ABİDİN ÖZGÜNAY'LA SÖYLEŞİLER (6.)

ABİDİN ÖZGÜNAY

YAZAR, YAYINCI VE CEM DERGİSİ KURUCUSU

(1934/ 14 MART 2005)

                ABİDİN ÖZGÜNAY’LA ALEVİLİK/BEKTAŞİLİK ÜZERİNE...

                                                     Ayhan Aydın

(VI.)

Şimdi Batı’daki Hacı Bektaş Ocağı’na, Pirevi’ne bağlı Bektaşiliğinde bu arada ikiye ayrıldığının farkındayız.

Bunun bir kısmı Çelebi koludur.

Bunlar da tıpkı Doğu’daki Rafıziler gibi, talimiliğe yani İmam Ali’nin Veliyullahlığının ve On iki İmam’ın kutsallığına biat etmeyi inançlarının temel ilkesi kabul ederler.

Bu Bektaşiliğin talimi kolunu oluşturur.

Buna karşı bir de Bektaşiliğin kolu vardır.

Yani  gerekçesini doğrudan doğruya Kuran’andan, On iki İmam’ın kutsallığından almanın yanı sıra veya almaya bağlı bir Alevi anlayışının yanı sıra felsefi düşünceye bağlı akla dayalı, yorumlamaya açık bir Alevi anlayışının benimsendiğini Batı’da, özellikle Adalar’da, Girit’te, Rodos’ta vs., Balkanlar’da, bu fikir, zihin açıklığına, felsefi yoruma kucağını açan yeni bir Alevi anlayışının böylece gündeme girdiğine şahit oluyoruz.

Böyle bir oluşum, talimi Aleviliğin klasik, durağan, katı ilkelerinin aşılmasını, işin içerisine aklı da, imanla bütünleştirerek dahil edip yeni bir İslam anlayışını, yeni bir Alevi anlayışını gündeme soktuğuna, böyle bir anlayışın da kendisini zamandan kopartmayan, çağın icatlarından, ilimden, bilimden, gelişimden kopartmayan bir anlayışla paralel göründüğüne  şahit olmaktayız.

Böyle olunca Aleviliğe bu irfani anlayış bazı yeni ilkeler katma olanağı buluyor.

Ama talimi Alevilik daha donuk, daha değişmez ve de On iki İmam’ın kutsallığına daha fazla önem veren ve bu kutsallığı Aleviliğin temel anlayışının kökenine oturtan bir anlayışla yürüdüğüne şahit olmaktayız.

Bu da dediğimiz gibi Şia’nın İslam’ın Kuran anlayışına dayalı egemenliğine ve egemenliği karşısında ayakta durabilmek için ikinci bir kutsal yaratıp sırtını ona dayamanın gerekçesinde bulmakta bu da kutsal aile dediğimiz Ehlibeyt’in ve On iki İmamlar’ın böylece gündeme girmesine ve bu kutsallığın Anadolu’daki talimi, irfani anlayışın temel rüknunu oluşturduğu görüyor ve şahit oluyoruz.

O halde Batı Aleviliği dediğimiz olgu, Aleviliği devrimci, daha inkilapçı, yeni düşüncelere açık tarafını oluşturmaktadır.

Mesela, Aleviliğin Hakk-Muhammed-Ali üçlüğünün birliği anlayışı hem doğu, hem batı Aleviliğinde olmakla beraber; batı, bu düşünceye ve bu gelişime tasavvuf felsefesinin değişmelerini de eklemek suretiyle Aleviliğe yeni merhaleler kazandıran, Aleviliğin daha aydın, daha kabul edilebilir, Anadolu Aleviliği tarafından da pek de kabul edilebilir olmayan bir yapısını oluşturmaktadır.

 

Benim inceleyebildiğim kadarıyla Doğu’da daha çok şifahi bir kültür, mucizelere inanma vardır.

Doğu ocakları insanların inanç, ibadet ritüellerini yerine getirdikleri yerler oldukları kadar, görüyoruz ki, çok da önemli bir fonksiyonu daha yerine getiriyorlar; (bu çok sıra dışı, önemsiz bir unsurmuş gibi görülebilir ama öyle değil) gerçekten buraların birer şifa kaynakları olduklarına tanık oluyoruz. Tabirimi maruz görün körü, topalı, her türlü derde kapılanlar, bu ocaklardan şifa aramaya gidiyorlar.

Batı da ise daha çok dergahlar çevresinde yapısını bulan veya ocaklar çevresinde oluşan inanç yapılarında Doğu’ya göre daha fazla bir rasyonelliğin, akılcılığın olduğunu görüyoruz.

Doğu’da Urartular’dan bu yana farklı büyük medeniyetlerin, üst üste yığılması, coğrafyanın zorluklarının olması, daha önceki inanç ve kültür unsurlarının üst üste geçmesinden oluşan, belki bir Kürt uygarlığının da etkisiyle daha çok doğa üstü güçlerin hakim olduğu anlayış varken; Batı da bu durum çok farklı yaşıyor.

