazım türüdürler. Yazanı belli olduğu için. Mahzuni’nin, Veysel’in, Daimi’nin, İhsani’nin yazdıkları halk şiiri değildir, Âşık şiiridir.

Şimdi efendim kitap bize çalışmalarınızı veriyor. Nazım şekilleri mesela destanlar var, sizin dediğiniz şekliyle herhalde destanlar çok uygun. Yazanı belli değil, belki bir kısmı destan yazıcılarda var. İsimleri belli olan destan yazıcıları var ama tarihten bize gelen destan anlatıcılığı var, bu bir gelenek, bir ayrı bir tür, öyle ki bu Anadolu da Balkanlar’da büyük bir yer tutuyor. Gerçekten nedir destan (lar)?  Niçin halk bu destanları bu kadar yazma ve okuma gereği duymuş?

Şiirden destana geçelim. Nedir şiir? Şiir günlük konuşma dilini reddeden onun yerine daha duygusal, daha ritmik bir dil kuran, duyguyu sözle emiştirerek kendini ifade etme sanatıdır. Yani şimdi hemen aklıma böyle bir tanımlama geldi. Herkesin üzerine anlaştığı odak sağladığı bir tanımlaması olmadığı için farklı tanımlamalarda yapılabilinir.

Toplumu derinden etkileyen tarihî ve sosyal olayları anlatan çoğunlukla manzum şekilde olan edebî eserlere "destan" denir. Destanlar henüz aklın ve bilimin toplum hayatına tam anlamıyla hâkim olmadığı ilk çağlarda ortaya çıkmış sözlü edebiyat ürünleridir.

Destanlar ve destansı öyküler, ilk çağlardan beri, dünyanın her yerinde, gelenekleri sonraki kuşaklara aktarmak için kolektif olarak yaratılmış edebî biçimlerdir. Destanlar, efsanelerden sonra bilinen en eski edebiyat türlerinden biridir. Yunanca "espos" sözcüğünden gelmektedir.

Destanlar; mitoloji, efsane, folklor ve tarihî öğeleri içerir. Destanlar zaman ve mekân içinde iradesini elinde tutan "kahraman-bilge" kişiliklerin efsanevi ve gerçek hayat hikâyeleri etrafında oluşmuş uzun, didaktik (bilgi verici) hikâyelerden oluşur.

Destanlar, tarihsel olaylara bağlı olmakla beraber, tarih sayılmayan, Türk edebiyatında ozanların kopuz denen saz eşliğinde söyledikleri, toplumun ortak hayat görüşünü yansıtan, edebî eserlerdir.  Destanlarda manzumelerden oluştuğu için esinini daha çok dramatik olaylardan alır. Deprem, bulaşıcı hastalık, kuraklık, kıtlık, yangın gibi doğal afetlerin; göçler, savaşlar ve istilalar gibi önemli olayların toplum vicdanında derin yankılar uyandırması, destanların oluşumunda etkili olmuştur.

Tabi bunların içinde güldürücü destanlar da var. Sakine Hatun’un pire destanı gibi. Bu arada bir anekdotumu anlatayım. Âşık Vicdani dört yıl önce Hakk’a yürüdü ışık içinde yürüsün.  Maraş ve yakın illerde Destan satıcılığı yaptı bir dönem. Kendisi hüzünlü bir olayı esin alarak o konuda bir sayfa uzunluğunda bir destan yazar onu daktilo ile kâğıda yazdıktan sonra teksir makinesi ile çoğaltır çarşı Pazar dolaşır satardı. Ondan yeterince Pazar kazanmazdı ancak en azında kısmen de olsun giderlerini karşılardı.  Ağıtlar,  türkü ve destanla yakın ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler. Ağıt, genellikle bir ölüm’ün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsüdür. Doğal afetler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt söylemeye ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir. Ağıtın halk edebiyatındaki adı anonim, divan edebiyatındaki adı ise mersiyedir. Anonim olan destanlar olduğu gibi yazanı belli olanlarda var. Bu yüzden Destanlar hem Âşık şiir türüne girer hem de Halk şiirine girer. Ağıtlar gibi yazını belli olanlar olduğu gibi anonim olanlarda vardır. Bazen yöresini de kestiremiyorsunuz, nerede yazıldığını hangi bölgede yakıldığını da anlamakta zorlandığımız ağıtlarda var. Bu konuda Yaşar Bey’in (Kemal) Ağıtlar adlı kitabında çok ilginç bir belirleme var diyor ki; Torosların tepesinde Âşık Halil adına okunan kimi türküler, ağıtlar ovaya inince Karacaoğlan adına okunuyor aynı türkü ve ağıtlar.” Bu birazda Anadolu insanı kendine yakın bulduğunu alıyor, yoğuruyor, içselleştiriyor, onu yeniden yaratarak anonim bir hale getiriyor. Destanlar ve Ağıtlar böyledir.

Şimdi bir sonuca geleceğim tabi Halk şiiri dedik gerçektende oldukça hacimli ve güzel bir çalışma fakat bu İzmir de yayınlandı sanırım.

İstanbul’da.

İstanbul’da mı yayınlandı efendim?

Evet.

Destanlar dedik de ben biraz daha geriye götüreyim oradan günümüze gelirken biraz yorucu yolculuğumuz olduğu için her konuda, onun cevabını sizden alalım.  İşte bu Türklere Kürtlere Anadolu’nun kadim uygarlıklarına dair Asurlular’da, Hititler’de, artık Tırakya bölgesinde ise Traklar’dan beri halk anlatıları, destanları yüzyıllarca bu topraklardan geliyor. Bütün insanoğlunun ortak yanları var ya, zaten biz bütün insanları bir görmezsek şunu bunu küçümsersek insan olduğumuzun farkında olmayız ki.  Hele de bu Anadolu coğrafyası var, Kafkasya var,  Balkanlar var, Ortadoğu var birbirinin içinde yani, yan yanalar. Ben şunu merak ediyorum; peki,  bu destanlar halkın ürünü diyoruz ama her haldeki birileri öncülük ediyor bunlara, birileri derliyor,  topluyor,  birileri itici güç oluyor.  Yani halkın ortak duygularını dile getirmek şiirleştirmek destanlaştırmak bir büyük yetenektir öyle değilmi?

Ben o konuda ki görüşlerinizi alayım kimler öncü oluyor bu halk destanlarının kuşaktan kuşağa aktarılması ve sonunda yazılı hale getirilmesi konusunda?

