ALİ AKSÜT

ARAŞTIRMACI – YAZAR

ALİ AKSÜT’E SORULAR…

 

AYHAN AYDIN

 

Sevgili Ali Aksüt, Değerli dost…

Uzun yıllardan beri bir karınca misali; büyük emek vererek, özveriyle Alevilik konusunda yoğun çalışmalar içinde olan bir araştırmacısın. Yoğun mücadele, inceleme, okuma, araştırma süreçleri yanı sıra senin benim gözümde en ayırt edici yönün, benim çok fazla önem verdiğim gibi, yaşayan boyutlarıyla da olayı ele alman, hem kitaplar, belgeler hem de alanda köyde, kentte, mahallede, evlerde bu araştırmalarını sürdürmen derinleştirmen, kökleştirmendir. Bu nedenle sana Alevi toplumu adına teşekkür ediyorum. Bir büyük eksik yanı tamamlıyorsun bu alanda…

Şu anda yeni oluşturduğum ve yayınlanacak kitabımda yer alması için sana aşağıdaki soruları soruyorum. Söyleşiyi, kaset deşifresini ve zorluklarını sen de benim gibi biliyorsun… Sorulara ayrıntılarıyla yanıt verirsen çok sevinirim. Yanıtlar ayrıntılı olursa daha iyi olur. Bu da tarihe bizlerin bir hediyesi olur.

Şimdiden teşekkürler. Bin muhabbetle…

 

ALİ AKSÜT

 

  • Sayın Ali Aksüt yaşamınızı ayrıntılarıyla anlatmanızı istesek neler söylersiniz? Bugüne kadar neler yapmaya çalıştınız, neler ürettiniz. 

 

1948 Yılında Malatya Hekimhan ilçesi Hasançelebi beldesinde doğdum. Okuma yazmayı söktükten sonra çatısız, kerpiç evimizin raflarında kitaplarla tanıştım ve yaşam boyu aşırı bir kitap tutkum oldu. Bolca okumaya elverişli bir ortamım vardı ya da okuma ortamını ben zorlayarak yarattım her halde, farkında değilim.

Askerlik çağına gelinceye kadar, şaka değil binlerle ifade edilecek kadar çok kitap okumak kısmet oldu bana.  Okudum, okudum, okudum ve zamanla yazmaya başladım. Gençlik yıllarından günümüze kadar çok sayıda dergide yazdım. İlk yazılarımı daha on altı on yedi yaşlarında iken Malatya’da Lütfi Kaleli ağabeyin gazetesi Sebat’ta yazmaya başladım. Yirmi yılı aşkın Anadolu’da halk kültürü ağırlıklı alan çalışmaları yaptım. Yurt içi ve yurt dışında değişik kuruluşlarda sempozyum ve söyleşi konuğu oldum.  Doksanlı yıllarda bazı yerel radyo ve Tv. lerde bir süre halk kültürü ağırlıklı programlar yaptım.

Zaman içerisinde Diyarbakır, Mardin, Malatya, Kocaeli, Antalya şehirlerinde memur olarak çalıştım. Evlilik yaşamımım hatırası bir oğlum var. Ömrümün büyük çoğunluğu öğrenmekle geçiyor. Yılın büyük bir bölümünü kütüphane salonlarında geçiriyorum. İçi dolu panelistleri,  bende bulunmayan bilgileri bulduğum yazar, çizer ve düşünürleri dinlemekten mutlu oluyorum. Önce araştırıp daha sonra gezip irdelemek tutkum oldu diyebilirim.

Yaşarken çok değişik dernek ve vakıfların üyesi oldum. Bir kısmının yönetici ve başkanlığını yaptım. Kurduğumuz 1990 lı yılların başından itibaren üç dönem Antalya Hacı Bektaş Veli Derneği başkanlığını yaptım. Bu dernekler silsilesi daha sonra Alevi kültür Dernekleri adıyla yaşamaktadır. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Antalya Şubesi oluşumu başkanlığım zamanında yönetim kurulu arkadaşlarımızca kararlaştırıldı. Antalya Cem evi temelini ben ve içimizden oluşturduğumuz vakıf yönetim kurulundan arkadaşım başkan Rıza Hasgül ile birlikte attık. İnşaatın ilerleyip yapının şekillenmesine çalıştık. Üç dönemden sonra da yönetim kurulu üyeliği, başkan yardımcılığı ve benzeri görevlerde bulundum. Bu yolda alan çalışmaları yaparak inancıma katkıda bulunmaktan mutlu oluyorum. 

Yazılı kaynaklarımızın kıtlığı, sözlü geleneğin sele kapılıp gidiyor olması nedeniyle yaşayan son bir iki kuşaktan derlemeler yaptım. Sözlü gelenek ile bağdaşan yazılı kaynakların birlikteliğinde kitaplar, makaleler, sempozyum bildirileri yazdım.  Yurtiçinde ve yurt dışında değişik ülkelerde panellere, söyleşilere katıldım, değişik konferansların konuğu oldum.

 

Üç halk oyunu, bir semah ve bir mengi’yi özel bir çabayla Unesco aracılığı ile ‘’Dünya Kültür Mirası’na’’ kazandırdım, arşivlerde bulunmasını sağladım. Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Hüseyin Gazi Dergahları başta olmak üzere çok sayıda dergah ve çoğunluğu inanca yönelik etkinliklerin sunumlarını yaptım. Sayısız dernek vakıf ve sosyal amaçlı kurumların çağrılısı olarak söyleşilere, panellere katıldım, katılmaktayım. Özellikle asimilasyona yüz tutmuş yerleşim yerleriyle ilgilenmem gerektiğini bildiğimden buralarda çok çalıştım. Öğreten her metin benim için kutsaldır. Okuyup yeni şeyler öğrenmediğim zaman o günü yaşamamışım gibi algılıyorum. Şiiri ve müziği düz metin yazılar kadar çok severim.

 

‘’Fethiye (Hasan Badrık)’’, ‘’Önce Türkmen Sonra Tahtacı’’,  ‘’Sarı Kız Fatma Ana’’, ‘’Gözümde Kaldı’’, ‘’Dünden Bugüne Yusufoğlan’’ ve  ‘’Sözden Yazıya’’ Elbistan-Nurhak-Ekinözü-Afşin’’ adlı çoğu alan çalışmasına dayalı kitapları yazdım.  Son olarak Antalya Kent Müzesi Hazırlık Araştırmaları kapsamında ‘’Antalya Yörüklerinin Mutfak, Aile, Evlilik ve Doğaya Bakış’’ adlı bir alan çalışması yaptım ancak yayınlanamadı. Geygeller adı verilen topluluk üyeleri ve Çelebibağı adlı bir köy monografisi üzerinde çalışmaktayım. Kızıldeli özel merak konularımdan birisidir. Anadolu ve Balkanlardaki Kızıldeli makam ve coğrafyasındaki hemen hemen tüm değerler ile tanıştım ancak el ile tutulur bir çalışma haline getiremedim. Çoğu zamanım değişik yerlerde alan çalışmasında geçmektedir. Boş zamanlarımda Antalya’da yaşamaktayım.

 

  • Birinci sorunun bir devamı ve diğer sorulara geçiş için şunu sormak istiyorum; siz aslında neyin peşinde koşuşuyorsunuz? Sizdeki bu sevda, bu aşk, bu merak, bu araştırma nerelerden geliyor? Nihai olarak gerçekten de siz Alevilik ve Balkanlar’daki Bektaşilik alanında, neyin izini sürüyorsunuz?

 

Öğrenmek bende önüne geçilmez bir tutku. İşin gerçeği evrenin sonsuzluğu içinde hiçbir şey bilinmiyor. Tüm tartıştıklarımız evrendeki bir nokta bile değil. Koca insanlık içinde noktanın farkında olmayanların sayısı çok kalabalık. Noktayı, noktanın içindeki gizemi, büyük bilinmezi arayanların içinde olmaya çalışıyorum.

Anadolu korkunç derecede derinliği olan bir coğrafya… Uzantısı Balkanlar da öyle. Birbirine benzeyen ya da inanç, kültür, folklor, yaşam ne derseniz deyin her yönü ile iç içe geçmiş değer bütünlüğü olan Anadolu ve Balkanlar’da biz varız. Her yerde kendimi arıyorum ben.

Okuduğum sayısız kıymetli kaynağın dışında neler bulabilirim, söz dünyasında iki satır da benden bir şeyler kalır mı diye koşup duruyorum.

Balkanlara beni çeken değerlerin birisi de Seyit Ali Sultan/Kızıldeli Dergahı ve etrafındaki kültürdür. Bağlı olduğumuz dedeler Seyit Ali Sultan/Kızıldeli evladı olduklarını söylüyorlar.

 

  • Siz Aleviliği nasıl tanımlarsınız. Neler söylersiniz bu konuda? Dinler ideolojiler gibi toplumlara yön veren en eski kurumlardır. Düşünen insan bir şekilde inanır. İnanmamaya inanmak da bir inançtır. Alevilik duyguya dayalı, rızalığı öne çıkaran, paylaşımcı insan merkezli, aşk/coşku ile sevmeyi öğütleyen çok eski evrensel değerleri içerisinde eritmiş bir ahlak öğretisidir.

Alevilik başlı başına bir ahlak öğretisi veren kurum. Aleviliği derince düşündüğümüz zaman karşımıza, her şeyin birliği yani tanrı, insan, evren birliği kavramı çıkıyor. Hiçbir inanç, hiçbir öğreti veya ideoloji köksüz, eski inançlardan bağımsız değildir. Tümünde çok eski inanç ve düşüncelerin izleri vardır. Bu izler zamanla değişmiş yeni semboller yeni pratikler ile eski derin izlerini sürdürmüşlerdir. Mitra inancından tek tanrılı dinlere onlardan da her inanç gibi Alevi-Bektaşi inancına geçen değerler vardır. Ortadoğu coğrafyasında Buda, Zerdüşti (Mecusi), Mani, Musevi ve yakın zamanda İslam düşüncesi tüm inançları etkilemiştir.