 Ululara bağlılık, Doğu’dan çok farklı. Bulgaristan’da hiç unutmuyorum bu konuyla ilgili bir sorumda Otman Babalar, Akyazılı Sultanlar, Demir Babalar bu büyüklüğe nasıl ulaşmışlar dediğimde bir kişi “canım onlar kazanmışta almışlar, herkes kazansın o da alsın” demişti.

Belki de Yunan Uygurlığının da, Balkan Uygarlığının da etkisiyle dediğiniz gibi daha akılcı bir din yorumu var Batı’da.

 

Burada bir de Balım Sultan Bektaşi Kolu’ndan bahsetmenizi isteyeceğim.

 

Ayrıca Hacı Bektaş’la Şah İsmail’in kimlikleri karşılaştırılırsa, ne gibi sonuçlar çıkar?

 

Bahsettiğiniz Alevi Ocaklarındaki şifayat vasfı din anlayışından ziyade eski Türklerin töresel kalıntılarından intikal eden bir sonuç olduğuna inanıyorum.

Hatta bugün Alevilik adına kutsadığımız ve ihmal etmeden Alevilik diye yerine getirdiğimiz pek çok ritüel aslında dini zaruriyetlerin, düşüncelerin, anıların veya hatıraların veya mirasların bize intikal eden biçimleri  olmaktan ziyade Türkmen töresinin, Asya yaşam geleneğine hükümran olan törelerin, dinsel bir kavram içinde eritilmesi, törelerin dini bir inanç olduğu biçimine yönlendirilmesi ve öyle anlaşılması şeklinde yorumlamak lazım.

Böyle olunca, sizin bahsettiğiniz ocakların kutsallığı ve oradan medet ummak, oradan şifa ummak, o ocakların dertlere derman olabilme vasfını kişilerin bunda hissederek oraya yönelmesi Aleviliğin temel rükunlarının bir icabı olarak değil, daha ziyade törelerin bize ulaştırdığı bir geleneğin icabı olarak değerlendirmek gerekir.

Bu olay karıştırıldığı zaman işte Sünnilerin bir takım itirazlarının ortaya çıkması sonucunu da doğuruyor. “Bunlar bez bağlarlar, çaput bağlarlar, şöyle yaparlar, böyle yaparlar...” gibi itirazlar yükselir.

Ama farkında değillerdir, bir taraftan kendileri de aynı şeyi yaparlar.

Ama onlar kendi kaptıklarını görmezler, kalkarlar bizi suçlamaya kalkarlar.

Alevi inancında yer alan töresellikler, daha ziyade Arap olmayan ırkların gelenek ve göreneklerinden intikal eden şeylerdir.

Sünniliğin bu tür alışkanlıkları ve icraatları Arap geleneğinin ve törelerinin bir icabı olarak, onların elinde kullanılır hale gelmiştir.

İşte görüyoruz; şeytan taşlama, namaz biçimi, oruç, kurban, kadını dışlama, kadına itibar etmeme, veya her şeyi Allah’tan geliyor, diyerek, insan iradesini yok farz etmek, kadere teslim olma gibi pek çok olgu yani insan varlığında, onurunda derin yaralar açan daha vahim bazı hususlarla birlikte gerçekleri kabul etmezler, Alevilerin kendi gelenekleri olan çaput bağlamayı, eşik öpmeyi gibi buna mümasil bir takım olayları  kınamayı marifet sayarlar.

Hiçbir din, Muhammet’in dini de dahil buna, hiçbir din arı ve saf değildir.

Özellikle Muhammedilik Hanif inancına dayalı, yani İbrahim’in tek Allah, inancına dayalı olan inancın temelleri üzerine Arap gelenek ve göreneklerinden örülmüş bir duvar ve bunun üzerini de Muhammet’in örttüğü bir çatı İslam’ın en kısa tanımıyla görüntüsü budur.

Hz. Muhammet yeni fazla bir şey getirmiş değildir. Arap gelenek ve göreneklerinin üzerine İbrahim Peygamber’in getirdikleri üzerine, Allah’ın tekliği kavaramı üzerine, oluşturduğu yalnız çatısını Muhammedilik adıyla örttüğü bir inancın adıdır, İslamiyet.

Böyle bir inanç kabul etmek lazım, daha ziyade Arap ırkının, Arap Yarımadası’ndaki  yaşantının, coğrafyanın, coğrafi şartların, hayat şartlarının bir ürünüdür.

Bu ürün kendisine yakışır olan bir din anlayışını olsa olsa sergileyecektir.

Ama böyle bir sergileme başka bir coğrafyada, başka alışkanlıkları, töreleri olan kurumlar ve guruplar tarafından aynen kabul edilmesi mümkün değildir.

O bakımdan bir yerde Anadolu Aleviliği İslam’ın Türkmenleştirilmesi, Türk töresiyle bütünleştirilmesi anlamını taşır.

Gelin burada bir bağlantı yapalım.

Kürtlerin geleneksel inancı Şafilik’tir. 

Muhteşem Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman) döneminde Kafkas Bölgesinden birinin yazdığı bir kaynaktan da açık biçimde görüyoruz ki,  Süleyman’ın Doğu’da elde ettiği zaferleri methederken, Kürtlerin Kızılbaşlar gibi düşünmeyen bir kitle olmuş olmasından dolayı, onların bu darbesinden kendilerini kurtardıklarını  açık ve anlaşılır bir lisanla ifade ediyor.