Bunlara toplum bilimciler deniyor günümüzde bu işi derleyen toparlayan bir araya getirenler toplu şekilde insanlara sunanlar. Anadolu’da evet çok eskidir ilyada’lara kadar homeros’lara kadar gidilebilinir bunun kökleri. Günümüzde de çok büyük destancılar var. Halk destanları yazarken “hadi oturup destan yazıyım” diye yazmıyor. Önce o sözlü gelenekle geliyor, öyle yaşamından, imece yaşamından kaynaklanan kendi acılarını anlatırken bazıları imece seklinde bazıları tek kişi olarak söylüyor sonrada kamulaşıyor, anonimleşiyor. Ondan sonra kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bunu daha sonra birileri çıkıyor, derliyor, topluyor, kitap haline getiriyor. Ya da; derliyor, topluyor, tanzim ediyor, düzeltiyor. Nasıl diyelim; buna topluma sunuyor bu işi yapanlara günümüzde folklorcu ya da derlemeci deniliyor, toplumbilimciler denilir. Ama halkın o kadar çok, o kadar fazla ürünü var ki bu konuda, bu zengin kaynakta o kadar derlenmemiş çok şeyi var ki, bunların çoğuna ulaşılmadı aslında. Yani bu düşünce biliyor musunuz 1800’lerin sonlarına doğru Namık Kemal, ki asıl adı Mehmet Kemal’dir, tarafından yapılmaya başlanıyor.

Yunus’un yazınsal ekine geçişi 1919’da ki Mehmet Fuat Köprülü’nün Osmanlı devlet matbaasında bastığı Türk Şiirlerinde İlk Muttassavıflar adlı kitabıdır. 1929 yılın da ikinci baskısı yapıldı. Bugün bile bir sürü ağıtlar, destanlar, türküler vs var halk arasında ve çoğuna ulaşılmadı. Çoğu da derlenmedi şimdiye kadar.  Yunus’la başlatılıyordu Anadolu toprakları üzerinde bu halk şiiri geleneğinin öncüsü olarak. Oysa bunun çok daha evveliyatı var. Örneğin Baba Tahir Üryani 1100’lü yıllarda yaşıyor. Onun daha ilerisinde Ali Hereri var hakeza. Bunların çıkması lazım ortaya. Bir de Anadolu’daki yaşayan kadim halklar var. O da çok önemli: Sarp Kurptay var, ismi doğru telaffuz etmiyor olabilirim önemli bir Ermeni Aşuğu’dur Varvarta dedikleri simdi Varto olarak değişen Varvarta bölgesin de âşıklık geleneğinin iyi bir destancısıdır da aynı zamanda ve o dönemlerde Ermeni Aşuklar gider onun helvasını pişirirlerdi. Yani onun türbesine gidip ziyaret ettikten sonra ki önemli bir Hıristiyan azizidir bu ziyaret edilir helvası pişirilir dağıtılır daha sonra gelip destur alınılır ondan sonra destan dağıtıcısı olarak halk arasına gidip Ermeniler arasına da bu insan kendini ifade ediyordu yada aşuk olduğuna inanıyordu aşuğdur Ermenicede ki adı Kürtlerde de böyle Türklerde de böyle dediğiniz gibi bati Trakya kısmına gittiğiniz zaman Helen Grek kültürü içerisinde yoğrulmuş gelmiş bir çok değerler var o değerlerin gün yüzüne çıkması lazım günümüze çıktığı zaman bu bir alevi bakış acısıdır o biraz önce sizin söylediğiniz bütün insanlara tek nazarla bakma olayı ancak öyle gerçektende ortak değerlere ulaşabiliriz yani insan olma bilinicide bunu gerektiriyor bence

Şimdi hocam toplum okumuyor, dinliyor. Şimdi keşke bu ucuz televizyon dizileri yerine o halk kültürümüzün kahramanlarıyla birlikte dile gelen destanlar anlatılmış olsa, Dedem Korkut’tan masallar anlatılmış olsa, ne kadar verimli olurdu. Peki, sunu merak ediyorum, bunu insanlar üretiyor, insanlar tüketiyor, toplumlar üretip tüketiyorlar. Bu topluma ne veriyor; tatmin mi oluyorlar, ruhları mı gıdalanmış oluyor, rahatlıyorlar mı? Bu destanlar, bu halk anlatıları toplumu nasıl sağaltıyor, nasıl iyi ediyor, ruhsal olarak nasıl tedavi ediyor, diyelim?

Halk edebiyatının türleri içerisinde masallar da çok önemli. Şimdi bütün psikologlar, bütün pedagoglar 1 ve 9 yaş gurubu çocukların içerisindeki gurubun masal dinlemesi gerektiğini söylüyorlar. Şimdilerde tüketen bir toplumu olduk. Çok hızlı değişim dönüşümler, yaşıyoruz ve gerçekten de kapitalist sistemin getirileri içinde daha çok tüketime dayalı bir toplum olduğumuzu görüyoruz. Yani üreten değil tüketen bir toplum olduk. Dediğim gibi eğer o masallar mesela annelerimizin bizim kulaklarımıza okuduğu o masallar, maniler, ninniler ilinçler, destanlar var ya; onlar çocuğun ruh dünyasını zenginleştiriyor, onu yasama karşı daha bağımlı bir hale getiriyor ve çocuğun coşkusu çoğalıyor. Ama tüketimci toplum bunu kurutuyor ve insanın yüreğini bir çöl haline getiriyor, çölleştiriyor yani. Bu çölleşme içerisinde de artık iç dünyaya yönelik bir şey yok, daha çok dış dünyaya yönelik şeyler gelişiyor. Tabi halk edebiyatı türleri içerisinde dediğiniz gibi o Dede Korkut Destanlarındaki ben çalışmamda da onlara yer verdim. Mesela Tepegözlerden tutun felekle kavga eden Deli Dumrul hikayesine kadar, hatta Kan Turali’ya kadar… Kan Turalı önemlidir orda aynı zamanda Türklerin yaşam biçimlerini de anlatıyor, Türklerin kadına bakış açısını anlatıyor bu destan.

Köroğlu destanları, Köroğlu anlatıları, kolları var?

Köroğlu destanlarına gelince evet Köroğlu da çok ilginçtir, sadece ön Asya’da değil orta Asya’da da çok önemli bir figürdür. Mesela Türkmenler “Goroglu” diyorlar onun için. 1987 yılında Berlin de TD-1 diye Türk Alman ortak yapımı bir TV’de programlar hazırlarken profesör Vasif Adıgüzelof’la konuştuk demişti ki “siz niye Köroğlu ve Pir sultan’a sahip çıkıyorsunuz ikisi de Azeridir”,  şaşırmıştım. Köroğlu denince bizim aklımıza Bolu Beyi gelir. Bolu Beyine baş kaldıran yöresel bir halk kahramanı gelir.  Ben bunları söyleyince “hayır” dedi. “Köroğlu ve Pir Sultan Azeri’dir ve Azerbaycanlıdır”. Sanıyorum bundan 200 yıl 500 yıl önce şimdi ki Misakı Milli sınırları olmadığı için Ön Asya halkları içerisinde herkes o kahramanları ortak sahiplenmiş. Yani o yüzden Köroğlu Azerilerde de var, Köroğlu Türkmenistan’da da var, başka bölgelerde de, bizim bölgemizde de var, Anadolu’da da var. Halk öfkesini, acısını, sisteme karşı ezik düştüğü zaman böyle kahramanlar yaratıyor o kahramanlar üzerinden öcünü alıyor.