Tüm kitaplı dinlerde tanrı yaratıcı vasfı taşıdığından hemen Allah ile kul ayrımını getirmiştir. Yaradan Allah kaderi belirler yargılar, ödül veya ceza verir. İyilik de kötülük de Allah’tandır.  Bu inançlarda iyilik gibi şeytan olgusu vardır. Tüm kitaplı dinlerin temelinde korku ‘’Tanrı korkusu’’ vardır. Alevi’de sırat köprüsünden önce vicdan ilk sorgu merkezidir. Vicdan insana ait bir kavramdır. İnsanlaşma gerçek ruhsal yücelme ‘’miraç’’ ile mümkündür. Her insan kendi miracını kendisi yaratma gücüne sahiptir. Bunu sağlamış ‘’insan’’ her şeyin ölçüsüdür.

Alevilikte yaratıcı tanrının yerini tanrı ile bütünlük, onun bir parçası olma olgusu yatar. Alevi inancında hiçbir şey yaratılmamış, her şey Hak’tan gelmiştir. Hak; bilgi, erdem ve düşüncede açığa çıkan enerjidir. Hak evrenin ta kendisidir. Her şey Hakkın sülb’ünden (belkemiği) gelmiş öyle varlık bulmuştur. Alevi düşüncesinde Tanrı, Hak gerçektir. Bütün evreni Hakk’ın varlığı doldurur. İnsan, evren Hak’tan ayrı şeyler değildirler. Evrende var olan her şey bütünün, Hak kavramının içindedir. ‘’Beni bana sorma bende değilim. Bir ben vardır bende benden içeri.’’ Bunu özetler gibidir. Hak yani Tanrı özdür. Bu ilahi ışık,  yani tanrısal öz Hz. Ali’de açığa çıkmakta görünmektedir.  Hakkın yüzü olan Ali sembolleşmekte, düşünce o sembolden ad almaktadır.  Benzeri düşünce akımı Alevi öğretisinden önce de yok muydu, elbette vardı. Davut,  Musa, İsa da sevenleri tarafından aynı şekilde algılanmamış mı idi? Onları sevenlere göre de Hak Davut’ta, Musa’da, İsa’da zuhur etmemiş mi idi?  İnsanda tanrısal bir özün bulunması Hulul ile ilahi Hak ruhunun yani tanrısal ruhun insana geçişi, tenasüh buradan gelmiyor mu?

Hakk’a özün temizlenmesi, nefisten sıyrılma ile varılır. Nefsinden sıyrılan yani kendi özünü bulan Hakk’a, aslında kendi varlığına ulaşır. Bu ulaşılması gereken yere ancak mürşidi kamil, olgun insan sıfatı ile ulaşılır. Daha doğumuzdaki Ehli Hak düşüncesi de bunu karşılar.

Aleviliğin derinliğinde ölüm bir gerçektir. Ölümden sonra bir yaşam yoktur, ruhun göçü tenasüh vardır.  Yaşar iken içini, bilgi ve bilginin getirdiği erdem ile dolduranlar dünyada cenneti bulmuşlar demektir. Cahillik cehennemdir. Onun için kaba inancı reddeder işin ‘’öz’’ünü ararlar. Kaba sofu diye adlandırdıkları inancın dış yüzünde kalan şeriatı ve şeriatçıları reddederler. Şeriat kapısında kalmış, genellikle egemen iktidar güçlerinde inancı şekillendirilen geniş şeriatçı düşüncelerce sürekli baskı altında tutulduklarından, inançlarını gizleme ‘’takiye’’ onlar için kaçınılmaz olmuştur. Aklı nefsini yenmiş, paylaşmayı öğrenmiş, sadece rıza lokması yemiş insan ancak kamillik yani olgunluk sıfatı kazanabilir.  Ali bu inancın sembolü, Hüseyin de inanç içinde kalıp direnmenin sembolüdür.

 Cem gerçekte yığınların bir araya gelmesi değil gönül ile Hakk’ın bir araya gelmesi ile olur. Gönül- Hak birliği ile cem olunur. Fatma algısında da eski inançların izleri vardır. Fatma Ana’nın Eli sembolü tamamen eski değerlerden gelmektedir. Cemlerde Hak düşüncesinin tecelli ettiği Ali’yi anmak o yolla Hakka ulaşmayı sağlar. Hak Ali’de Ali Hak’tadır. Bu düşünce Vahdet-i Vücud diye adlandırılmıştır. İslam’ın ilk yıllarında iktidar hırsı ile Kuran’ın değiştirildiğine, tahrif edildiğine inanır, onun için Ali evlatlarından İmam Cafer-i Sadık gibi seyyidlerin Buyruklarındaki ahlak öğütleri ile yollarına devam ederler.

Aleviler Tarih boyunca devlet dini haline gelmiş şeriatçı akımların boy hedefi olmuşlardır. Tarih başka inançlar içinde de Alevi benzerlerine yapılan iftiralar ile doludur.  İseviliğin, Museviliğin de belli kesimleri Alevilerin uğradığı iftiralara uğramış acı çekmişlerdir. Bu nedenle Rafızi adlandırası Alevilerden önceki inançlardan kalmadır. Şii’lik ile ortak kalmış tek yan Ali ve Ehl-i Beyt sevgisidir.

Son zamanlarda dillendirilen Ali’siz Alevilik, Alevilerin asimilasyonu için pusuda yatanların projesidir.  Emperyal planın süslü ve korunan, sözüm ona aydın görünümlü uşaklarının eli ile yürüttüğü projedir. Ali sembolünün ortadan kaldırılması ile boşluğa düşecek ruhsuz bir yapı ortaya çıkarılmak istenmektedir. İnançlar, ideolojiler için semboller büyük manevi anlamlar taşırlar. Ruh sembol etrafında gelişir. Sembolsüz gövde ruhsuz kalır ve ölür. Amaç Ali sembolü etrafındaki bu dinamik, aydın,  paylaşımcı ruhu öldürmektir. Ağırlıklı olarak batılı misyonlerler, bazı milliyetçi akımların temsilcileri ile Aleviler içerisinden çıkmış işbirlikçilerin kurgusudur.

 

  • Büyük emek verdiğiniz, yoğun araştırmalar yaptığınız, kitap yazdığınız Tahtacılar konusunda çok önemli bir isimsiniz. Tahtacılar kimlerdir, onları diğer Türk ve Alevi topluluklarından ayıran en önemli özellikleri nelerdir? Tahtacı kelimesinden çıkarak, inanç, kültür, dil ve gelenek konusunda Tahtacıları bize anlatır mısınız? Tahtacılar Çıblak değerlendir.

 

Anadolu Aleviliği içerisinde yer alan bir küme insan Tahtacı diye adlandırılmaktadır. Tahtacı adı verilen bu gurup Gaziantep İslahiye ilçesi ile Çanakkale merkez köyleri arasına dağılmışlardır.

 Büyük çoğunluğu Anadolu’ya kuzeyden gelen (Deşt-i Kıpçak) topluluklardan olsalar da Tahtacılar, tek bir etnik boyun mensubu değildirler.

Tahtacıların isimlerinin eskiden “Tatevci” olduğu, onların bir kısmının yazları Binboğa Kaman Dağı ve Deresi Çevresinde yayladıklarına dair bazı kaynaklarda bilgiler vardır.

Tahtacı adının Tatevci ya da Ahtacı sözcüğünden geldiği yorumu unutulmamalıdır. Tahtacılar içerisinde; Moğol bağlantılı Kazan (Gazan), Çoban, Emir, Evci,  Hacci adları hem topluluk hem şahıs ismi olarak yaşatılmaktadır.

Tatacıların ocak piri Durhasan Dede’dir. Durhasandede evlatları Yanyatırlılar soylarının Çobanlı’dan olduğunu, ataları Durhasan Dede’nin kardeşinin birinin adının da Kazan Dede olduğunu söylemektedirler.  Moğollardan olan Azerbeycan’da bir devlet kuran İlhanlılar sülalesinde Gazan ve Çoban iki hanın adıdır.  Hacci şahıs ismi olup Emir deyimini bir askeri unvan olarak kullanmışlardır. Hacı tabiri geçmişte Batıniler için de kullanılmıştır.  İlhanlılar koyun sürülerine nezaretle mükellef üç nezaretçiye ‘’Ahtacı’’ demektedirler. Hükümdar çadırlarının kurucularına Evçi adı verilmektedir.  Bu bilgiler kişisel birer yorum değil birinci el kaynaklardan alınan sabit bilgilerdir.

 

Orman işçiliği yapan bu Alevi guruplar ayrıca; Ağaççı, Ağaççılar, Ağaççıyan, Baltacı, Baltalı, Baltalu, Bıçkıcı, Biçen, Biçer, Dalkıran, Dalkıranlı, Evci, Evciler, Gabukcu, Marangozlar, Nacarlar, Oduncu, Oduncular, Tahtacı, Tahtacılar, Tahtacıyan, Tatevci gibi adlarla da anılmışlardır.

 

Ekmeğini orman işçiliğinden kazanan Tahtacı guruplarına kendileri dışından, biraz da hafifseme yolu ile ‘’Gamgacı’’, ‘’Yongacı’’, ‘’Gabukcu’’ gibi adlar da verilmiştir.

 

Anadolu Aleviliği 13. yüzyıl da yaşamış Hacı Bektaş Veliyi, Ser Çeşme kabul etmiştir. Hacı Bektaş Veli Dergahı gibi Aleviler üzerinde etkili olan ikinci adres, Hazar Denizi güneybatısında yer alan Erdebil Ocağı’dır. Tahtacılar; ‘’Biz Erdebil süreğindeniz’’ demektedirler. Bu söylem beni Tahtacıların birçoğu Erdebil dergahının piri Şeyh Safi Kırım’a irşada gittiği zaman mı Erdebil’e talip oldular. Ya da Erdebil süreğinden Sarı Saltık’ın yine Kırım Dobruca yöresindeki irşad döneminde mi bu tanışıklık başladı diye düşündürüyor.