Bundan da çıkarılan sonuç şu oluyor; o dönemde Kürtlerin inançları Alevilik değil, Şafiiliktir. Öyle olduğu için de Yavuz’un Alevi kırımından canlarını kurtarmışlardır.

Sebebi de Süleyman padişahın ifade ettiği gibi bunların Alevi olmayışından kaynaklanıyor. Buradan da hareketle, Kürtlerin inançlarının çoğunlukla Şafilik olduğu, bunların içinde Alevi olanların sayıca az olduğudur.

 

Bektaşilik

 

Bu konu Alevi cemlerinde açık ve net bir biçimde  işaretlerini ortaya koyuyor.

Alevi cemleri iddia edildiği gibi Orta Asya’dan neşet edip, Anadolu’daki Alevilerin ibadetine biçim ve şekil olarak egemen olan bir intikal tarzı değildir.

Aslında cemin ve cem törelerinin esası hem doğudan alınmadır, hem batıdan alınmadır. Batı derken Balkanları kastediyorum.

Onların yeniden doğuş, insanın varken, yeniden hayatı yönlendirmesi meselesi ve bunu içkiyle kutsaması anlayışı aslında Balkan kültüründen Anadolu Bektaşiliğine intikal eden bir gerçeğin ürünüdür.

Nitekim, Bektaşilik İrfani kolundaki cemin asıl manası kişinin günahları ve noksanlarıyla bir kapıdan girip, arınmış ve temizlenmiş bir insan olarak tekrar o kapıdan çıkıp hayata dönmesi anlamını ifade eder.

Bundan da anlaşıldığı gibi Batı’dan alınan cem anlayışı bizim talimi Alevilikteki cem anlayışına egemen olan yorumdan çok çok farklıdır.

Bizdeki cemler (ben de burada (Şahkulu Sultan Dergahı) pazarları ceme giriyorum) kutsallığı kutsamanın yani Ali’nin ve Ehlibeyt’in kutsallığını teyit etmenin ve Ehli Sünnet’in uydurduğu miraca karşı, Alevilerin de kendilerine özgü bir miraç inşa edip, ona göre onu dillendirmesi ve böylece insanın kul değil, Tanrısal olduğunun ifadesi olan cemal cemale ibadet etmenin böylece de camii ibadetindeki yan yana ibadetin reddine bir senet yaratmanın bir ürünü oluyor.

Aslında bunlar iyi düşünülürse bunların altında ciddi aforozlar vardır, tepkiler vardır.

Bizdeki bu ritüellerin pek çoğunun altında, bizim ilk bakışta farkına varmadığımız reddiyeler yer alır.

O açıdan cemevlerinin varlığı, camilerin varlığına tavır koyma, cemevlerindeki ibadet biçimi, ayni cemlerin yapılışları vs. bunların hepsinin altında Ehli Sünnet’in Aleviliğe ve Şiaya dayattığı reddiyenin bir bakıma karşıtı olan davranışların sergilenmesi ve bu davranışların sergilenmesiyle insanların dünyasında atlamaya yönelmiş hırsların adeta sibop takılarak hafifletilmesi anlamına gelen ritüeller olarak değerlendirirsek yanlış olmaz.

İşin aslı ve esası baktığımızda budur.

 

İslam’da Kutsal İbadet Mekanı Yoktur

 

Ayrıca da şunu görüyoruz, İslam’da ve Peygamberin İslam’ında hiçbir zaman kutsal bir ibadet mekanının varlığına rastlanmaz.

Camilerin kutsallığı inanışı gerçek değildir.

İbadethanelerin Allah’ın evi olduğu yönündeki görüşler, yakıştırmalar kesinlikle İslam literatüründe yoktur.  Bu Halife Ömer’in icadıdır.

Halife Ömer’in böyle sıfatlandırmasından sonra bu dalga dalga İslam alemine yayılmıştır. Bundan sonra da insanlar Allah’ın evi diye kutsal mekanlar yapıp Allah’ı orada mihman etmenin kendilerine kazandıracağı cennetin hayaliyle adeta camii yaptırma savaşına girişmişlerdir. Bunu yaparlarken de içinin İslami anlam ve mana ile doldurulmasına değil, kubbesinin muhteşem olmasına özen göstermişler, böylece bir kutsal ibadethane olayı, İslam’ın özünde var olmayan bir anlayış İslam’a sonradan ilave edilmiştir.  Kuran’da da açık ve seçik ifade edilmiştir; “Allah hangi yöne dönerseniz oradadır” ve de “her yer bir ibadethanedir, yeryüzü bir ibadethanedir”.

Bu anlayışa rağmen, tarihler boyunca camii de camii diye tutturulmuştur.

Alevilerin de ibadethaneleri olmuştur ama camii gibi özel bir ibadethane gibi olmamıştır.

Kırsal kesimde cemaatin toplanabilmesine elverişli en uygun ev hangisiyse genellikle o ev cemevi olarak kullanılmaya devam etmiştir.