Cahit Özteli’nin bir çalışmasında rastlamıştım, diyor ki; “Tokat bölgesinde Pir Yakup dan söz ediliyor, köyün bir tarafı Sünni bir tarafı Alevi”. Pardon “dağın bir tarafındaki köy Sünni diğer tarafında ki köy ise Alevi, dağın tepesinde ise Pir Yakup’un türbesi var” diyor. “Hiç kimse mahkemelere gitmez gelirler Pir Yakup’un huzurunda kendi sorunlarını çözerlerdi” diyor. Cahit Bey diyor ki; “ben merak ettim bu köyü gittim, araştırdım, böyle bir yer yok. Demek ki halk bu söylencelere dayanarak böyle bir kahramanlar evliyalar yaratıyor ve kendi öcünü de onlarla alıyor. Halk edebiyatı araştırmacılarının sanıyorum en çok zorlandığı noktalardan bir tanesi de bu. Yani tarihsel kişiliğiyle bunları bir yere oturtamıyorlar.

Niye oturtamıyorlar?

Çünkü halkın söyleyişiyle bugüne gelmiş. Yunus da öyle değil mi? Düne kadar tek bir Yunus biliyorduk biz. Şimdi bunların yaşamı o kadar taze ki, Yunus sanki amcamızın çocuğu gibi hepimiz Yunus’un bir kaç tane şiirini biliriz. Ama hiç bir edebiyat tarihçisi tam olarak Yunus’un yaşadığı yeri,  çağı, ortamı oturtamıyorlar. O yüzden değişik yerlerde sekiz ayrı mezarı olduğu söyleniyor. Aynı şekilde Pir Sultan için 6 tane ki bu konuda en önemli çalışmaları yapan İbrahim Aslanoğlu’dur ki, 45 yıllık ömrünü verdi bu işlere, önemli dev bir folklorcuydu, 6 tane Pir Sultan var dedi. Asım Bezirci de yine öyle. Şimdi Emrahlar iki tane çıktı; Ercişli Emrah, Erzurumlu Emrah diye. Değişik Karacaoğlanlar çıktı ortaya. Yani bu konularda araştırmalar yoğunlaştıkça, bunların yerlerini tespit edecek, her şeyi yerli yerince oturtacağız ama bugünkü durumda olay biraz zor.

Şimdi sevgili hocam şimdiye kadar anlattıklarımıza bir bakalım…

Bu kadar bol ürünün olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Belki yüz binlerce sayfa tutacak destanların, ozanların şiirlerinin, türkülerin, masalların yer aldığı sadece bir bölümünün derlenebildiği bir coğrafya burası. Bir kere Alevi Bektaşi sözlü kültürü, en azından tüm ozanlarının şiirleri toparlansa bir kütüphane dolar abartısız.

Bu coğrafya yaman bir coğrafya. Karlı dağlarla çevrili her taraf. Dört mevsim karlar eksik olmuyor. (Aman da olmasın, onlara da bir gün hasret kalacağız, öz kültürümüze şimdiden hasret kaldığımız gibi)

Sizler de Erzurum’dan Ege’ye geldiniz. Bu coğrafyanın insanısınız.

Çok yaman, büyüleyici ama aynı zamanda kahredici bir coğrafyanın içindeyiz.

Mezopotamya, Kafkaslar bir yanımız ise Balkanlar…

Ve her zaman şunu söylüyoruz ve gerçekten de bir gece yarısı zalim atlılar geldiler uykularımızı böldüler, tarü mar eylediler her tarafı…

Bu Küçük Asya’nın, bu Anadolu coğrafyasının kapısı olmadığı için; Her yerden ama her yerden; kuzeyden – güneyden; doğudan – batıdan; denizden- karadan herkes geldi; sayısız boy, soy, ulus, din, inanç, kültür geldi.

Abartı mı bilmem ama sayısız millet işgal etmek istedi, buraya sığınmak istedi.

O benzersiz güzellikteki “büyülü, destansı kısrak ata” sahip olmak istediler… Ama olmadı… O doğalığıyla güzeldi, o dağlardaki kendi başına hür ve tam özgür olan büyülü at gibi güzeldi Anadolu. Kendi yaşamıyla güzeldi, kendi kültürüyle, benzersiz coğrafyasıyla güzeldi, kimse ona tam sahip olamadı. Ona sahip olamadığı gibi onun etsinde kaldı.

Gerçekten Anadolu’ya bakarsak, Anadolu’ya göz atarsak bu destanlarda, şiirlerde, halk üretimlerinde neler var? Şöyle bir sıralarsak hangi konuları islemişler burada yaşayan halklar, daha çok nelerden acılar duymuşlar, neyin özlemini çekmiş buranın insanı, siz bu araştırmalardan bu toprakların insanı hakkında, karakteri hakkında, neler gözlemlediniz neler çıkardınız?

Şimdi Anadolu dışında Anadolu’yu istila etmek için bütün yani o dönemin akıncıları, diyelim; uygarlıklar demeyelim çünkü uygarlıklar istila etmezler bunlar üretime dayalı oldukları için yaratırlar ama çapulculukla hırsızlıkla alıp götüren kişiler

Moğollar mesela?

Onların çoğu geldiler Anadolu’yu istila etmediler, edemediler, yaktılar, yıktılar belki ama teslim alamadılar sonunda kendileri Anadolulaştılar artık buranın ürünü oldular, çıkıp gitmediler.

Yine destanlara dönecek olursak örneğin Şeyh Bedrettin Destanı bunlar içerisinde Irgat oğlu Atçalı Kel Mehmet Destanı, Şah Kulu Destanı, Kalender Çelebi Destanı çoğalta biliriz bunları... Bunları destanlaştıran nedir? Sanıyorum sorunuzda oraya yöneliktir. Destanların çoğu halkın söyleyiş, halkın yasayış, halkın içinde bulunduğu ruh halinden kaynaklı şeylerdir. Güzel şeyler yasamışsa güzel şeyler anlatmıştır; acılı şeyler yasamışsa acılı şeyler anlatmıştırlar.

Şimdi deniliyor ki Osmanlı saraylarında 6 bin insan yaşıyordu. Orada bulunan hizmetlilerden padişahından kapının önünde bulunan kapı kuluna kadar 6 bin insan. Şimdi bu 6 bin insanı beslemek için sürekli Anadolu’nun bozkırındaki o yoksul insanların emeğine göz dikiliyor. Çünkü oradakini sömürecek ki buradaki rahat, rahat palazlanıp yiyebilsin. Böyle olunca da o garibim Anadolu insanı, Mezopotamya insanı, Ön Asya insanın çoğu, kendi çoluk çocuğunu geçindiremezken bir de sarayı beslemek zorunda kalıyor. 

Ve her geçen gün de kötüleşiyordu onun sofrasındaki ekmek yarıya düşüyordu, çeyreğe düşüyordu. Öyle bir hala geliyordu ki artık sofrasında ekmek bulamıyordu. Bu hal Anadolu’nun ezilen halkları ile Osmanlı sarayını karşı karşıya getiriyordu.

Aslında Osmanlıdaki halkın başkaldırısı inanç görünümlü olsa da, aslında bu kavga, bu başkaldırı; ezen ile ezilenin kavgasıdır.

Bu konuda çok önemli bir dörtlük var; Halk tarafından yakılmış o günden beri söylenegelir aslında bu durumu da çok güzel özetliyor.