İkrar verip musahip edinmiş, yola girip meydan görmüş Tahtacılar “Ser Çeşmenin başı ‘’Hacı Bektaş Veli’’, kurbanımız niyazımız var. Buyruğumuz ‘’İmam Cafer Buyruğu’’, Süreğimiz ‘’Şeyh Safi süreği’’ diyerek inanç kimliklerini özetlerler.

Tahtacılar diye adlandırılan orman ve ağaç işçiliğinden ad alan bu insanlar ağırlıklı olarak iki Alevi dede ocağı etrafında kümelenmişlerdir.

Durhasan Dede ve evlatları Yanyatırlılar;

Tahtacılar iki ocağın talibidirler. Yoğun Tahtacı kitlesi Yanyatır Dede Ocağı talibidir. Yanyatır Dede Ocağı merkezi İzmir Narlıdere ilçesi Yukarı Mahallededir.

Cemde ve türbe ziyaretlerinde sağ omuz üstü sürünerek ziyaret gerçekleştirdiklerinden Yanyatırlı adını aldıkları söylenmektedir.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Alevi topluluklar içerisine giren Baha Sait; Tahtacıların ilk mürşitleri Hacı Bektaş’dır. Osmanlı’nın Balım Sultan aracılığı ile resmi orduyu şekillendirmesi sonucunda ‘’Karakovan Ocağından’’ ayrılmalar meydana gelmiştir. Tahtacılar İmam Musa koluna bağlanmışlardır, diyor. Ancak bu tespiti ben yerine oturmuş bir tespit olarak görmüyorum. Hacı Bektaş Veli’nin kendisi Musa-i Kazım süreğindendir.

Yanyatır adı verilen bu ocak mensubu dedelerin atası küçük yaşta Bağdat’tan geldiği, Meşhed’e gidip İmam Rıza’dan el aldığı söylenen, Adana ili Ceyhan ilçesi eski adı Evci olan Durhasandede köyünde türbesi bulunan Durhasan Dede’dir.

Evci köylülerine Alaabalı da denirmiş. Evci köyünün adı sonradan Durhasandede olmuş.  Anavarza kalesi yakınlarındaki köyde türbesi bulunan Durhasan Dede, Bağdatlı Aşık Hasan Dede diye de anılmaktadır. Durhasan Dedenin türbesinin giriş kapısında ‘’kazayağı’’ adı verilen bir işaret bulunmaktadır. Durhasan Dede evlatlarının ocak adı Yanyatırdır.Ocak merkezi İzmir Narlıderededir. Yanyatırlı dedeler Çobanlı aşiretinden olduklarını hem yazıp hem söylemektedirler. Yanyatırlı Dedelerin Nacarlı topluluğundan olduğu da rivayetler içerisindedir.

Çobanlı Türkmenleri Erran yani Dağlık Karabağ’da yaşamış, varlıklı bir Türkmen boyudur. Çobanlı adı, Çepni topluluğuna aittir. Peçeneklerin bir kolu da Çobanlı adını taşır.

Durhasan Dede türbesinin kapısında yazılı olan: “Geldi iklim Horasan’dan Cu erba’yı mezit verdi. Ferhas ovasını eyledi ihya” sözleri onun kimliğinin doyurucu olmasa da ipuçlarını gösterir niteliktedir.

Yanyatırlı dedelerden Rahmetli Rıza Yetişen bana; ‘’Durhasan Dede’nin 7 yaşlarında iken Adana’ya icazetli geldiğini, Adana müzesinde Şeri Mahkeme sicilinin 21-22 numaralı defterlerinde Durhasan Dede ile ilgili iki hüccet var olduğunu’’ söyledi.

Yine sözlü geleneğe göre; Durhasan Dede, Horasan Meşhed’de türbesi bulunan 8. İmam Rıza ile eşi Nevbahar’ın kız çocuklarından olan Ekber Şahın oğludur. Bunları; Durhasan Dede’nin evladından olduklarını söyleyen ve yine sözlü kaynakların birçoğunun derleyicisi Rıza Yetişen’in yazdıklarından biliyoruz.

 

Tur Hasan ve Turhasanlı topluluğunun, Malatya Trabzon arasında beylik kuran Danişmentli Türkmenlerinden olup Ağcakoyunlu taifesine bağlı olduğunu iddia edenler de vardır.

 ‘’Koca saçlı dede’’ deyimine birkaç Tahtacı yerleşim yerinde rastladım. Danişmentliler de geçmişte, Meşhed ile bağı olan bir topluluktur. Danişmentli dedeleri de uzun saçlıdır. Bilinen Tur Hasan da Danişmend’lidir.

Turhasanlı topluluğu bir eski kaynakta ’’Yörükan’’ taifesinden bir cemaat olup Halep, Karahisar-ı Sahib Sancağı Danişmentli Kazası, Yeni-il (Sivas-Malatya arası) Kayseri, Kırşehri, Aksaray’da ‘’Türkman Taifesinden‘’ diye kayıtlıdır.

Bir başka anlatıdan derlenenlere göre ise Hacı Bektaş Veli Dergahında yaptığı düzenlemelerle bilinen Balım Sultan’ın postnişinliği sırasında, Hasan Dede çevresindeki bazı insanlarla birlikte Akpınar’a Dergah’a gelir. Balım Sultan Hasan Dede’ye; “Ceyhan Kazası senin nasibindir, git nasibin oradadır” der. Ceyhan’da Gündeşli, İlbeğli, Beğdili ve Kuyumcu aşiretleri kendisine tabi olup Adana tarafına yerleşirler. Tahtacılarda da diğer Alevilerde olduğu gibi el almak şekliyle de olsa, “Dikme Dedelik’in” de oluştuğuna dair örnekler vardır.

Tahtacılar ile diğer Alevi guruplar arasında dillendirilen, ‘’yol bir sürek bin bir’’deyimini doğrulayan inanç pratiği farklılıkları vardır. Özde hiçbir ayrılık yoktur. Çünkü: Alevi Dede ocaklarına bağlı olan birçok oba, Tahtacı unvanı içinde silinmiş kardeş topluluklardır.

Tahtacılarla ilgili yazılanlara göre Yanyatırlı dedeler, İmam Cafer Buyruğu rehberliğinde cemlerini yapmaktadırlar. Tahtacı cemleri 12 erkanlıdır. Cemlerinde, yıl boyunca ocak zâdelerin evinde bir kılıf içerisinde saklanan ‘alaca değnek’ bulunur. Alaca değneğe Asa, Çevgan, Çomak, Erkan değneği, Emanet, Erkan-ı evliya, İmam çöpü, Melheme, Tarikat çubuğu, Tarik, Pençe, Çomak gibi adlar da verilir. Tahtacılar Cılbağa gidince Sarıkız mihrabının önüne çıkıp, sağ yanına yatarak alaca değneği yedi defa niyaz ederler. Kendilerini Hacı Bektaş Veli’nin has evladı sayarlar.

 

Yanyatır Dedeleri, diğer ocaklardan farklı hayırlı söylemezler. Örneğin; musahip olacakların en yaşlısını mürebbinin yanında dede, diz çöktürüp sağ elinden tutup şu öğütleri verir;

“… Halinizle haldaş olun, yolunuzla yoldaş olun. Çiğ lokma yemeyin. Malı mala, canı cana katın. Eline, beline, diline sadık olun. Rıza babında bulunun. Hoş geçinin. Nefsinize uymayın, yolunuza uyun. Haktan korkun, mürşidi Hak bilin. Küfrü iman sayın. Cemiyete ölü girin.”  der.

İkrar verip musahip edinen, musahiplikle yetinmeyip sosyal akrabalığı inanç yolu ile güçlendirip zenginleştirmek adına, aşinalık, peşinelik, çiğildeşlik kurumlarını da günümüze kadar yaşatmışlardır.

Bu kurumlar daha özden, ilkeli, samimi bir inanç arayışının göstergesidir. Erdebilli Şeyh Safi Buyruğunda Hz. Resul’un Saffa-i Sofa’ya varıp Kırklar ile sohbet ettiğini, Kırklar’ın kendilerini “Çihlten” diye tanıttıklarını yazıyor. Musahiplik, aşinalık, peşinelik aşamalarından sonra gelen çiğildeşlik ile olgunlar meclisi Kırklara benzeyip, yakın olmayı mı amaçlıyor? Kaba sofuluktan ayrılıp bunları da sorgulamalıyız.

On iki erkânı vecd ile uygulayan Tahtacı, Buyruktaki Kırk Makamı bilmeyi öğütler.

“….. Bir kavilde şeriat kulluk etmek, tarikat bilmek, marifet ermektir. Her kavilde şeriat çerağ, tarikat fitil, marifet yağ, hakikat şuledir. Ya da şeriat Muhammed, tarikat Ali, marifet Hasan, hakikat Hüseyin’dir. Şeriat rüzgar, tarikat ateş, marifet su, hakikat topraktır. Şeriat doğu, tarikat batı, marifet kuzey, hakikat güneydir. Ve nihayet şeriat musahiplik, tarikat aşina, marifet peşine, hakikat çiğildaşlıktır.’’

 

Yanyatırlı dedelere ‘’sercem’’ adı verilir. Erdebil dergahına ve İmam Cafer Buyruğuna bağlı olduklarını söylerler. Pençe-i Ali Aba yani; el ile talibin sırtını sıvazlarlar. Ancak alaca değnek-asa cemde mutlaka bulunur. Cem erenleri, post üzerine konan asa ya da alaca değneğe niyaz ederler.

 Dedelere 12 hizmetin yürütülmesi için rehber adlı yerel yardımcı ve 12 hizmet erbabı kişiler yardımcı olurlar. Cem sırasında götürülüp aklanmaya “meydan görme” ya da “meydana geçmek” de denir. Alevi olup bir rehberin eteğini tutan, mürşide ikrar veren, yirmi yaşını doldurmuş, dünya evine girmiş, musahip tutunmuş olan talip olur.