Mesala ben çok iyi biliyorum, Hüseyin Süleyman diye, amcamın müsahibi vardı, cemler orada yapılırdı, çünkü o ev o kalabalığı İstanbul’da kaldırabiliyordu, o ev müsaitti.

Şimdi yine konumuza gelelim.

 

Hacı Bektaş-Ahmet Yesevi

 

Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’nin bir tilmizi olarak,  onun ilhamını ve düşüncelerini Anadolu’ya getiren bir elçi olarak yorumlarlar.

Benim gördüğüm kadarıyla, Hacı Bektaş’ın ve Bektaşiliğin ifade ettiği anlatım biçimi ve anlatımda içerik, Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinde çakışmıyor, çatışıyor.

Yani Hacı Bekaş’ı Veli’yi Ahmet Yesevi’ye bağlamaktan ziyade, Hacı Bektaş Veli’nuin Horasan Melamiliği’ne, Melametine bağlamak, oradan feyz aldığını ve o yörenin temsilcisi olduğunu söylemek gerekir.

 

Şah İsmail

 

Şah İsmail’in Anadolu’daki Kızılbaşlığa veya Anadolu’daki Rafıziliğe etkisinin de daha ziyade siyasi amaçların ağır bastığını ama Şah İsmail’in kişilik olarak Aleviliği terennüm eden düşüncelerde emsali olmayan bir başarının sahibi olan bir ozan olduğu açık ve net olarak bellidir.

Dolayısıyla Şah İsmail’in  düşüncesinde Alevilik irfani değil, talimidir. Talimi esasa bağlıdır. On iki İmam’ın kutsallığına bağlıdır ve o yolun erkanının sürdürülmesine bağlıdır.

 

Cem

 

Cem, Balkan kültüründen alınan bir takım ilkelerin; ayrıca Hint kültüründen, gelenek ve göreneklerinden alınan kültürlerin bir bileşkesinden meydana çıkmış bir haritadır.

Oradan Erdebil Tekkesi’ne intikal etmiş, Erdebil Tekkesi’nden de, Doğu Anadolu Kızılbaşlığı dediğimiz Rafıziliğin ibadet biçimine dönüşmüştür.

Bu konuda,  cemin kökeni ile ilgili konuda, derin incelemeler yapıldığını sanmıyorum.

Böyle olduğu için de herkes kendisine göre bir yorumda bulunuyor.

Alevi cemlerinde, Kırklar Meclisi’nden bahsedilir.

 

Kırklar Meclisi ve Söylence

 

Kırklar Meclisi’ndeki semah olayının Arap gelenek ve göreneğinden bugüne kadar ne izine rastlanmıştır, ne de bugüne intikal eden bir emaresi vardır.

Yalnız şu anlatılır: Hz. Muhammet ailesi olan Ehlibeytiyle birlikte zaman zaman o tarihte meşhur olan “Gadir Hum” denilen, bir bataklık çayırına, zaman zaman giderlermiş, orası aynı zamanda mesire yeri olduğu düşünülürse, işte orada cuşa gelir, Hz. Muhammet dönermiş, Hz. Ali de ona iştirak edermiş.

Dolayısıyla cemdeki bu semahın oradan İslam’la ilişkisi kurulduğuna oradan da Kırklar Ceminde dönülen, dolayısıyla Alevi ceminde dönülen semahın kökeni olarak yorumlanmaktadır.

Yani Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin bu semahı döndüğü ve bu anlayışın Kırklar Cemine kökenlik yaptığı, dolayısıyla Alevi semahlarının kökenin de buraya dayandığına inanılmaktadır.

Bana göre ise bu abartılı bir zorlamadan başka bir şey değildir.

Bence cemin esası Anadolu’da yerleşik Alevilerin kendi düşüncelerinin mahsulü olmaktan ziyade, Balkan Kültürünün ve Hint Kültürünün  ibadet yaparken sığındıkları ritüellerin bileşkesinden oluşan bir ayin biçimidir.

Ve özü insanın günahlarından temizlenmesi esasına dayanır.

Dolayısıyla cem; yeni baştan, arınmış ve temiz olarak hayata dönüşün ifadesidir.

 

Kırklar Söylencesi’nin sizin söylediklerinize rağmen ve/veya söylediklerinizle birlikte bir platform oluşturduğuna tanık oluyoruz.

 Aleviliğin temellerinin söylencesel olarak da olsa, oluşturmasında önemi yok mudur, Kırklar Söylencesinin?

Yani Aleviler kendilerine bir temel bulmuş, yaratmış oluyorlar, söylenceyle de olmuş olsa?

 

İdeoloji ve inançların belli bir kök üzerinde yeşereceği bir gerçektir. Ama bazen bu kökler ya durağan olarak mevcuttur veya insan zihnin inşaa ettiği köklerdir.

İkisi arasında bir fark vardır.

Bu fark tarihi süreç içerisinde birbirleriyle özdeşleşir. Düşünce ürünü olan bir temel ile kendiliğinden var olan o temel aynı özdeşlik içinde birleşir ve bir ritüelin temeli olmaya devam eder.