            Şalvarı şaltak Osmanlı

            Avratı kaltak Osmanlı

            Ekende yok biçende yok

            Yiyende ortak Osmanlı

İşte bu yemekte ortak olunca üretimde de olmayınca sadece tüketime dayalı olunca da öteki insan isyan ediyor. Öncüler ortaya çıkıyor, o öncüler ortaya çıkınca bu halkın içerisindeki bulunan acılardan kurtarmak en azından kendi emeğiyle geçinir hale getirmek için başkaldırıyorlardı. Doğal olarak da Osmanlı bunları kötü gözle görüp bunların çoğunu öldürtüyor. Bunların destanları oluşuyor bu yüzden.

Destanın çıkısı biraz da acılarla ilgilidir, acısı olmayan toplumların destanı da olmaz.

Tabii ki güldürücü olan destanlar da var; onu halk kendi mizahından yapmıştır. Ama Anadolu tarihindeki destanlara baktığınız zaman hepsi hüzünlüdür, hepsi acılıdır ve yaşamın özünden süzülüp gelen o acılar üzerine örülmüştür.

Ne yazık ki bizim toplumumuz ağıt ve destan toplumudur.

O kadar çok destan yazılmış ki birkaç örnek vereyim; Simavne Kadısıoğlu Bedreddin Destanı- Nazım Hikmet, Baba İshak Destanı- Zeki Büyüktanır, Baba İshak Destanı- Muzaffer Oruçoğlu, Baba İshak Destanı- Ozan Telli, Babek Destanı- Tuğrul Keskin, Huremanın Beş Savaşçısı- Ezeli Doğanay, Celaliler İsyanı- Gülten Akın, Pir Sultan Abdal Destanı- Zeki Büyüktanır,  Kadın Destanı- Ayla Kutlu, Ateşin ve Güneşin Çocukları (Kürt Tarihi Destanı) - Adnan Yücel, Şah Kulu Destanı- Ozan Telli, Kalenderoğlu Pir Mehmet Destanı- Ozan Telli Koçgiri Destanı- Ozan Telli, Ararat Destanı- Ozan Telli, Dersim Destanı- Ozan Telli.

Ne yazık ki hala ağıt toplumu olmaya devam ediyoruz; hala hüznün ve acının destanları yazılmaya devam ediliyor. Ataol Behramoğlu’nun yazdığı Mustafa Suphi Destanı, Nuh Ömer Çetinay’ın yazdığı Kan Revan Maraş Destanı vs. devam etmektedir.

Dediğim gibi; destan ve ağıt geleneği acılı toplumların ürünüdür, son söz olarak bu konuda bunu söyleyebilirim ama hala yazılmaya devam ediyor.

Peki,  Yaşar Kemal’i nereye koyacağız bütün bunlar içinde? Bazıları çağdaş bir destan yazıcısı, diyor onun için. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Yaşar Kemal’in yaşamı acılar içerisinde yoğrulmuş, destanlaşmıştır. Aslında onun yazdığı romanlar da gerçekten bir destan.  Demirciler Çarsısı Cinayeti, İnce Mehmet, Karıncanın Su İçtiği, Fırat Kan Akıyor Baksana, Deniz Küstü, Ağrı Dağı Efsanesi, Yusuf Yusufçuk, Çakırcalı Efe, Kuşlarda Gitti, Nuhun Gemisi yani aklıma gelenler hangisini okursanız okuyun karşınıza bu destanlar çıkacaktır. O yüzden Yaşar Kemal sadece bir Türkiye yazarı değil, o bir dünya yazarıdır. Türkiyeli insanın acılarından süzülmüş destanlaşmış ve edebiyat alanında sıçradığı en son noktadır.  Dev bir folklorcudur.

Türkiye’nin yetiştirdiği asıl Nobel yazarı odur.

Bence de olması gereken odur. Yalnız Yaşar Kemal ile ilgili toplumda çok öne çıkmamış bir yanını anlatayım. Yaşar Kemal, aynı zamanda bir halk ozanıdır.  Güzelleme, ağıt, türkü ve koşma türünde yazdığı şiirleri vardır. Usta Âşıklarla Atışma (İrticalen) yapabilecek kadar da bu sanatın inceliklerine vakıftır. Atışma yaptığı ozanlar içinde Âşık Ali (Toroslar’ın ama şairi), Âşık Rahmi (Toroslar’ın ünlü destan şairi) var. Bir ara günümüzün çağdaş Karacaoğlan olma tutkusundan dolayı Âşık Rahmi ile Anadolu’yu baştanbaşa gezmek, çalıp söylemek istedi ancak annesi buna müsaade etmedi.

Âşık Yaşar’ın, Van’daki baba evinde ünlü Kürt destan şairi Evdalê Zeynikê diz çöküp destanlar söylemiş ve Âşık Yaşar annesinin bu anlatımlarından çok etkilenmiştir. Onu etkileyen sadece Evdalê Zeynikê değil kuşkusuz. Daha sonraları Adana’da birçok halk ozanının uğrak yeridir babasının evi. Onları dinlemek onun ruh dünyasında büyük zenginliklere yol açmıştır. Bu aşkla yürek coşkusu daha 6-7 yaşlarında iken şiir dilinin çözülmesine neden olmuştur. Annesi küçük Yaşar’ın halk ozanı olmasına karşı çıkar. Türkü söylemesini istemez. Ancak Âşık Yaşar’ın sonradan eşkıya olan, bazen geceleri evine uğrayıp Aşık Kemal’e hediyeler getiren yumuşak, güler yüzlü, tatlı bir adam olan Zala’nın oğlu dağda beş adamıyla birlikte asker kuşatmasından kurtulamayıp öldürülünce buna çok üzülür ve uzun bir ağıt yakar. Annesi ilk kez yakılan bu ağıda ses çıkarmaz. Hatta annesi de oğlu ağıdını yakarken ona gözyaşları ile eşlik eder. Annesinin Âşık Yaşar’ın halk şairi olmasını istememesinin nedeni “bir gün başını alır gider, diyar diyar savrulur” korkusuydu.

Âşık Yaşar’ın babası Van’dan gelirken ölümden kurtardığı, besleyip büyüttüğü oğulluğu Yusuf tarafından camide namaz kılarken bıçaklanarak öldürülmüştü. Bu olay olduğunda Âşık Yaşar dört buçuk yaşındadır. Gözlerinin önünde işlenen bu cinayetten dolayı kekeme olur ve 12 yaşına kadar da kekemeliği sürer. Ayrıca çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu gözlerinden birini kaybeder. Babasının öldürülmesinden sonra annesi amcasıyla evlendirilse de o tek çocuğunun âşık olup Anadolu deryasında bir gezginci gibi dolaşmasını istememektedir.