Musahipsiz ve düşkün olanlar meydana geçemezler. İkrarsız, musahipsiz olana “ağzı kara” derler. Menakıba göre, 12 erkânlı cem yaparlar. Yetişen’e göre; 12 tane yazılmış Buyruk vardır.

Cem içindeki 12 hizmet görevlileri şunlardır: ‘’Mürebbi, Gözcü, Delilci, SazandarŞemsi, Pervane, Sofracı, Oduncu, Kuyucu, Sucu ve Süpürgeci’’ dir. Bunlar şefaat kazanmak için severek, gönülden hizmet ederler.

Tahtacı cemlerinde yapılan, diğer birçok Alevi gruplarının uygulamadığı on iki hizmetin tamamlanmasından sonra İmam Cafer Menakıbına göre uygulanan 12 yarı dini erkân vardır.  Erkanlar on iki hizmet dışında talibin sözlü, görsel eğitimini amaçlar. Yaşlı Tahtacılar cem anında doğaçlama erkân yaratıldığını söylediler. 3 Mesel, Seki, Tekne, Değirmenci, Namaz, Pehlivan, Berber, Poşi, Kıcırdak ve Lale erkânlarıdır. Değişik adlandırılan erkanlar da vardır. Cem ehli olmayana anlatılmayan bu erkânların hayırlılarının ardından “İçeriden alınıp dışarıda satılmaya veya nur ola, sır ola” denir.

Kazdağı yöresi Tahtacıları arasında tespitler yapan A.Yılmaz:

“……Bütün Aleviler gibi Tahtacılar da İmam Cafer mezhebinden, Şeyh Safevi’nin buyruğundan, On İki İmam katarından ve Erdebil süreğindendirler… Erdebili bilmezler… Alevilik şartları içinde yedi farz, üç sünnet, dört kapı, On İki İmam ve On Dört Masum-u pak, On Yedi Kemerbest ve Kırk Makam vardır. Bunları, her Alevinin bilmesi gerekir.

Yedi Farz: Musahip, mürebbi, rehber, mürşit, aşina, peşine, çiğildaş ya da 2 musahip ve eşleri mürebbi, rehber, mürşit.

Üç Sünnet: Allah, Muhammed, Ali bir idi, Ervahı ezelde nur idi.

Dört Kapı: Şeriat, tarikat, marifet, hakikattir.

On İki Erkân: Sema, seki, yülüme, bahçıvan, koyun çobanlığı, tokmak, güreş, değirmenci, çamaşır, kedi, lüle, lale erkanlarıdır.

İbrahim-i Sani-İbrahim Baba ve evlatları Hacı Emirliler;

Tahtacıların sayıca daha az olan kesimi Aydınlı ya da Hacı Emirli adıyla anılır. Tahtacılar içerisinde Aydınlı, Şahablı, Kabakçı diye adlandırılan gruplardan bazıları İbrahim Baba veya İbrahin-i Sani’nin evlatları olan Hacı Emirli Dede ocağı talibidirler ve ocak adıyla ‘’Hacı Emirli’’ diye anılırlar. İbrahim-i Sani Musa-i Kazım süreğinden sayılmaktadır.

Tahtacı kümelerinin bir kesitinin ocağına ad veren Hacı Emir Bey’dir. Haci Emir Bey, Bayram Beyoğlu olup Çepni boyundandır. Günümüzde Ordu ili ile Tokat vilayetleri arasındaki bölgeyi kapsar. Çepnilerin yurdu Hacı Emiroğulları Beyliği’nin bulunduğu Ordu çevresi Niyabet-i Ordu, bir ismi Alevi’dir. 1520 yılında, bir adı Ordu olan Kaza-i Canik-i Bayramı sonraları Osmanlılar devralmıştır.

 

Bu bölgede, Tahtacılar içerisinde yaşayan Evci adının yanında Gökçeli adına da rastlanır. Ayrıca Tahtacıların en büyük gurubu olan Çaylaklar, Tarsus, Ulaş ve Kusun Nahiyelerinde Yörükan-ı Çaylak adı ile kayıtlıdırlar. Kazdağı yöresindeki Çiçili diye anılan Tahtacı Türkmenler yine Tarsus Kusun taifesi içinde 1453 yılında Şamuk, Girin Kuzı, Kesik Kavak, Çörüş Deresi mezralarında yaşamaktadırlar. Bunlar 1519, 1523, 1526, yılları tahrirlerinde de aynı bölgededir.

Çaylaklar da Tarsus Sancağında Göçer evli teşekküllerden Yörük olup, Ulaş boyu mensubudurlar. Çaylaklar, bazen Tarsus Ulaş bazen de Tarsus Kusun nahiyelerinde yaşamışlardır. İlk tahrirlerde Tarsus’ta oturan Çaylaklar, 1523 yılında Tarsus Kusun nahiyesine göç etmişlerdir. Çaylaklar, Gökçelü Çaylakları adı ile de anılmakta 1536 lı yıllarda Bulgar Dağı’nda hayvancılık yapmaktadırlar.

Görüldüğü gibi sonradan Yanyatırlı lakabını alan ya da Hacı Emirli diye anılan Tahtacı dedelerinin, Çepni boyundan olmaları olasılığı bir hayli yüksektir. Tarihin tahrif yolu ile gizlenmesi, aynı kitlenin küçük kümelere bölünüp asimilasyonuna hizmet içindir. Bile bile yok edilmiş belgeler dışında, bilerek tahrif edilmiş tarihi bilgiler ile de aldatılmakta olduğumuzu unutmayalım.

Alevilerde inanç önderi dedelerdir. Oysa İbrahim’i İbrahim-i Sani “Baba” lakabıyla anılmaktadır. Babai başkaldırısının merkezine yakın bir yerde dergah kurmasından dolayı bu anılsa gerek şekilde düşünebiliriz. Baba olarak adlandırılmasını Babailer ile mi ilişkilendirmek gerekir, diye düşünüyorum. Yeterli güvenilir belgeler elde edilmeden söz etmeyi ise doğru bulmuyorum. Önünüzde Hacı Bektaş Veli’nin gerçekte nereli olduğu bir soru olarak durur iken Kabaklarlı İbrahim Sani’nin kim olduğunu söylememiz çok zor. Belki de iki ayrı algı ile sunulan İbrahim-i Sani’ler aynı kişi.

Aydınlı, Şehepli, Kabakçı adlı toplulukların bağlı olduğu Hacı Emirli dedelerin mürşididir. Halk arasında “Bölükbaşı” diye de anılmaktadır. Tarihlendirilemeyen bir zamanda, İslahiye Kabaklar köyünde yaşamıştır. Söylencelerde İbrahim-i Sani, Maraş’ta Alaaddin Paşa’nın (?) Bölükbaşısıdır. Uyuşmazlık sonucu İslahiye Güzelce Dağı’na gelir, geyik yaymaya başlar. Buna benzer çeşitli kerametleri anlatılır. Bana kalırsa burada adı geçen Alaaddin Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat’dır. İbrahim-i Sani kimliği önce bu sancılı dönemde aranmalıdır. Sözlü gelenek ile eski kaynaklar buluşturulamaz ise bu toplumun tarihi olmayacaktır.

İbrahim Baba’nın Aydın’a bağlı Kızılcapınar’daki (Reşadiye) evlatları, Hacı Emirli Ocağının dedeleridir. Sani ikinci anlamına gelir. Musa-i Kazım süreğindendir. Hacı Emirlilerin atası İbrahim-i Sani’nin, Şah Ali Abbas ocağına bağlı olduğuna dair kayıtlar vardır.

İslahiye Kabaklar Köyü’nde Şıhlar Mahallesi’nden dağılan dede soylu ailelere günümüzde “Gürocaklar” deniyor. İbrahim-i Sani’nin Zülkadirliler ile yapılan bir savaşta şehit olduğu, Hacı Emir adlı torunundan “Hacı Emirli Ocağı” adının doğduğu kanaatindeyim. Ancak Hacı Emirliler’in, Trabzon Çepni bağını unutmamak gerekir. Kabaklar mezarlığına “Hacı Bektaş” deniliyor.

Dedelerinin dillerinde yaşayan bir hayırlı, onların güzergahlarının ip uçlarını verir.  Dedeleri cemde döşeğin hayırlısını okurken “… Seksen bin Rum eri, doksan bin Horasan piri, elli altı bin Şam evliyası, yetmiş yedi bin gaip erenler, otuz altı bin Bağdat halifesi, yüz yirmi dört bin peygamberlerin yüzü suyu hürmeti üzerine nefeslerimiz kadim ola. Döşeğimiz Şah-ı Merdan döşeği ola” derken, geçmişte yürüdükleri güzergahı da çizmiş olurlar.

Yanyatır ocağı talibi Tahtacılar Hacı Emirli ocağı talibi aydınlılar için ‘’Onlar altı erkanlı’’ diyorlar. Hacı Emirli dedeler Şeyh Safi Buyruğu doğrultusunda cemlerini yaptırmışlardır.

Bu güne kadar yazılmış kaynaklar ve taradığım tüm Tahtacı yerleşim yerlerindeki bilgiler bunlar. Gaziantep’ten Çanakkale’ye kadar görüştüğüm Tahtacı ileri gelenleri ve ulaşabildiğim çok sayıdaki kaynak beni daha farklı şeyler söylemeye itiyor.

 

Tahtacı diye anılan Alevi küme içindeki obaların birçoğunun etnik kökeni araştırıldığı zaman karşımıza Hazar ve Aral’ın kuzeyinden başlayarak Deşt-i Kıpçak, Kırım Yarımadası, Moldavya çevresi çıkmaktadır. Halk deyimi ile Horasan’dan dağılan Oğuzların bir kesimi güneyden Anadolu’ya girmiş ve Türkmen olarak adlandırılmışlardır. Aynı toplulukların kuzeye az önce saydığımız Rus bozkırlarındaki bölgelere gidenler ise; Kıpçak, Kuman, Peçenek, Bulgar, Macar, Gagavuz gibi topluluk adları ile karşımıza çıkmaktadırlar. Öncesi aynı olan bu kuzeyli topluluklara Alevi önderi olarak ilk giden Safevilerin atası Şeyh Safidir.