Benim gördüğüm kadarıyla daha düne kadar Ehli Sünnet, Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde milletine iki şeyi emanet ettiğini, bunların bir tanesinin; Kuran olduğu, öbürünün de Peygamber’in sünneti olduğu; bu iki ipe sarılmanın Müslüman’ı kurtuluşa götüreceği söylendi. Son zamanlara kadar bu iki ip ihmal edilmeden vurgulanırdı. Ehlibeyt’in, Ali’nin velayetiyle ilgili söylem Ehlibeyt’le ilgili söylem hem unutturulmaya hem de ondan bahsedilmemeye gayret edilirdi. Ama mızrak çuvala sığmamaya başladı.

 

Gadir Hum – Miraç – Alevilerin Miraç’ı Yorumlamaları

 

İlahiyatçıların kendileri de Gadir Hum’daki Veda Hudbesi’ndeki olayın aslının ne olduğunun cevabını vermeye başlamaları sonucunda gerçekler konulmaya başlandı.

Bu konuşmanın aslının Peygamber’in Kuran’ın önemi yanı sıra Ehlibeyt’inine sahip çıkılmasını telkin ettiği, gerçeği inkar edilmez bir duruma geldikten sonra Hz. Huhammed’in söylendiği gibi ikinci emanetinin sünneti olmadığı, Ehlibeyt’i olduğu söylenmeye başlandı. Dolayısıyla Kuran, Ehlibeyt ile biat ile yönlenmesi gereken iki temel unsur haline geldi.

Şimdi buradan şunu söylemek istiyorum.

Ehli Sünnet’in tarihi, İslam anlayışı kirlidir. Gerçekleri yansıtma noktasında büyük eksiklikleri, hatta hatta maksatlı yalanları kapsamaktadır.

Miraç olayı da bunlardan bir tanesidir.

Kuran Miraç olayında Hz. Muhammed’in göğe çıkışından bahsetmez. Ama Ehli Sünnet, Hz. Muhammet’i Allah’ın huzuruna kadar çıkarmanın becerisini sergilemişler, dolayısıyla onun altına Burak çekmişler, onu arşa kadar onu yükseltmişler.

Sonra işte belli bir aşamada gidememiş, Peygamber, Cebrail’in rehberliğinde yola devam etmiş...

Netice itibariyle Allah ile aralarında bir yay boyu mesafe kalıncaya kadar yaklaşarak konuşmuşlardır.

Şimdi böyle bir şeyi Allah’ın tecessümünü, böyle bir anlayışın içine sığdırmak Allah’a iftira değilse bile, Allah’a iftiranın insanın gücüne ve kudretine sığan bir beceri olduğuna ihtimal vermiyorum ama böyle bir anlatım, Kuran’ın özüne ve İslam’ın ruhuna aykırıdır.

Çünkü İslam, ne tarafa dönerseniz Allah’ı o yönde görürsünüz, demektedir.

Ama miraç olayı; Allah’ı değil şu veya bu yönde, adeta masanın başında oturup Muhammed’le sohbet eden bir birey bir varlık, bir şey anlamına getirmektir.

Bu da İslam’ın özüyle bağdaşmaz.

Böyle olunca ne olmuştur?

 Onlar böyle yapınca onun karşılığında Aleviler bir miraçname tanzim etmişler ve miraçnamede veliliğin çok özelliği olan bir konuyu ön plana çıkarmışlardır.

O da nedir?

Alevilik’te risalet değil, velayet üstündür.

Ali’nin veliliği, Peygamber’in risaletinden öncedir.

Çünkü risalet Resul’un hayatıyla devamlıdır.

Oysa velayat Allah’ın tebriğ ettiği bir rücaniyetin nesilden nesile devam etmesiyle ilgilidir. Ve bu kainatın her zaman için Kuran’ın katı ve değişmez hükümlerinin yorumlayan ve de alemin düzenini ve geleceğini keşfedip ona göre .....(?) ihdas eden bir iradi düşünceye ve bu düşüncenin ifadesini yükleyen bir elçiye ihtiyaç vardır. Bu da imamadır.

Bu düşünce yanı İmametin risaletten daha üstün kabul edildiği anlayış Alevileri Sünniliğin miraçlamasının karşısında kendi miraçnamelerini yaratmalarına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın huzuruna giderken, önüne çıkan Hz. Ali’nin  arslan kılığında ondan çok daha evvel o makamda bulunduğuna; Hz. Muhammed’in Allah’ın huzuruna gidebilmesi için; Ali’nin varlığının ötesine geçebilmesi için ona yüzüğünü hatıra olarak vermesi gibi bir mizansenin yaratılmasına ihtiyaç duymuşlardır. Bu da Ali’nin Muhammed’den daha önce olduğunu dolayısıyla da Alevilikte imametin, risaletten öncelliğini bu yoluyla ifade etmek istendiğini göstermektedir.

Ama burada hemen şunu kayıt etmek lazım. Ehli Sünnet risaleti sadece ve sadece Allah’ın elçisi olarak yani; Allah’tan aldığı emri kullarına tebliğ etmekle mükellef bir aracı olarak kabul eder. Ve de Hz. Muhammed’in sözlerinden de ilham alarak der ki, Muhammet de herhangi bir insan gibiydi. Onun Allah’ın kelamını yorumlamaya özellikle yasa koyuculuk vasfını şahsında taşımasına, o sıfatı ona kazandırıyordu. Dolayısıyla sadece ve sadece Muhammet, elçidir. Onun ötesinde her türlü yetki Allah’ın kelamındadır.