Âşık Yaşar 9 yaşına gelince köyü olan Hemite’ye bir saat uzaklıktaki Burhanlı köyünde ilkokula başlar. Üç ay içinde okuma yazmayı öğrenir. İlkokul son sınıfta iken Yukarı Toroslar’ın ünlü destancısı Âşık Rahmi gelir ve Aşık Rahmi ile atışmaya başlarlar. Bu atışmada yanlarında Aşık Kemal’in ilkokuldan hocası olan öğretmen şair, folklorcu Abdullah Zeki Çukurova da vardır. Atışma sabaha kadar sürer. Atışma geleneğinde yenilen ozan rakibine sazını hediye eder. Bu atışmada Aşık Yaşar’ın gösterdiği başarıdan dolayı Aşık Rahmi ona küçük bir saz armağan eder. Onun bu başarısı öğretmeninin o kadar çok hoşuna gider ki neredeyse öğrencisini kutsar.

Aşık Rahmi annesinin korktuğu teklifi bu atışmadan sonra yapar. Âşık Yaşar’a “İlkokulu bitirip de diplomanı alınca benim köyüme gel. Seninle birlikte bütün Anadolu’yu köy, köy, kasaba, kasaba dolaşır, destanlar, türküler söyleriz. Sen de yetişirsin” der. Âşık Yaşar’ın artık Karacaoğlan gibi bir âşık olacağından kimsenin kuşkusu kalmaz.

Âşık Yaşar, ilkokulu bitirdikten sonra günlerce düşünür taşınır, sonunda okulu tercih eder. 1939 yılında ortaokul son sınıfında okulunu ekonomik zorluklardan dolayı bırakmak zorunda kalır. 1951 yılına kadar halk kültürü derlemeciliği yapar. Köylü oluşu, çevre köylerini iyi bilmesinden dolayı sözlü halk kültürü konusunda yaptığı araştırmalarda köylüler tarafından fazla sıkıntıya sokulmadan kendisine ağıt, türkü, destan vs. anlatılır. Hatta gittiği yerlerde “Aşık Yaşar gelmiş” diye köylüler başına toplanırlar. O, köylülere Köroğlu destanını anlatır, böylece köylülerin kendisine anlatacakları konusunda işlerini kolaylaştırır. Sonra da onların anlattıklarını “sarı defter”ine kayıt eder. En çok ağıtlara önem verir. Daha sonra Abidin Dino’nun resim ve desenleriyle topladığı bu ağıtları Halkevleri Genel Başkanı Ferit Celal Güven tarafından 1943 yılında Ağıtlar I, adıyla Adana Halkevi yayınları arasından kitap olarak çıkar. Aynı kitabın değişik baskıları daha sonraları Adam ve Toros Yayıncılık’ta da yayınlanır.

Âşık Yaşar, halk kültürü ve şiiri derlemeciliği yaptığı dönemlerde Adana’da sürgün yaşayan iki önemli kişi ile tanışır: Abidin Dino ve kardeşi Arif Dino. Toplayıp derlediği bu çalışmalarını onlara gösterir. O dönemleri Abidin Dino şöyle anlatıyor: “Gözümüzün önünde bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez; köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide bir de kopup gelir Adana’ya çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk kâğıtlar üstüne yazılmış (...) Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyük değerler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde burgu, burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç belirliyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle ölümle, yok olmakla bir yarışma. Kurtarmak gerekti Çukurova ve Toros doğasının insanının söz serüvenini.

Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup “ne kurtarırsa kârdır” kuralınca önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, “küfürlerini” avlıyordu. Folklor derlemeleri falan değildi bu iş, hayat mezat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu. Çukurova’dan sorumluydu, kuşa kurda karşı şaka değildi. Biliyordu ki gün gelir sigaya çekerlerdi adamı.”

Gerçekten de gün gelir devran döner ve Âşık Yaşar sigaya çekilir, gözaltına alınır, yazdıklarına el konulur. Elbette onu sigaya çeken halk değildi. Bir Halk Ozanı olarak halkına karşı kendi tarihsel sorumluluğunu yerine getirmişti. Yitip gitmesin diye sözlü gelenek ürünleri yazıya geçmiş, gelecek kuşaklara aktarmıştı.

Ancak onun bu sorumluluk bilincinden rahatsız olan devlet onu sigaya çeker. Polis jandarma baskıları yoğunlaşır. Artık Âşık Yaşar sık sık karakollara çağrılır, yaptığı işin hesabı kendisinden sorulur. O dönemlerde onun yaşamının ve yaptıklarının yakın tanığı olan Abidin Dino bu olayı şöyle açıklıyor: “Hayrola neden başı derde girdi (daha doğrusu ayakları) diyebilirsiniz belki. Ayrıntıların önemi yok, başka türlü olamazdı sadece. Evet, işin kökeninde sınıfsal baskı yatıyordu. ‘Ayak takımından bir köylü parçası, köylüler namına konuşup yazmaya kalkışıyordu, falakalara, çifte aylı dosyalara yeter de artar böylesi bir çıkış.” Âşık Yaşar ise 1992 yılında M. Sabri Koz’a verdiği yanıtlarda bu olayı şöyle anlatmaktadır: “Gençliğimde evim candarmalarca on beş günde-ayda bir basılır, kitaplarım, el yazmalarım toplanır götürülürdü. Onlardan bir daha haber alamazdım.”der.

Evi her aranışta Âşık Yaşar yeniden, yeni derlemelerle yeni ürünler toplamaya çıkardı halkın denizinden. CHP Adana Halkevi yönetim kurulu başkanlığı 21 Ekim 1944 yılında kendisine 1167 sayılı bir belge verdikten sonra artık rahat bir şekilde köylerde gezme ve derlemeciliğine devam etme fırsatı bulur. 1951 yılında İstanbul’a yerleşip Cumhuriyet gazetesinde çalışıncaya kadar da bu çalışmalarını sürdürür.

Âşık Yaşar’ın asıl adı Kemal Sadık Gökçeli'dir. Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin oğludur. Aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugün Günseli) köyünden olan ailesi Birinci Dünya Savaşı’ndaki işgal yüzünden uzun bir göç süreci sonunda Adana’nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite (bugün Gökçedam) köyüne yerleşir.  Âşık Yaşar Adana’nın Hemite köyünde doğar. Kurmanc Kürtlerindendir. Köy Türkmen nüfusunun yoğun olduğu bir köydür. Tek Kürt aile Aşık Yaşar’ın ailesidir. Âşık Yaşar bir soruşturmaya verdiği yanıtta köyünü şöyle anlatır:

 

Âşık Yaşar, aramalar yoğunlaşıp Kemal Sadık Göğceli imzasıyla yazılar yazması engellenince zorunlu olarak Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal takma adıyla muhabirlik yapar, yazılar yazar. Bu konuda Alain Bosquet’un kitap soruşturmasına verdiği yanıtında şunları söyleyecektir:

“Cumhurriyet’e girdiğimde altı-yedi ay önce hapishaneden çıkmıştım. Yakalanma maceramı da bütün gazeteler büyüterek yazmışlardı. Adım o zamanlar Kemal Sadık Göğceli’ydi. Abidin Dino dedi ki ‘sen bu adla gazetede bir ay kalamazsın, polis seni öğrenir öğrenmez gazeteden attırır ve Nadir Nadi de seni koruyamaz.’ Orada adımı değiştirdik ve adım Yaşar Kemal oldu.  Polis benim Kemal Sadık Göğceli olduğumu ancak 1953 yılında o da tesadüfen öğrendi.”