Ondan sonra bu bölgeyi irşada giden ise Tahtacılar ile birebir bağı olan Sarı Saltık’tır. Sarı Saltık ve Safevilerin yaşadığı bölgenin hakimi Moğol soylu İlhanlılardır. İlhanlılar Şeyh Safi’den Hacı Bektaş’a ve daha birçok Alevi yol önderine destek vermişlerdir. Tahtacıların iki dede ocağından talibi çok olan Yanyatır ocağıdır. Yanyatır ocağından dedelerin atası Durhasan Dede’dir. Durhasan Dede Osmanlı tahrir kayıtlarında Maraş Sancağı Güvercinlik Nahiyesinde ‘’Tabi-i Varna’’ diye tanımlanmaktadır. Varna günümüzde Bulgaristan coğrafyasındadır. Bu bölge Çobanlı sülalesinin adının geçtiği Peçeneklerin ve de daha sonra bölgeye gelen Gagauzların yurdudur. Sarı Saltık’ın irşad alanındadır. Sarı Saltuk etrafından bir kolun önce Edirne çevresine sonra Tahtacıların yoğun yaşadığı Karasi bölgesine Kazdağı çevresine geldiği bilinmektedir.

Aleviler hiçbir dönem devletin iktidarın egemenin etrafındaki kitle olmadıkları için tarihleri ya yok edilmiş ya da tahrif edilmiştir. Kendi tarihini yazamamış her toplum kaybolmuştur. Araştırmacıların kendi tarihimiz konusunda duyarlı olmaları, resmi tarihin ‘’hiç sayan’’ tavrına teslim olmamaları gerekir. Az bilgi ile yapılan yorumlar Alevi tarihi diye sunulan bilgiler Alevi gurupları daha da çıkmaza sokmaktadır. Bu bakımdan tüm Alevilerin ve onların tüm iç guruplarının tarihleri kendilerince yazılmaya muhtaçtır.

Tahtacılar içerisinde sayıca az bir küme Evciler adını taşımaktadır. Evciler Adana, Maraş, Antep çevresinden dağılmışlardır. Evcilerin bir kesimi Gaziantep’te bulunan Gözükızıl ocağına bağlıdırlar. Evciler’in bağlı olduğu dede ocağı Malatya Hekimhan ilçesi Ballıkaya (Merzirme) köyünde bulunan Şah İbrahim ocağıdır. Şah İbrahim’in bir adı da Çoban İbrahim’dir. Köyde Erdebil Dergahı pirinin adını taşıyan Şeyf Safi ve Karadirek adı verilen iki ziyaret yeri de bulunmaktadır.

İzmir Narlıdere’de deniz kıyısında oturan Alevi kümeler Bayatlar adı ile biliniyorlar. Narlıdereli Bayatlar türbesi Tarsus Bulgar Dağında bulunan Bulgar Bozoğlan’ın piri olduğu Arzuman ocağına bağlıdır. Arzumanoğlullarının ellerindeki belgede Çepni boyundan oldukları anlaşılmaktadır.

 

  • Tahtacı nüfusu, köyleri, Tahtacıların şehirleşmesi ve sosyal değişim hakkında neler söylersiniz? Tahtacılar son yüz yılda nasıl bir değişim gösterdiler?

İki yüz kadar küçüklü büyüklü Tahtacı yerleşim yerini gezdim. Boşalan ve kentlerde çoğu dağınık olarak oluşan nüfus ile ilgili sağlıklı bilgi verebilme şansım yoktur.  Bazı yerleşim yerlerinde ata mesleğini sürdüren az sayıdaki Tahtacı yaşamaktadır. Bunlar da teknolojik gelişim ile birlikte yitip gidecekler, haklarında yazılmış anılar kalacaktır. Geç dönem yerleşik düzene geçtiklerinden sağlıklı bir eğitim alamayan gençlerin çoğu vasıfsız işleri yapmak zorunda kalmakta ağırlıklı olarak turizm ve tarım sektöründe ekmek aramaktadırlar.

  • Anadolu’da ocaklar, dedeler, ozanlar hakkında da derlemeleriniz oldu. Alevilerdeki dini yapı, yani inanç boyutu nasıl bir kültürel yapıya evriliyor. Bir ocak, bir dede inanç yapısıyken; cemlerin yapıldığı, kurbanların kesildiği, dileklerin dilendiği, hastaların şifa aradığı bir kültür gözesine nasıl dönüşüyor? Bunu biraz halkbilimsel olarak anlatır mısın?

Tek tanrılı dinlerden önceki inançlardan hayli izler taşıyan, son olarak Hz. Ali’nin ismi ile kimliklenen Alevilik ne anlaşıldı, ne de anlatılabildi. Egemenlerce anlaşılıp anlatılması da önlendi. Bilinçli olarak tarih içindeki varlıkları gizlendi. Derin bir felsefenin inanç yapısı içinde geniş halk yığınlarına mal edilmesi yani bir olgun insandan yola çıkarak bir olgunlar meclisi oluşturulması becerilemedi. Dergahlar kuruldukları geliştikleri dönemlerdeki bilgi ve azmi yitirdiler. Buna bağlı olarak inanç önderleri onlara bağlı olarak da talip gurupları asıl amaçlarını, inançlarının ana gayesini unuttular. Maalesef cemlerimiz birer aydınlanma meclisi, olgunlaşma meclisi olmaktan çıkmaya başladı. Belli kalıplar almış pratiklerin yaşatıldığı ‘’nefsin terbiyesi’’, ‘’rıza lokması’’, ‘’benliğin yok edilmesi’’ gerçek kardeşlik gibi kavramlar şekle dönüştü. Engin bir felsefenin geleceği için kurulan örgütlerin liderleri liderlik vasıflarından uzak oldukları için sağlıklı bir örgütlenme olamadı. Zaten bir inancın sosyal dernekler aracılığı ile yapılandırılması mümkün değildi. Bu faşizan bir dayatmanın görmezlikten gelinmesi ya da görünmemesi idi. Böyle olunca gerçek yol önderi, gerçek cem, gerçek talip yani gerçek öğreti inanç yaşayamıyor. Yaşayan zayıflamış kaba bir şekildir. Bu da cem evlerini kentlerde cenaze evlerine köylerde ise inanç ile karışık bir yaşam alanına çevirmektedir. Alevi-Bektaşilik söz konusu olduğu zaman dışarıdan hayli fikir sunarmış gibi görünen aslında birer birer değerlerimiz törpüleyen sözüm ona aydınlar çıkmaktadır. Ancak bunların hiçbirinin kendi havra, kilise, cami veya mescitlerinde yaşanan inançlarının evveliyatını koyarak eleştiri yaptıklarını ne duyduk ne de okuduk. Bunun için Ali’li ve Ali’siz Alevilikler ortaya çıkarıldı. Alevilik en doğru halk tarafından algılanmakta fakat onlar eliyle ifadesi yapılamamaktadır. Alevilik için ortalığı karıştıranların hemen hemen tümü bu inancı ya bilmeyen ya da yaşamayanlardır.

 

  • Yusufoğlan kitabını bu sene okudum. Çok büyük bir emek verilerek hazırlanmış, çok önemli bir çalışma bu. Bu sadece bir köy monografisi değil, bundan öte bir çalışma. Bu çalışmayla Alevilerin tarihi köklerini, inançlarına, coğrafyalarına, dağ – dere isimlerine kadar geniş bir araştırma havzası içinde olayı ele alıyorsun. Bu tip çalışmayı yaparken yaşadığın güçlükleri bizimle paylaşır mısın? Bu tip çalışmalar fazla yok. Bence Alevilikle ilgili yazan yazarlar, dedeler, ozanlar vs. seninki gibi çalışmalar yapsalar Aleviliğe daha büyük hizmet etmiş olurlar. Bu tip çalışmalar aslında görünenin aksine çok zor olduğu için yazarlar bu işlere girmiyorlar herhalde. Yusufoğlan çalışman ve yeni yaptığın Elbistan bölgesiyle ilgili kitapta olduğu gibi alan araştırmasıyla bilgi, belge, toplayıp hem kitabi hem de sözlü kültür öğelerinin biriktirilmesinin zorluklarını anlatır mısın?

Ben anlattığını mantıkta üç kitap yazdım. Tek bir kitap için bile olsa sponsor olup destek veren olmadı. Alanda çalışır iken köylü konukseverliği dışında değişik konularda çok perişan oldum. Köylerde çalışmak gerçekte çok pahalıya mal olan, uzun ve sabırlı çalışmayı gerektiren çalışmalardır. Kaynak kişi bulmaktan çok doyurucu sağlıklı bilgi alınacak kaynak kişilere ulaşmak çok pahalıya mal olmaktadır. Bu çalışmalardan dolayı bir Alevi kurumu lideri çıkıp da, ne bilgimi aldı ne de kitlesi ile buluşturdu. Alan çalışması yapılarak yazılan kitaplar diğer kitaplardan üç dört kat daha pahalıya mal olmaktadır. Sözlü gelenekte bir hazine yatıyor ancak benim o hazineye ulaşacak maddi olanağım kalmadı artık. Bazı okuyucular ‘’hadi bir kitabını alalım, katkımız olsun’’ der gibi kitabımı alırlarken üzülüyorum. Yapmaya çalıştığım katkının, vermeye çalıştığım değerin yerine sanki yardım ediliyormuş gibi davranılması gerçekten üzücü olmaktadır. Alan değil veren taraf olmanın görülmemesi ayrı bir acı. Ulaşım, kayak kişi, konaklama, rehber ve referans azlığı, bilgi vermekten korkan kitle, bedava kitap bekleyenler, alan çalışmasını, kitle bağını bilmeden alana çıkmış araştırmacıyım diyenler işleri zora sokmaktadır.