Ama Alevilik Resul’e böyle bakmaz. Resul’e; aynı zamanda veli gibi bakar.

Hz. Muhammet hem resuldur, hem velidir.

Dolayısıyla gün Muhammet, ay Ali’dir dediği zaman Ali’nin velayetine, risaletten daha üstün olduğunu ikrar eden Alevi, Hz. Muhammed’in hem nebilik, hem velilik sıfatıyla velilikten öncel olduğunu ifade etmeyi ikrarı kendine vazgeçilmez bir borç telakki etmiş ve Ehli Sünnet’in yolundan ayrılmamakla övündüğü Muhammed’i Aleviler daha üstün makamın sahibi olarak taltif etmiştir.

Bu ayrımı iyi gözlemlediğimiz zaman Muhammed’in yolunda olan ve onun sünnetini asıl takip edenlerin Sünnilik değil, Alevilik olduğunu; Muhammed’in hak ettiği o üstün yeri Sünniliğin değil, Aleviliğin verdiğini görmek gerekir.

Burada tartışılan konu Muhammet’i taklit mi etmek gerekir; Muhammet’i yaptığını anlayarak; Muhammet’in taklit ettiğine değil, Muhammet’in yapmak istediğine yönelmek önemlidir. Bence tartışılması gereken mesele budur.

Ehli Sünnet Muhammet’in taklidinin yapılmasına önem vermiştir.

Aleviliği, Alevileri yorumlarken; Alevilerin biz Ali’nin yolundayız, iddiasını çürütmek için de; e canım öyleyse niye Ali’nin yaptığını yapmıyorsunuz, demeyi kendilerine müdafa yolu olarak seçmişlerdir. Oysa bu niye Ali’yi taklit etmiyorsunuz, demektir.

Biz Ali’nin yaptıklarının taklitçisi değil, Ali’nin dini nasıl anladığının, nasıl yorumladığının talipleriyiz.

Bu farkı iyi görmek lazım.

Bu farkı görmeyince Alevi, Sünni’nin bu ithamı karşısında apışıp kalıyor, hakikaten diyor; ben Aleviysem, Ali’nin yolundaysam, Ali namaz kılıyordu, ben bugün niye namaz kılmıyorum? Ali camiye gidiyordu, ben niye gitmiyorum? Gibi endişelere kapılarak, kendi inancının sarsılmasına kendi eliyle darbe indiriyor.

Oysa dediğim gibi dinde, din banilerinin yani resullerin ve velilerin yaptıklarını ve Kuran’ın yazdıklarının bire bir taklit edilmesi ve anlaşılması değil, asıl önemli olan onların ne demek istediğini çağlara göre yorumlayabilmek becerisini sergileyebilmektir.

Alevilik bu olunca, Ali’yi taklit etmek değil, Ali’nin düşüncesini yorumlamak, anlamak demek olur, bu da dinin özüne ve ruhuna yönelmek, demektir.

 

Hacı Bektaş bir Vefai, Haydari, Kalenderi şeyhiyken, Babailer İsyanı döneminde Anadolu’ya 1240’lı yıllarda gelmişken, Hacı Bektaş Veli’den sonra  Seyyid Ali Sultan, (Kızıldeli Sultan) bugünkü Yunanistan sınırları içinde Dimetoka yakınlarında 1400’lü yıllarda bir dergah kuruyor.

Bu dergahta da Balım Sultan 1500’lü yıllarda yaşıyor.

 

Balım Sultan, Balım Sultan Erkanı ismiyle bir inançsal ritüelleri toparlayan bir sistem kuruyor. Bununla Bektaşiliği derlediği-toparladığı, bir sisteme bağladığı söyleniyor.

Hacı Bektaş bir Vefai, Kalenderi dervişi olarak evlenmemiş, mücerret olsa da (kutsal bekarlık), yine de bir Alevi önderi olarak görülüyor.

Fakat Balım Sultan’la kurulan sistem daha farklı bir yapı getiriyor. Bektaşilik kuruluyor. Hacı Bektaş’ın ismi alınıyor, Bektaşilik sistemi kuruluyor.

Gerçekten Balım Sultan kimdir, ne yapmıştır? Bektaşiliği kurmuş mudur, yeniden mi kurmuştur? Onun düzenlediği sistem gerçekten Hacı Bektaş’ın inanç ve kültür anlayışının devamıdır?

 

 

Balım Sultan

 

Balım Sultan, Bektaşiliği, o geleneği daha farklı bir anlayışla yorumlamak sürecine sokması onun Balkan kültürünün bir mensubu olmasından kaynaklanıyor.

Balkan kültüründe Diyasonos Felsefesi ayrıca Balkanlar’da o asırlarda hüküm süren diğer dinsel cereyanlar Balım Sultan eliyle ve kanalıyla Bektaşiliğin vücuduna şırınga edilmesi ve bu anlayışla bütünleştirip irfani bir yolun döşenmesin katkıda bulunmak biçiminde anlamak daha ziyade gerekiyor.