Âşık Yaşar’ın koşmalar yazdığını sevgili Dr. Cemşit Bender’den öğrenmiştim. 1992 yılıydı. Hocadan Âşık Yaşar’ın telefon numarasını aldım ve Aşık Yaşar’ı aradım. Âşık Yaşar, Cemşit Hoca’yı doğruladı. Cemşit Hoca bana daha sonraları Aşık Yaşar’ın kimi şiirlerini gönderdi. O şiirlerden bir tanesini yayın yönetmenliğini yaptığım Çağdaş Halk Ozanı dergisinde yayınladım. Daha sonraları dergiyi Âşık Kemal’e verdim. Dergi ve halk kültürü üzerinde epey sohbet ettik.

Mesela sana Yaşar Kemal’in bir şiirini okuyayım.

 

     MERHABA

 

      Dünyanın ucunda bir gül açılmış

      Efil,  efil esen yele merhaba

      Karanlığın sonu bir ulu şafak

      Sarp kayadan geçen yola merhaba

 

      Gün be gün yüreğim ulu yalımda

      Engel tuzak kurmuş bekler yolumda

      Zülümlerde işkencede ölümde

      Bükülmeyen güce kola merhaba

 

      Acıdan kahırdan çıkmış geliyor

      Güneşten boşanmış kopmuş geliyor

      Bir ışık selidir kopmuş geliyor

      Nazım usta coşkun sele merhaba

 

      Alınacak Anadolu’nun öcü

      Yerde kalmayacak çekilen acı

      Açıldı geliyor şafağın ucu

      Şu doğdu doğacak güne merhaba

 

      Selam olsun dört bir yana merhaba

      Akan kana düşen cana merhaba

      Hesap sorulacak güne merhaba

      Türküler söyleyen dile merhaba.

Şimdi efendim tabi bir genel açılım yaptık;  Halk Ozanları, halk şiiri, destanlar…

Geldik âşıklık geleneğine çünkü olmazsa olmazımız halk edebiyatımızın bizim dilimiz düşüncemiz inancımız varlığımız bu âşıkların sazlarından dile gelen kalemlerinden çıkan o ölümsüz eserlerle biz varlığımızı bulmuşsuz. En önemli hazinemiz belki de onlar.  Dolayısıyla Alevi Bektaşi edebiyatı içerisinde de halk âşıklarının benzersiz bir yeri var.

Siz dediniz ki; “ismi bilinen bilinmeyen halkın ürettiği halk şiiri halk eserleri” peki isimlere gecelim o zaman. Anadolu aynı zamanda isimleriyle ölümsüzleşen âşıkların yurdudur. Peki, bunlar nasıl yetişiyorlar, halk aşıklar kendisini nasıl var ediyorlar, nasıl ürünler ortaya koyuyorlar?

Sevgili dostum halk âşıklığı geleneğinde eskiden usta çırak ilişkisi vardı. Şiire meyilli ise kişi yazmak ve ya söylemek istiyor ise içinde bu aşk var ise bunu yapıyordu.  Bunun düzeyi nedir, ne değildir, bilmiyorsa o zaman bir usta aşığın yanına gider. Uzun yıllar ona çıraklık yapar. Ondan oturup kalkmayı, şiir yazmayı, söyleyiş inceliklerini, davranış biçimlerini falan öğrenir. Ne zamanki tam olarak kıvamına geldiğine emin olursa, usta olunduğuna kanat getirilirse destur verir çırak konumunda olan âşık usta olduğunu anlar, gider başka yerde bu seferde o başlardı çırak yetiştirmeye. Mesela Hazreti Hünkâr’ın (Hacı Bektaş Veli) dergâhında sadece Yunus yetişmedi, o dönemlerde birçok ozan yetişti ama onların çoğu Yunus kadar sesini duyuramadıkları için o sıra dağlıkta eriyip gittikler. Yunus öne çıktı.  Pir Sultan da böyle birçok Alevi erleri, pirleri ozanlık geleneğini sürdüren âşıklık geleneğini sürdürenler bu tekke ve zaviyeler içinde yetişti.

1928 de Tekke ve Zaviyeleri Kapatma Kanunu’yla birlikte tekkeler kapatılınca âşıkların çoğu suyu kesilmiş balığa döndüler, herkes kendi bölgesinde yürütmeye çalıştı. Ancak daha sonra sosyal ve ekonomik ilişkilerde yavaş, yavaş bu geleneği bitirme aşamasına getirdi. Sosyal anlamda bir kadının gidip diyelim ki kadın bir âşık yetişiyorsa eğer bir kadının bir erkeğin yanında yıllarca kalması ondan saz çalmayı öğrenmesi, türkü söylemeyi öğrenmesi, deyiş söylemeyi öğrenmesi, davranışlar İslami (Sünni İslami) değerlere göre mümkün değil. O yüzdende sosyal anlamda bitti.

Ekonomik anlamda da siz kendi yaşamınızı zor idame ederken bir başka insan gelip sizin evinizde yıllarca kalamıyor.

Üniversitelerde de bunun doğru dürüst eğitimi de yok. O zaman bu gelenek bitirilme aşamasına getirildi.

Hele günümüzde yükselen bu popüler kültür bu bilgi kirliliği bu deformasyon daha da çok büyük darbe vurdu bu geleneğe.

Benim aslında çalışmamın bir amacı da bu, yani günümüzde halk ozanları nasıl yetişecek? Bu sorunun cevabı olmaya çalıştım.

 “Halk Ozanlığı Öldü Mü?” kitabınız var. Niçin böyle bir isim, böyle bir kitap diyelim? Bir Yunus’a, Bir Pir Sultan’a, Bir Karacaoğlan’a ve günümüz ozanlarından Aşık Veysel’e, Mahsuni’ye, İhsani’ye bakınca neler görüyoruz. Bunları diğerlerinden ayıran nedir?

Gerçekten üniversitelerde de doğru dürüst bir eğitim yok halk şiiri konusunda. O dörtlüklü şiir konusunda daha doğrusu böyle olunca da halk ozanlarının çoğu kendi sanatlarıyla çok fazla yoğunluklu, bilinçli bir şekilde ilişkili değiller. Dörtlüklü şiir yazıyorlar, sadece koşma yazıyorlar, ondan sonra şiir yazdığını, bir kısmı tenzih ediyorum, sanıyorlar. Ben bu çalışmayla onlara yardımcı olmak istedim. Çünkü 28’deki tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra halk ozanları kendi kaderlerine terk edilince okuma oranda çok düşük ülkemizde ozanların çoğu da gerçekten okumuyorlar. Onlara bu bağlamda şiirin türlerini, şekillerini, nazım biçimlerini, nasıl yazıldığını, postıral şiir nedir, epik şiir nedir, lirik şiir nedir, didaktik şiir nedir, nasıl yazılıyordur? Ve onların kendilerinin yazdığı şiirler hangi konulara giriyordur ve kafiyeler, redifler, duraklar, uyaklar, reviler, hece ölçüleri nelerdir?  Ondan sonra türküler, koşmalar nerde ayrılıyor birbirinden, ya da bir taşlamayla bir güzelleme nerde ayrılıyor birbirinden, ya da iste dini içerikli tasavvuf şiiri dediğimiz tekke ve zaviye edebiyatı içerisinde değerlendirilmiş şiirlerde nefesler ilahiler miraç nameler Zülfikar nameler bunlar nedir, ne değildir? Diye bütün bunları kapsayan bir çalışma.