 

  • İran’a gittiğini biliyorum. İran’da yaşayan Alevilik Ehl-i Hakk’lar olarak mı isimlendirilebilir? İran’dan, İran kültüründen, oradaki inanç yapısından ve Alevi varlığından bahsedebilir misin?

 

Evet gittim, Eh-i Hak’ları kabaca tanıdım. Kendimi şimdilik onlarla ilgili söz edecek kadar yetkili görmüyorum. Ancak temelde bir farkları olmadığı kanısı hakim olmaya başladı bende. Araştırmacıların çok değişik Alevi gurupları tanımadan yazıp konuşmaları çok zararlı olmaktadır.

Ehli Hak Hurufi öğretisinde geçen metinlerde Hakkın adamı, Hakka yakın kişi anlamlarında kullanılmaktadır. Gerek tenasüh gerekse Hz. Ali’ye gösterilen bağlılık konusunda Ehlihaklar ile Aleviler aynı görülmeleri gerekir. Azeriler, Goranlar, Lekler ve Kürtler arasında yayılmış olan Ehlihak inancının kurucusu Sultan Sahak’tır. Sanırım Kirmanşah’ta yazılmış Goranca bir kitaplarının dışında bilgi aldıkları ali Tezkiresi gibi değişik birçok kitapları vardır.  Azerbeycan coğrafyasında yaşayan Azeri-Kızılbaş Alevi-Bektaşilere Goran denilmektedir. Ehlihaklar’ın ibadetlerine de Ayne Cem denilmektedir. Cemlerde saz çalar, ateş üzerinde yürürler. Irak’ta yaşayan Şebekler yaşamaktadır. Şebek sözcüğü ‘’Aşık’ı’’ karşılar.

 

  • Balkanlar’da bir gezin oldu. Balkan Aleviliği–Bektaşiliği hakkında neler söylersin? Balkanlar’ın Anadolu’dan farklılıkları nelerdir? Balkanlar ve Bektaşilik bizlere nasıl kapılar açmıştır? Oradaki inancın en önemli öğeleri nelerdir? Türbe, dergah ve tekkelerin özellikleri, bugünkü durumları nasıldır?

Ben balkanlara gittim. Balkanlarda deryalar dolusu derlenecek bilgi olduğuna inanıyorum. Benimki araştırmadan çok bir turistik gezi gibi oldu. Kısmet olursa tekrar tekrar gideceğim. Balkanları bilmeden Babailerden, Bedrettinilerden, Arnavut Bektaşiliğinden söz etmek mümkün mü? Kızıldeli orayı tanımadan yazılabilir mi? Sucaettin Veli Baba ile Balkanların güçlü bağı henüz doyurucu olarak geniş kitlelere sunulabildi mi? Balkanları Babailerin son durağı gibi algılıyorum. Ya Balkanların direnç sembolü Amucalar ne kadar yazıldı. Amucalar ile Halep Sancağının bağı bile araştırılıp kurulamadı. Seyit Ahmet Abdal Baba’yı toplumun önündekiler doğru dürüst bilmiyor ki toplum tanısın.

 

Alan çalışmaları için yola çıkarken sadece kendi bütçemden ayırabildiğim kadarını kullandım. Derleyip yazdıklarımın hiç birisi sponsorlu değildir. Daha fazla gücüm olsa bu yolda harcardım. Gerçek anlamda insana ihtiyacı var dünyanın.

 Çok gezip çok okuyup, çok değerli insanlarla buluşup,  konuşup, dinleyip, süzüp, Ayhan’laşıp öyle konuşmak öyle yazmak gerek. Bir arif:

‘’Sözünü arife söyle işidir ar eylemez. Dört kitabı tefsir etsen cahile kar eylemez.’’ Diyor. Acıdır, daha fazla bilmek, günümüzde daha fazla yalnızlaşmak gibi bir şey oldu.

 

TENCİ

Fethiyeliler ile inançları, kültürleri, aynı olan ve Fethiye’ye en yakın olan köyün adı Tenci Köyü. Tenci Köyü, Yukarı Tenci ve Aşağı Tenci diye ikiye ayrılmaktadır.

Osmanlı vergi kayıtlarına göre Tenci: “Yol üzerinden gelip geçen yolculara hizmet eden, ziraatla uğraşan, yoksullukları nedeni ile her türlü vergiden muaf tutulmuş bir köydür. Köy halkı çok eski dervişzadelerdir.”

Bilindiği gibi dervişler Anadolu’nun birçok yöresine yayılmış Anadolu Aleviliği’nin adeta konar-göçer inanç temsilcileri olmuşlardır.

Tenci sözcüğü büyük olasılıkla taşınmış bir sözcüktür. Ancak bir grup adı olma ihtimali de uzak tutulmamalıdır. Tenci sözcüğü üstüne değişik yorumlar bulunmaktadır. Geçmişte Yukarı Tenci Köyü’nde Seyit Ali Sultan Türbesi etrafında inanç önderliği yapan dervişler yaşamakta idi. Alevi inanç önderi dedelerin davranış kalıpları ile Şamanlar’ın davranışları ve uygulamaları örtüşmektedir. Türk mitolojisinde ten sözcüğü topraktan geldiğine inanılan Göktanrı’nın ışığına zarf olan ve geçici kabul edilen beden, vücuttur. Tenger ise Tanrı’ya verilen addır.

Tengeri de Altay Türkleri ile Buryatlar’da, Tanrı’ya verilen ad olarak bilinmektedir.

Tengircilik: Orta Asya’nın kimi bölgelerinde Kamcılık’a verilen addır.

Tenci’de oturanlar, Kam’ın görevini Anadolu’ya taşımış dervişlerdir. Geldikleri yer ise Buryatlar ile ya aynı ya da bitişik coğrafya idi. Öyleyse tarihsel süreç içerisinde yuvarlanan Tengirci sözcüğü, –gir hecesini atarak Tenci’ye dönüşmüş olamaz mı? Akla en yakın olasılık elimizdeki verilere göre budur.

Ayrıca; Alevi öğretisinde teng sözcüğü dar anlamına gelir.

Her iki örnekte de görüldüğü gibi, Tenci sözcüğünü inanç açısından irdelemekte, araştırmakta yarar var.

Yukarı Tenci Köyü’nde Seyit Ali adına bir türbe bulunmaktadır. Halk burayı Seyit Ali “Kızıldeli Ocağı” olarak adlandırmaktadır. Ocak mensuplarına göre de ocağın diğer adı Kızıldeli’dir.

Anlatılara göre Kızıldeli, Ali Seydi ve Bacı Sultan adlı üç kardeş bu ocağı kurmuş; Kızıldeli buradan askeri ile birlikte Antalya’ya, oradan da Dimetoka’ya gitmiş.

Yine anlatıya göre geriye Ali Seydi ve Bacı Sultan kalıyor. Ali Seydi adına İriağaç Köyü’nde belgelerle sabit bir zaviyenin bulunması bizi, acaba burası Kızıldeli’nin ve Ali Seydi’nin kızkardeşleri Bacı Sultan’ın türbesi veya nazargahı mı? diye de düşünmeye itti.

Geçmişte belli bir misyonu olan ve adı bilinen Tenci Köyü ve Seyit Ali etrafındaki söylencelerden yararlanarak kaynak bilgilerine doğru gidilmesi gereklidir. Tenci’deki Kızıldeli Ocağı ile Karaca, Basak, Başkınık ve Güvenç köylerindeki Hacım Sultan Ocağı musahip olup, bu iki dede ocağının mürşidi Karaca’daki Zeynel Abidin ocaklı dedelerdir.

Tencili grubunu oluşturan Karabacak, Süzenli, Başıbüyük, Ketselli, Menkarı, Hamzalar, İslâmeli, Haytalı obalarının Şor-evi (yönetici obası) Hamzalar’dır.

  

 Kaynaklarda Tenci

 

Tenci : İmece “Bugün tencimiz var”, “Bargazmanlı Vakfıkebir-Trabzon; Koyulhisar – Sivas”

Görüldüğü gibi tenci, birlikte yapılan iş, imece sözcüklerini karşılıyor. Sözcüğün kullanıldığı yerler Vakfıkebir ve Koyulhisar çevresidir. Peki bu çevrede yoğun olarak yaşayan insan kümelerini kimler oluşturuyor? derseniz, bunlar, çoğunluğu Çepni olan Alevi kümeleridir. Kaz ve Sarı Kız söylenceleri kimde yaşıyor? Sorumuzun karşılığı yine Çepni – Alevi gruplarında olacaktır. Fethiye Köyü ile Yukarı Tenci Köyü yan yana ve inançları aynı olan iki köydür. Tenci sözcüğünün imece olarak yaşadığı yerlerde, Fethiye ve Tenci köylerinde Kaz motifi ve Sarı Kız söylencesi yaşamaktadır. Tenci sözcüğü Tencililerin atalarından daha önce burada yaşayan insanların verdiği bir ad olmasa gerektir. Ayrıca Tencik : Tarandıktan sonra tarakta kalan saçlar ve kadınların saçlarının ucundaki üç örgü veya karışık saç anlamlarına gelmektedir.

Ancak; bu ikinci tanımlama ile Tenci Köyü adının bir bağı olduğunu sanmıyoruz.

Tenci: Japon Prens Naka’ya (665-672)  verilen ad “Tenci”dir.

Tenci ailesi üst tabakadan saray soylu bir Japon ailesidir.

Osmanlı ile başı hoş olmayan ve Rakka’ya zorunlu iskan edilen (1707) cemaatler arasında daha önce Aydın Livası  Hüsrev Paşa Hanı’nda sakin olan bir Tancılu (kancılu olabilir notu var) Cemaati’nin adı geçmektedir. Tancılı Cemaati İfrazı Zülkadriye Türkmenlerindendir.