Bana göre Balım Sultan’ın getirdiği ilkeler ve Bektaşiliğe kazandırdığı düşünce sistemi Hacı Bektaş’ın ahlaka ve de tasavvufa dayalı anlayışından pek de farklı değil.

Yalnız Balım Sultan Bektaşi düşüncesini, Aleviliğin Bektaşi kolundaki irfani düşüncesine yeni bir açılım getirmenin ve buna göre Bektaşiliği Kızılbaşlığın ve Rafıziliğin anladığı katı, değişmez, kuramsal kaidelerin ötesinde daha kucağı geniş, daha anlayışlı, daha kucaklayıcı daha müsamahakar bir din anlayışının yorumuna kavuşturmasının temellerini atan kişi olarak algılamak lazım.

Böyle bir yaklaşım Aleviliğe kazandırır mı, kayıp mı getirir?

Bence böyle bir yaklaşım Aleviliğe kazanç getirmiştir.

Çünkü bu anlayış sayesinde bir takım kırılmaz kırmızı çizgiler ortadan kaldırılmış; Aleviliğin bir soy takip eden bir inanç türü olmaktan çıkarılıp, bir yol evladı sistemini benimseyen inanç biçimi olanağını yaratmış, bu da bu anlayıştaki bir İslami anlayışın daha geniş kitleler tarafından benimsenmesinin yolunu açmış, bunun da faydaları gerek Balkanlar’da, gerekse Batı Anadolu’da görülmüştür.

Böyle olduğu içindir de zaten Bektaşiliğin irfani kolu düşünceyi ve felsefeyi inançla bütünleştirmenin yolunu döşemiş oluyor.

Bana göre de, Alevilik’te, özellikle Alevi teolojisi bu yönüyle kazanç sağlamış, yeni kazanımlar sağlamış, yeni yorumlara kendisini kavuşturmuş ve akıl yolu ile meseleye bakınca da daha saygınlıkla kabul edilebilir bir Alevi anlayışı, bir İslam anlayışının doğuşunun zemini hazırlamıştır.

Balım Sultan’ı ve getirdiklerini ben böyle anlıyorum.

 

Osmanlı’nın kuruluşunda Alevilerin, Bektaşilerin bu düşünceyi benimsemiş alp erenlerin önemli roller üstlendikleri söyleniyor.

Belki Bektaşilik klasik anlamıyla örgütlenmesini ve yapılanmasını tamamlamamıştı ama ilk öncü Bektaşiler diyebileceğimiz Abdal Musalar, Geyikli Babalar, Kumral Abdallar, Murat Abdallar, Kızıldeli Sultanlar... Osmanlı’nın kuruluşunda da öne çıkan alp eren kimlikli Alevi-Bektaşi uluları olarak ünleniyorlar.

Yani bu dini kanaat önderleri aynı zamanda fetihçi öncüler.

Osmanlı Arşiv Belgelerinden de ortaya çıktığı gibi Abdal Musa’ya, Geyikli Baba’ya devlet tarafından hizmetleri karşılığında hediyeler, yer yurt verildiği anlaşılıyor.

Seyyit Ali Sultan’a o kadar geniş bir arazi veriliyor ki bu vakıf arazilerin elli köyü kapsadığı biliniyor. Kurulan dergahlar devlet tarafından hem benimseniyor, hem de destekleniyorlar.

Düşünsel bakımdan olmasa bile, Osmanlı’nın gösterdiği bu ilgilerden yola çıkarak, Bektaşilerin Osmanlı’nın kuruluşunda çok önemli rolleri olduğu söylenebilir mi? Yoksa bu düşünce Devletle Alevileri yaklaştırma gibi bir düşüncenin bir sonucu olarak ortaya atılan bir görüş mü?

 

 

Osmanlı ve İlk Öncü Bektaşiler – Alp erenler

 

Osmanlı’nın kuruluşunda Bektaşilerin rol oynadığı düşüncesine karşı Alevilerin, bir Alevi düşüncesinin, Alevi düşüncesine sahip İslam anlayışı mensuplarının Osmanlının kuruluşunda rol oynadıkları inkar edilmez, tarihen de sabit olan bir gerçektir.

Çünkü Anadolu’da o dönemlerde özellikle Batı’ya göç eden yoğunluğu daha ziyade Türkmen boylarıdır.

Anadolu göçlerinde ilk gelenlere geldikleri yerlerin ötesinde, ilk gelenlere daha ziyade Batı’ya, fethedilen bölgelerin  uçlarına doğru yayılma, yerleştirme siyaseti güdülmüş, dolayısıyla da Anadolu’nun Türkleşmesi XIII. Asır sonlarına doğru Ege kıyalarına gelip dayanmıştır.

Selçukluların Alevi inancını paylaştıklarıyla ilgili Batılı düşünürlerin çok ciddi iddiaları var. Bunların bana göre yüzde yüz yoğunluk payı olmasa bile, Selçukluların Aleviliği ön planda tutan bir siyasi bir devlet yapısına saik oldukları bana göre iddia edilemez.