Ben bütün bu konuları detaylı bir şekilde incelemişim ve her halk ozanının evinde olması gereken bir çalışma bence. Çünkü en azından kendisi için gitmiş derlemiş toplamış incelemiş ve toplu bir halde kendisine sunmuştur.

Nokta Yayınları Yayınladı bunu da söyleyelim?

Halk şiirin de öne çıkmış üç tane doruk var; Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan gibi.

Yunus Emre’de daha çok tasavvuf gelişmiştir. Onda Panteist anlayışlar gelişmiştir, vahdeti vücut anlayışı çok öne çıkıyor, insan doğa Tanrı bileşkesi öne çıkıyor onun şiirlerinde. Çünkü her şey onun kendisinde.

Pir Sultan’daysa sisteme karşı başkaldırı var. Çünkü Pir Sultan sosyal aksaklıkları kendi inancından aldığı güçle birlikte kavga dolu yüreğiyle bütünleştirmiş onları sanatıyla da emiştirmiştir, bu uğurda büyük mücadele vermiştir ve doruk olarak kalmıştır halk şiirinde. Önemli bir ozandır.

Karacaoğlan’da ise daha çok romantizm öne çıkıyor. Onun şiirlerinde Türkmen güzelleri öne çıkıyor.

Onların geleneğinde onlarca ozan var, yüzlerce ozan var ama öne çıkan bu üçü. Diğerleri bunların sıradağlığında kaldı. 21. yüzyılda ise Veysel, Mahsuni ve İhsani üçlemesi var. Mahsuni’de daha çok halk şiirinin genel yapısı kırılmış ona çağdaş öz kazandırılmış doğa ve insansal güzellikleri birleştirerek toplumsal olaylarla da bütünleştirerek yaşamı öğretmeye çalışıyor. Sesi insanin ruhunu okşuyor.

İhsani’de ise kavga dolu bir yürek var. Halk şiirinin genel yapısını kırdı ona çağdaş bir öz kazandırdı ve onu köylülükten kurtarıp tırnak içerisinde söylüyorum köylülüğü onu üniversite salonlarına kadar götürdü. Aydınlar tarafından da kabul görmesini sağladı artık eskisi gibi aydınlar elinin tersiyle itmiyorlar, tam tersine okuyorlar, dikkat çekiyorlar, dikkat kesiyorlardı.

Âşık Veysel’de biliyorsunuz daha çok doğa egemendir onun ses rengine.  Veysel doğa ozanıdır,  yaşamın özünden süzülür onun şiiri ama sosyal aksaklıklarla çok ilgilenmedi o daha çok içinden çıkıp geldiği inancın sözcülüğünü üstlendi. Bunu da çok öyle uç noktalarda ifade etmedi. Şiirlerinde çok Ali, Hasan, Hüseyin ve buna bağlı kavramları, değerleri görmezsiniz.  Ancak onların asıl işlevini işlemiş şiirlerinde. Diyalektiği de çok iyi işliyor. Veysel’in şiiri rahat şiirdir. Zorlama şiir değil. Veysel’in şiirlerinde doğa- insan ilişkileri bütünleşmiştir.

Diğer günümüz ozanları bunların tekrarı durumundadırlar. Günümüzün ozanı için gerçekten okul niteliğindedir bunlar.  Bir de tasavvuf boyutunda kendine bir çizgi oluşturmuş ozanlar var; Harabi Baba’nın çizgisini yürüten Aşık İbreti, Aşık Hüdai’ler var. Bunların da çok iyi kavranması lazım, özellikle Alevi inancı içerisinden çıkıp gelen ozanların bunu kavraması lazım.

Günümüz ozanlarına karşı şöyle bir serzenişim var; Çok kuru, yavan sözcükler kullanılıyorlar. Şiirin örgüsü kuru ve yavan sözcüklerle örülünce duygu yanı zayıflıyor ve söz yığınına dönüşüyor. Söz yığınına dönüşünce yürekle emişmiyor.

Örneğin diyelim ki, bakın gurbeti Nazım’ın bir dörtlüğünden örnek vereyim, diyor ki;

 

     “bir vapur geçiyor Varna’dan

      Oy kemençemin telleri        

      Nazım okşuyor vapuru

      Ve tutuşuyor elleri.

Cuk diye oturtmuş şiire ama sen şunu söylersen “gurbete gittim çok acı çektim” bu şiir değil ki bu bir dizedir sadece. Dize de değil günlük konuşma dilidir. Oysa şiir günlük konuşma dilinden onun olanaklarından yararlanacaksın ama onu kullanmayacaksın, onu elinin tersiyle iteceksin, kendin bir dil kuracaksın, bir şiir dilini yaratacaksın. Şiir nasıl oluşuyor? Biz Nazım’la Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu nasıl ayırıyoruz, Cemal Süreyya’yı nasıl ayırıyoruz bunları?  Pir Sultan’ı, Fuzuli’den nasıl ayırıyoruz? Mahsuni’yi İhsani’den nasıl ayıra biliyoruz? Çünkü şiir dilini kurmuşlar bunlar. Onların bir şiir dilleri var. Onları duyduğumuz zaman, ha bu Mahzuni’nin bu dizeler Mahzuni aittir, diyebiliyoruz. Çünkü bu onun kişiliğini yansıtıyor, diyebiliyoruz. Günümüzdeki ozan arkadaşların çoğunun dörtlüklü şiirde son dörtlükte adlarını okumasan hangi şiirin kime ait olduğu anlayamazsın. Bu belli değil. Çünkü şiir dilini kuramamışlar. Bu çalışmayla onu yapmaya çalışıyorum. Yani diyorum ki; bir şiir dili kurun. Sonra kaldı ki; böyle çok ilerici dayatmalarla, çok konservatif anlayışlarla şiir yazılmıyor. O ideolojik dayatmaları çekip çıkarttığın zaman onların şiirinin arkasından o kelimeler dökülüyor böyle. Çünkü onları ayakta tutan o ideolojik şeydir o ideolojik dayatmalar da toplumsal iniş çıkışlara göre değer buluyor. Oysa şairin görevi o değildir. Şair günün adamı değil. Yunus deyince 700 yıllık bir süreçten söz ediyoruz. Nedir Yunus’u bugün halen yaşatan? Çok mu yakışıklı bir adamdı ya da çok mu güzel saz çalıyordu? Onu kalıcı kılan nedir? Adam kendini kendi şiiri içinde eritti o yüzden Yunus’un varlığı yokluğunu çok fazla bilmiyoruz;  nerede yaşadığını da bilmiyoruz ama hepimiz bir iki tane Yunus şiiri biliyoruz. Neden? Çünkü şiiri öne çıktı.