Ayrıca; Gazanhan’ın oğlunun adı da Tenci’dir. (1296-1297)

Ağcedağ Nahiyesi’ne bağlı Karye-i Tenci Ülya (Yukarı) ile ilgili 1560 Yılı Tahrir Kaydı:

“ Hass-ı Şahi neferan 14,

Hasıl-ı kısm-ı min el-humus bedel-i gallad 600

Karye-i mezbure memer-i nâsda olup ve mezkurlar kadimden dervişler ve dervişzadeler olup ayende ve revandeye hizmet idüp ark-ı çiftleriyle kâr ve kisb ider fukara olup hizmetleri mübadelesinde defter-i atikde avarız-ı divaniden ve tekalif-i örfiyyeden muaf ve müsellem kayd olmağın defter-i cedide dahi kema – kân muaf ve müsellem kayd olundular Sah.”şeklindedir.

Ağce Dağ Nahiyesi’ne bağlı karye-i Hasan Badrık maa mezra-i Tenci sülfa (Aşağı Tenci) neferan 26, hane 25, çift 10,5, bennak 14, mücerred 1.

 

TENCİ: Bu gün Fethiye Belediyesinin mahallesi durumunda olan yerleşim yerlerinin ikisinin adı Yukarı ve Aşağı Tenci’dir. Yukarı ve Aşağı Tenci daha önce köy statüsünde iken Fethiye’nin Belediyelik olmasından sonra mahalle statüsünü almıştır.

Tenci köyünün önemi tarihte Seyid Ali Sultan’ın makamlarından birinsin Yukarı Tenci köyünde olmasından ileri gelir.

Ulaşabildiğimiz kaynaklardaki Tenci köyüne ait bilgileri daha önce yazdık. Ancak; Yukarı Tenci köyünden olan ve Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) evlatlarından olduğu söylenen Hasan Akşahin Dede de atadan duyduğu bazı ayrıntılı bilgiler olduğunu söyledi.

Onun aklında tuttuklarından bize aktardıkları bilgiler şöyle:

Dimetoka’da türbesi bulunan Kızıldeli’nin ölümünün ardından Yukarı Tenci’ye gelen ailelerin evlatlarından olan Mehmet Ali ve Abbas Kızıldeli’nin dedeleri Hasan Badrık’ta oturmakta imişler. Bunlar birinci dünya savaşından sonra Antep’e göçüyorlar. Kızıldeli soyadını ise Hasan Badrık’ta iken alıyorlar. Antep şehrin bir mahallesine yerleşiyorlar. Bunların üç kardeşi Hasan Badrık’ta kalıyor.

Bunlar: 1-Kayacılar, 2-İbililer, 3-Aloğ Dedeler imişler.

 

GAACILER(KAYACILAR): Söylenceye göre bunlar eskiden taş heykeller ve benzeri şeyler yaparlarmış. Kayacı adı yaptıkları işten dolayı bunlara verilmiş. Bunlara ait olduğu söylenen Yukarı Akkol mevkiinde bu ocaklar günümüzde de bilinmektedir. Günümüzde Akaya soyadını taşımaktadır.

Akkayalar ve Ağkayalar diye de anılmaktadır.

 

Not: Dimetoka’dan Anadolu’ya gelen Kızıldeli taliplerinin bir kısmının Trakya ve Batı Anadolu’da adı Kayalardır. (Ali Aksüt)  

 

İBILILER: Yukarı Tenci’de yaşayan dede soylu bir grup aileye İbililer deniyor. Günümüzde bunların soyadı Aydoğan’dır.

 

ALOĞ DEDELER:Kızıldeli evlatlarından Hasan Badrık’ta kalanlardan İsmail’in çocuklarından birisinin adı da Aloğ ve Alibay’dır.

Bunlar anlatılanlara göre cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Hasan Badrık’tan Yukarı Tenci’ye gelip temelli yerleştiler. Rus harbi sonrası alınan esirler Hasan Badrık’ın güneybatısındaki şimdiki Hamidiye köyüne ait susuz bir araziye yerleştiler. Burada oluşan köy Hamidiye’dir.

Tenci’nin Bugünü:

Tenci adı ve Tenci bağını kurduğumuz tarihsel verileri kısa kısa yazdık.

Tenci Köyü Malatya İli, Yazıhan İlçesi, Fethiye Köyü’ne bağlı bir mezra iken yakın zamanda köy olmuştur.

Tenci köy olduktan sonra, muhtarlığını devamlı olarak Seyit Ali Evlâtlarından Hüseyin Aydoğan Dede’nin oğlu Zilfikâr Aydoğan’ın oğlu Ali Asgar Aydoğan yapmaktadır.

Tenci Köyü’nden ve Seyit Ali Sultan (Kızıldeli) evlâtlarından olduğunu söyleyen Hüseyin Aydoğan Dede, bugün köylerinin 20 hane olduğunu, bir kısım akrabalarının Gaziantep’te, bir kısmının İstanbul’da, Almanya’da, Malatya İli Merkezinde oturmakta olduğunu söylemektedir.

Hüseyin Aydoğan Dede: Bizim taliplerimiz Suriye, Şam çevresinde, Irak’ta Halep çevresinde, Kuveyt’te, İran’da, Horasan’da diyor. Taliplerinin bir kısmının da Kerbela ve çevresinde oturan Türkmen oymaklarından oluştuğunu söylüyor.

Hüseyin Dede: Tarik / Asa ile on iki erkanlı cem yaptıklarını, sonbahar kış arası ise Abdal Musa Cem’i yaptıklarını söylüyor.

Abdal Musa Cem’i kısa süren, üç duaz-ı imam okunan “Kısır Cem” diye adlandırdıkları bir cem imiş. Köyde, on iki hizmeti düzenli olarak yürütmekte olduklarını söylüyorlar. Murtaza Aydoğan Dede, gerek yurt içinde gerekse Irak, İran, Suriye, Kuveyt gibi komşu ülkelerdeki Alevi – Türkmen olan taliplerine giderek cem yaptırmakta imiş.

Seyit Ali Sultan Türbesi’ne komşu Sünni köylerden de kurban kesmek ve ziyaret etmek üzere gelenler olmakta imiş. Bunlar: genellikle Şeyh Ali’nin müridlerinin bulunduğu Örüşkü, Hamidiye, Başpınar, Haraba, Ansır köylerinden ceviz, pestil, tavuk, çerez gibi adak ve kurbanlarla ziyarete gelmekte imişler. Şeyh Ali’nin etrafında toplanan müridler ise buraya keçi kurban ediyorlarmış.

Komşu Sünni köyler, özellikle hastaları ile Seyit Ali Sultan’a gelmekte, bir gece türbede ve evlerde yatmaktadırlar.

Eski Malatya’dan geçmişte Alevi olması muhtemel Sünni inanışlı hasta sahipleri de adaklarla türbeyi ziyaret etmekte imişler. Komşu Sünni köyler adaklarla ziyarete geldiklerinde adak dualarını Seyit Ali Evlatlarından dedelere okutmaktadırlar. Dışarıdan Sünni inançlı komşu köylerden: Çocuğu olmayanlar, hastası olanlar, değişik dilek sahipleri ve düşlerinde Seyit Ali Sultan’ı görenler adak adamaktadırlar.

Ayrıca Yazıhan ilçesine bağlı, geçmişte Alevi inançlı oldukları bilinen İriağaç Köyü’nde Ali Seydi Sultan Çeşmesi bulunmaktadır. Söylenceye göre başı sıkışan Seyit Ali Sultan: “Beni arayan çeşmenin gözünde bulsun” deyip bu bol sulu çeşmenin oluğundan içeriye girip kaybolmuş.

Geçmişte Alevi olan İriağaçlılar, Seyit Ali Sultan Çeşmesi çevresinde namaz kılarak, çevre Alevi köylüler de adak ve kurbanlarla gelerek Seyit Ali Sultan’ı ziyaret edip, anıp, kutsamaktadırlar.

Yine Yazıhan İlçesi’nin bir köyünün adı Dede Garkın’dır. Dede Garkın Köyü Tohma Köprüsünün bir-iki km. kadar doğusundadır. Bir dede ocağından isim alan bu köy için Tencili Hüseyin Aydoğan Dede: “Onlar bizim amca çocuklarımızdır” diyor.

Zeynel Abidin evlatlarından olup, Karaca Köyü’nde oturan İsmail, Mamoğ ve Ahmet Temiz dedelerin Tencili Seyit Ali Sultan Evlâdı olduğunu söyleyen Hüseyin Aydoğan Dede: “Başımız onlara bağlı” diyor.

 

Kızıldeli (Seyit Ali Sultan):

Dede Garkın halifelerinden sayılan Ali Seydi tarafından kurulan bir zaviye (küçük tekke) İriağaç Köyü’ndedir. Seyyid Ali Sultan Ocağı’na ait bir zaviye ise Yukarı Tenci Köyü’nde olup Kızıldeli adıyla anılmaktadır.

 

İriağaç ve Ali Seydi:

Fethiye’nin komşu köylerinden İriağaç, köylüleri, köyün çeşmesinin suyunun kesilmesi üzerine saf bir köylüye: “Suyun gözüne gir de bak” derler. Giren adam uzunca bir süre dışarı çıkmaz. Uzun bir süre sonra dışarıya çıkan adam: “İçeride iri ve kara bir yılan görüp bilincini yitirdiğini, dışarı çıkmakta ondan geciktiğini” söyler. Bir süre sonra yılan suyun gözünden çekilir. Su yeniden akmaya başlar. Halk bu kara yılan için o Ali Seydi’dir; Ali Seydi “Beni arayan burada bulsun” öğüdünü bırakmıştır diyor.

İriağaçlılar, eskiden Alevi inançlı imişler. Bir kısmı Hasançelebi ve Fethiye Köyü’ne göçmüş. Hasançelebi-Akmağara (Darıyeri) Dedeleri ile Fethiye’deki Ehmetcenler (Ahmet Çelebiler tespiti Hüseyin Şahin’e ait) İriağaçlı imiş.