Ama o dönemde Anadolu’daki beyliklerden Alevi düşüncesini paylaşan aşiretlerden oluştuğu da tarihi bir gerçek.

Dediğiniz gibi Orhan Gazi döneminde mesela Bursa’nın fethinde, orduda “hukeşanlar-hukeçan” sınıfı vardır. Hü çekenler, anlamında.

Osmanlı’nın teşkilatlanmasında dini motifler çok belirgindi.

Savaşan cengaverlerin gücü sadece kılıçtan almakla yetinmeyip, inançsal bazda da çok değişik motiflerin yüklü olduğu yapılar çok fazlaydı.

Dolayısıyla Alevi düşlere sığınmak; özellikle böyle erenlerin, dervişlerin varlığının kendi yanlarında olduğunu hissedip onların dualarıyla yürümek zafere ulaşmanın temel ilkelerinden birisi kabul ediliyordu.

Hükeşan-hukeçan sınıfı ne yapıyordu?

Bunlar savaşa, fethe giderken ordunun içinde, önünde belli kademelerde, dualar edip, hü çekiyorlar; ordunun maneviyatını güçlendiriyorlardı.

Nitekim Bursa’nın fethinde de, yani ordunun Osmanlı ordusunun ciddi anlamda güçlenmeye yöneldiği  bu dönemde de Hükeçan sınıfı, Bursa’nın fethinden sonra bunların toplandıkları yer bunların adına isimlendirilmiştir.

O zaman tabii Alevi kelimesi kullanılmıyordu, alp erenler, ışıklar, torlaklar vs. isimler daha ziyade Aleviliği anlatım ifadeleri olarak kullanılıyordu.

O zamandan kalan bir lafta vardır; Danişment azanda Işık; Işık azanda zındık olur, diye. Yani düşünen insan, akıllı insan, bilinçli insan kendini bir yerlere götürdüğünde Alevileşir. Işık o anlamda kullanılıyor.

Aleviliğin tasavvuf anlayışı bıçak sırtı kadar ince olduğu içinde, orada kendisini hazır hissetmeyen, olgunlaşmayan da Allah’ı inkar noktasında da zındıklaşır.

Bu hükeçan sınıfı, Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi’nden bugün Işıklar Semti denilen yerin kendilerine tahsis edilmesini, o bölgede ikametgah kurup yerleşmek istediklerini söylüyorlar. Padişah da bunu onaylıyor. Ve buraya Işıklar Semti deniliyor. Halen de günümüzde bu isimli semt mevcuttur.

Balkanlar’da Türkmen öncülerin, alp eren kimlikli erenlerin, dervişlerin hal ve hareketleri buradaki halk arasında da ilgi uyandırmış, Hıristiyan halktan da kendi rızalarıyla, gönüllü olarak İslam’a, İslamiyet’in Alevi, Bektaşi yorumuna intisap etmelerini sağlamıştır.

Alp erenler de uygun ortam buldukça kendi inançlarını Balkanlar’da yaymaya çalışıyorlar.

Balkanlar’da bu alp erenlerin tutulmasında bir neden, onların Allah’a yürekten, gönülden bağlı olarak, yaklaşmalarıdır.

Bir diğer unsur da Bogomiller denen, Allah dostu kesimin de Bektaşiliği kendi yaşam anlayışlarına, inançlarına uygun bularak bu inanca yönelmeleri, bu inancı kabul etmeleridir.

Bogomiller, Hıristiyanlığın baskısından ve kendi iradelerine hükmeden Hıristiyan anlayışından, bu dinin temsilcilerinin bazılarının zulmünden kurtulmak adına kendilerine coşkuyla yönelen, cömert bir anlayışla değer veren insanı kutsallaştıran bir inanç anlayışını kendilerine daha yakın bulmaları, dolayısıyla da Bektaşiliğe veya Aleviliğe intisaplarında onları biraz da Bektaşiliğe yönlendirdiğini kabul etmek gerekir.

Dolayısıyla Balkanlar’da kendine ait kimi özellikleri barındıran bir “Balkan Bektaşiliğinin” kurulduğunu, varolduğunu kabul etmemiz gerekir.

Bazı yerlerde bu Bogomil anlayışını benimseyenler, yani Allah dostluğuna önem veren Hıristiyan aleminin mensupları bu Bektaşi erenlerinin vaz ettikleri; kucağı geniş,  insana saygı ve sevgiyle yaklaşan saygın din anlayışının mensubu olma adına bulundukları şehrin anahtarlarını kendi elleriyle Osmanlı fütühatının görevlililerine kendi elleriyle teslim ettiklerini ve İslam’a böylece girdiklerini görmekteyiz. Halen de bunların tortuları halen orada devam etmektedir.

Gerçekten de zorlama olmadan, buradaki halkın kendiliğinden Bektaşiliğe yöneldiği de bir gerçektir.

 

 

 

Söyleşi; ŞAHKULU SULTAN DERGAHI, 26 ŞUBAT 2005

(Ayhan Aydın, Abidin Özgünay, Yazar, Yayıncı ve Cem Dergisi Kurucusu, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul, Sayfa: 61-69)