Günümüz ozanı şiiri bir kartvizit olarak kullanıyor kendisini öne çıkarmaya çalışıyor.

Yazdıklarınızın bir kıymeti harbiyesi yok ise eğer; unvan olarak isminizin önüne ne yazarsanız yazın, bir şey ifade etmeyecektir. Ancak eğer roman yazıyorsanız konuya hâkimlik, akıcı dil, betimleme vs. çok önemli. O zaman yaşamda karşılığını buluyor. Şiirde ise; duyguyla sözü çok iyi emiştirmişseniz, estetiği elden bırakmamışsanız yine öyle. Araştırma kitabı yazmışsanız; referanslarınız bilimsel bulgu ve belgeleriniz kanıt ve doneleriniz önemlidir. Bunlara dikkat etmediğiniz zaman kitap yazan kişi isminin önüne uzman gazeteci/ yazar/ şair, diye yazsa da bir şey ifade etmeyecektir.

“Söz yığını” diyoruz. Şimdi biliyorsunuz gerçekten de bende has bel kader okuyorum. Yani halk şairiyim, halk ozanıyım, halk asığıyım, diyen belki yüzlerce getiriyor işte çalışmasını veriyor size, okuyorsunuz.  Çeşitli yayın evlerin de aracı oluyor, okuyorsunuz yüzde seksene yaklaşıyor yani bir şey bulamıyorum ki. Zaten gerçi şöyle de bir şey vardır; bir kitabı okursunuz, 200 tane şiir varsa onların içerisinde 10 -20 tanesi çok hoşunuza gider, o çok değerlidir, kalıcıdır, o da bir şeydir. Ama benim kastettiğim, sizin kastettiğiniz, herhalde şu yani bu bir kitap ama gerçekten niye yazıldı, niye bu kitap, kitap olmuş. Kitap ama içindekiler şiir değil. Onu yazan şair değil, ozan değil, âşık değil ama kendisini öyle hissediyor ve hissettirmek istiyor. Niye bu gayretkeşlik, dürüst olsak ne iyi olur? Bizler neleri kaybettik. Mesela her yazdığımızı kıymetli sanıyoruz ama bilmiyoruz ki biz bir zamanlar ocaklardan yetişiyorduk, dergâhlardan yetişiyorduk, bir ustadan yetişiyorduk.

Tamamen bunlar bitti mi? Bittiyse bunu biz mi bitirdik. Yani bunlar hiç canlanamaz mı, hiç mi imkânı yok, ne diyorsunuz?

Şimdi biraz arz talep olayı bu yani. Gerçekten de siyasal olarak iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçtik; tek kutuplu dünya kendi değerlerini dünyaya empoze ediyor, dayatıyor, enjekte ediyor ve müthiş bir bilgi kirliliği oluşturuyor. O kişilerin, toplumların geçmişle olan bağlarını koparmaya çalışıyor. Bugüne kadar bizi ayakta tutan bizi bugüne kadar getiren değerlerimiz vardı. Bu değerlerimizin çoğunda elinin tersiyle geri itiyorlar gereksiz görüyorlar. Çünkü müthiş bir manipülasyon (hileli yönlendir) var. Toplum mühendisliğine soyunmuş kişiler var. Ve artık ne yapacağımıza onlar karar veriyorlar. Bizim kendi kültürümüzle, kendi inancımızla, kendi gelenek göreneklerimizle, kendi örf adetlerimizle, kendi geçmişimizle kendi bağlarımızın kurulmasına – kurulmamasına da onlar karar veriyor. “Sen şu kadar, sen bu kadar, sen şöyle yap, sen böyle yap” gibi. Bunlar içerisinde çok az insan var aykırı kişiliğiyle ayakta duran ve kendi geçmişine sıkı sıkıya bağlı olan, onu yürütmeye çalışan.

Doğal olarak bu Alevi kültürü/inancı geliştikçe onun paralelinde halk şiiri, âşık şiiri, tekke ve zaviye şiiri de gelişiyor. Aslında karşılıklı etkiliyor birebirini. Çünkü Alevi kültür/İnancının temelini âşık şiiri oluşturuyor.

Düşünebiliyor musunuz;  yani cemlerimizi, cemaatlerimizi şiir olmadan, müzik olmadan semah olmadan, nasıl yapabiliriz? Yapamıyoruz, yapmayız da. Demek ki karşılıklı birbirilerini var ediyor bunlar. O onun varlığına ihtiyaç duyuyor, ötekisi de onun varlığına ihtiyaç duyuyor. Düşünsel anlamda halk şiiri Alevi inancından besleniyor öte taraftan da halk şiiri Alevi kültürü de onun üzerinden kendini topluma götürüyor yani yayıyor.

Bitmedi çünkü halk devam ediyor, biz varız, her yerde söylerim bunu; Bertol Brecht’in çok güzel iki dizesi var diyor ki;

            “seçimleri kaybettik/

             Halkı iptal etmemiz gerek”

Şimdi halkı iptal etmeyeceğimize göre halk devam edeceğine göre halkın içinden beslenen halk şiiri gürül, gürül kendi yaşamına devam edecektir.

Dergâhlar ve ocaklar yeniden canlanabilir mi? Sevgili dostum; eskiden pir talip ilişkisi çok özüne sadık bir şekilde ve sıkı sıkıya yürürdü. Şimdi öyle yürümüyor. Dernek başkanı ve üye üzerinden yürüyor. Böyle olunca dedeler yine kıyıda köşe de kaldılar. Bu işin asıl omuzlayıp getirenleri, bu işin asıl emektarları kıyılarda köşelerde bir yerlerde kalıyorlar. Cem evlerinde Alevi derneklerinde ve kurumların da daha çok dernek başkanların sözü geçiyor, daha çok üyelerin sözü geçiyor, böyle olunca da inancın kendisinde de sıkıntılar ortaya çıkıyor

Evet, şimdi sevgili ozanım, yazarım, gazetecim, gezginim… Ben o büyük ozanın bir şiirini hatırladım; “derler ki bu akarsuyun suyu niye taşıyor? – demezler ki bu akarsuyun yatağı niye dar?” diye ona benzer bir dizesi vardı.

Evet. Konular çok geniş. Dertler çok çok büyük. Alan çok çok zengin. Büyük Ozanın dediği gibi “yer dar”. Sizinle ocakları, Kureyşan’ı, dedeliği, Avrupa’yı, Avrupa’daki insanlarımızın  dramlarını, gençlerimizi, orada yaşayan yazarları, şairleri konuşmak da isterdim. Onu da bir başka söyleşiye bırakalım, artık. Çok çok teşekkür ediyorum. Minnettarım, bu kadar zaman ayırdınız, soruları detaylı bir şekilde yanıtladınız, kalıcı, çok yararlı bir söyleşi oldu…

Ben size çok teşükkür ediyorum. Bence de çok verimli bir söyleşi oldu… Sağlıkcakla, esenlikle kalın. Tekrar buluşmak dileğiyle…

 (Barış Tv.'deki Program eksen alınarak, genişletilmiş, geliştirilmiştir.)

Mayıs 2014, İstanbul.