Fethiyeliler’e göre Tenci’deki Seyit Ali ile İriağaç Köyü’ndeki Ali Seydi aynı kişidir. Ali Seydi ya da Seyid Ali söylenceye göre, Hacı Bektaş Veli zamanında bu yöreye gelen bir komutan olup, burada şehit olmuştur.

Hamza Aksüt’e göre Babalar Ayaklanması’na katılmış bir boy beyi olma olasılığı vardır.

Ali Seydi Dede Ocağı’nın taliplerinin çoğu Halep Türkmenleri içerisindeki Beğdili Boyu’ndandır. Dimetoka’daki Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan ile aynı kişi olamayacağı düşüncesi Hamza Aksüt’e ait.

Bazı kaynaklar Seyid Ali Sultanı, Hacı Bektaş Veli’nin oğlu sayarlar. Ancak; Hacı Bektaş Veli’nin ölümü 1271 olarak kabul görmektedir. Bu durumda Timurtaş’ın Hacı Bektaş Veli’nin oğlu olma olasılığı kalmaz. Yol evlâdı sayılır.

Timurtaş, (Seyid Ali Sultan) Şehzade Süleyman Paşa ile 1352 yılında Balkanlar’a geçip, Dimetoka’da Seyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Dergahı’nı kurmuştur. Hacı Bektaş Veli’nin ölümünden sonra postnişin olmuş ve 1402 yılında ölmüştür.  Bazı kaynaklara göre Fatih Sultan Mehmet, Sırbistan’dan esir alınan bir Sırp Prensesi ile kızkardeşini Dimetoka’ya gönderir. Seyid Ali Sultan da bu prenses ile evlenir. Bu evlilikten Balım Sultan doğar.

Trakya yöresini araştıranlardan Refik Engin’in Seyid Ali Sultan (Kızıldeli) ile ilgili bazı notları ise şöyle:

“Seyid Ali Kızıldeli Sultan yolu erkanına bağlı olanlara “Eroğulları” denir. Halk kendisine “Dağlı” der.

Seyid Ali Sultan döneminde kabilenin tümüne Kızıldeli denmiştir.

Dimetoka yöresindeki Kızıldeli Irmağı hem Seyid Ali Sultan’a hem de kabilesine ad olmuştur. Dimetoka’daki Kızıldeli Vakfı’nın 1402 yılından başlayarak padişahlarca varlığı kabullenilerek yardımlar yapılmıştır. Vakıf çevresinde vakfa bağla 24 köy bulunmaktadır.

Aren / Ahren adlı bir grup da halen Kızıldeli Ocağı üyesidir. Ayrıca; Trakya’da 68, Bulgaristan’da 3, Yunanistan’da 51, Anadolu’nun değişik yerlerinde ise sayısız birçok köy Kızıldeli ocağına bağlıdır.”

Toparlarsak “Seyid Hüseyin, Ataoğlu, Seyid Ali Sultan’dır.” “Hızırlâle lâkabı ile bilinir. Doğumu 1310, ölümü 1402’dir. Rumeli’ye geçiş tarihi 1397’dir. Dimetoka’da dergah kurmuş , canlar uyarmıştır. Dergah, Kızıldeli Irmağı kenarında güzel bir tepe üzerine kurulmuştur. Bu ırmağın adı sonradan Seyid Ali Sultan’a takma ad olmuştur.

Refik Engin’in Bedri Noyan’dan alıntı yaparak yazdıkları kısaca böyle.

Konu içerisinde İriağaç Köyü’nde Ali Seydi’yi yılan motifinde gördük. Yılan motifi bir gücün simgesidir. O, mitolojide Fırtına Tanrısı’na karşı durur. Bir Malatya kabartması, yılan ile Fırtına Tanrısı’nın savaşını canlandırır.

Yılan motifinin Ali Seydi’leşip bizlere kadar uzanması tarihteki bir çok mitolojik örnekle benzeşiktir.

  

 

KISACA TENCİ’DE İNANÇ

 

Yüzyıllarca aynı yerleşim yerinde yerleşik olmaları, köylerinde Seyid Ali Sultan’ın türbesinin bulunması, bu soydan dede ocağının varlığı, bir kısım dedelerin Karaca Köyü gibi yakın bir köyden olması, ekonomik güçlerinin yeterliliği gibi nedenlerle Fethiye ve Tencililer inançlarını bugüne taşıyabilmişlerdir.

Seydi Ali Sultan’a bağlı dedeler kendi köylerinde cem yaptırmaktadırlar. Fethiye Köyü’nde ise taliplerinin olmadığını söylemektedirler. Tenci ve Fethiye Köyü’nde yaşanan inanç uygulamalarından bazıları Hıdırellez Hediği yapmak, Şükriye Kurbanı kesmek, Muharrem Orucunda Uğundurma yapmaktır.

 

HIDIRELLEZ ORUCU

 

Eski Rumi takvimde kış doksan gündür. Bunun kırk beşi karakış kırk beşi zemheridir. Kara kışın bitimi ocak ayı içerisindedir. Bu, ocak ayının üçüncü haftasıdır. Ocağın yirmi birinde kışın zahmeti biter. Artık zemheri yani kışın rahmetinin yaşanacağı kırk beş günlük dönem gelmiştir. Bunun otuz beşinci günü ( son onuncu gününde ) Hıdırellez Orucu’na başlanır. Hıdırellez Orucu aslında yedi gündür. Fethiye ve Tenci’de bu oruç genellikle üç gün tutulmaktadır. Yedi gün olarak tutan da vardır. Gerek Muharrem’de gerekse Hıdırellez orucunda sahura kalkmak İsmail Aydoğan Dede’ye göre keyif sürmektir. Akşamdan yenilen yemek ile oruç tutmak Alevi öğretisine daha uygundur. Yemek akşamdan yenildiği için sahur sorunu olmuyor. Orucun açım zamanı genellikle beşbuçuk civarına denk geliyor. Hıdırellez orucu, olmayan dileklerin olması amacı ile tutulmaktadır.

Orucun üçüncü günü genellikle kömbe yapılır, çerez dağıtılır ve Hıdırellez Hediği yapılır.

 

HIDIRELLEZ HEDİĞİ

Hıdırellez orucunun üçüncü günü akşam üstü yapılır. Buğday, nohut, haşhaş tohumu, küncü karışımı bir büyük kazana konur, üzerine su eklenir kaynatılır. Belli kıvama gelince buna daha önceden havanda dövülmüş olan haşhaş ve küncü tohumu veya kayısı çekirdeği eklenir ve oruç açım sırasında komşulara dağıtılır. Dağıtım sırasında lokmayı alanlar: “Hızır kabul etsin” dileğinde bulunurlar. Şimdi terk edilmiş. Ancak yirmi yıl öncesine kadar Hızır Cem’i yapılıyor imiş. Hıdırellez’de hayvanların kuyruğunun ucu kısaca kesilir. Onlara iyi davranılır. Adeta onlara lokma verilirmiş.

 

 

MUHARREM ORUCU VE ŞÜKRİYE KURBANI

 

Muharrem Orucu, Fethiye ve Tenci köylerinde Anadolu Alevileri’nin tümünün tuttuğu zamanda tutuluyor. Muharrem orucundan önce aile son kez yıkanır “Gözel Allah’ım Muharrem Orucu’nu tutmayı bize de nasip eyle” dileğinin ardından tüm giysiler de yıkanır, temizlenir. Temiz gövde, temiz dilek, temiz giysi ve temiz ev ile Muharrem Orucu’na başlanır. Muharrem Orucu 12 gün tutulur. Oruç süresince tıraş olunmaz. Fazla besleyici gıdalar alınmaz. Etli gıdalar yenmez. Soğan başı bile kesilmez. Elma lokma olduğu için, yani kurban sayıldığı için yenmez. Cinsellikten kaçınılır. Bu süre içerisinde ne insan ne de hayvan canı incitilmez. Gül ve çiçekler koparılıp koklanmaz.  Orucun yedisinde “çırakbağ” adı altında para ve yiyecek toplanır. Bu toplanan para ile orucun on ikisi bitince kurban alınıp kesilir. Bu kurban genellikle koçtur. Koç kesilirken üç ayağı bir araya getirilir. Bir ayak serbest bırakılır. Gözü bağlanır. “Bismillahirrahmanirrahim” “Tekbir-i Allahu Ekber, Tekbir-i Allahu Ekber, Tekbir-i Allahu Ekber,  Kurban-ı Halil, Can-ı İsmail, Tekbir-i bıçak” denir.

Hz. İsmail’e inen kurban kabul oldu. Bu  da on iki imamlar aşkına kabul olsun dileği ile bıçakla kurbanın boynu buluşturulur. Kurbanı Fethiye ve Tencililer, Seyid Ali Türbesi’nde keserler. Kurban artıkları uygun bir yere gömülür. Bu kurbanlarla, genellikle büyük kara kazanlarda bulgur pilavı yapılır. Bu kurbana Kerbelâ’da Ehli Beyt’ten Zeynel Abidin sağ kurtulduğu için “Şükriye Kurbanı” adı verilir. Bu kurbanı musahipli, musahipsiz herkes yer. Tencililer bu kurbana “Şükriye”, Fethiyeliler ise “Şükran Kurbanı” adını veriyor.

 

UĞUNDURMA

 

Muharrem orucunun onundan itibaren “Allah dileğimi yerine getirsin ya da hiç kimseye başka acı yaşatmasın” diyerek orucun on, onbir ve on ikinci günlerinde üç üzüm tanesinden başka bir şey yemeyerek oruç tutulurmuş. Bu şekilde Kerbela’da yaşanan acıya ruhen olduğu kadar bedenen de oruç tutan kişi katılmış oluyormuş. Şimdi Uğundurma orucu tutan yok. Fethiye ve Tenci Köyü’nde adak edenler:

12 gün Muharrem Orucu

3 gün Masumlar Orucu

15 gün de adakları kabul olsun diye oruç tutar ve böylece Muharrem ayını oruçlu bitirirlermiş

 

(Kaynak: Araştırmacı – Yazar: Ali Aksüt, www.aliseydi-sevim.com)