Çalışmalarıyla, eserleriyle günümüzde Alevilik konularında bu arada özellikle halk ozanları ve günümüz halk ozanlarının yaşamları konularında önemli eserler yayınlayan aynı zamanda bir halk ozanı olan Süleyman Zaman’la yapılan detaylı görüşme…
Sizce “Halk Ozanlığı” neyi ifade ediyor?
Halk ozanı, halk bilim insanıdır. Halkın Konuşmayan sesi, ortaya koyamadığı belleği, açığa çıkaramadığı düşünsel besini ve gizil konumdaki enerjisidir. Ozan, halkın değerlerini kendi özünde taşıyan ve o özü korkusuzca dile getiren ve toplumun öncüsü olan bir insandır. Halk gibi konuşur, halk gibi düşünür ve halk gibi davranır. Ozan, yaşadığı dünyanın verilerini derin sezgisiyle görebilen, aşkın konumuna gelerek içsel algıyla çoğunluğun ulaşamadığı değerlere ulaşabilen, yaşadığı çağın değerlerini çözen ve tüm bunları halka
sunan öncü bir kişiliktir.
Ozan, varlığını halkına adayan insandır. Bedel ödemeyen birisi ozan olamaz. Herkes âşık olabilir ama ozan olamaz. Çünkü ozan, doğanın düalist yapısını çözebilen, karşıtlıkların diyalektiğini kavrayabilen ve yaşadığı toplumsal yapının karşıtlıkları içinde, halkın yararına olan değerleri benimseyen ve bu değerleri cesaretle dile getiren ödünsüz insandır. İnsan yalnızca bir “aşk” varlığı değildir. İnsan, toplumsal bir varlıktır ve her toplum da küçük bir evrendir. Evrensel her yasa, toplumlar için de geçerlidir ve insanlar da bu yasaların belirlediği zora uyarlar. Bu yasalar ne diyor? Doğa da koas ve kozmos birlikte vardır. Aşk, kaostan kozmosa yani karmaşadan düzenliliğe ulaşma isteğidir. Ama kozmosa ulaşmak için emek harcamak, çaba göstermek ve zorlukları aşmak gerekir. Yoksa mistik bir anlayışla, çalışmadan, emek harcamadan hiçbir zor aşılamaz. Esasında hayat denilen şey, önümüze çıkan zorlukları aşma mücadelesidir. İşte ozan, bu mücadeleyi aşamanın mücadelesini veren insandır. Bu bağlamda “âşık”la, ozan arasında ki en büyük farklılık da budur.
Halk Ozanlığının tarihsel geçmişiyle ilgili bilgileriniz nelerdir? Halk Ozanlığı sizce ne zaman ve nasıl başlamıştır?
Ozan’ın Oğuzca bir sözcük olan “Ozmak” tan geldiğine dönük görüşler vardır.
Metin Turan’ın “Köprülü” den aktardığına göre Ozan sözcüğü ozmak kökünden gelmektedir. Ozmak sözü ileri gelmek, önce gelmek manasında bir sözdür” (Metin Turan; Ozanlık gelenekleri ve Türk Saz Şiiri; Ürün Yay. 3. Baskı 1997; 12 Sayfa). Bu bağlam da ozan, toplumun önünde giden, toplumu aydınlatan, öncü anlamına gelir.
Yine, oğuzca bir sözcük olan “Ozgan” da, ozan sözcüğünün kökeni olabilir. Çünkü OZGAN, öne geçen, birinci gelen anlamına gelir. Ozanlar da öncü insanlardır ve yol göstericidirler.
Ayrıca;
UZU: (Sümerce): Gelecekten haber verme.
USUYU: (Saka Türklerinde) şamanlara verilen isimdi.
U:S-UUS-UZ: (Yakut Türkleri) Ata anlamına gelmektedir. Ata ruhunun taşıyıcısı.
USUN: (Moğollarda); Kurban törenlerini yönetenler. Vs. gibi sözcükler de Ozan sözcüğünün etimolojik yapısına uygun düşmektedir.
Tüm bu sözcüklerin ortak özelliği, ozan sözcüğüne yüklenilen anlamlara uygun düşmektedir. Ozanlar, geçmişten bu yana, yukarıda sözcüklerin hemen hepsinin özelliklerini taşıyorlardı.
Celal Beydili şunları belirtiyor: Sümerlerde gelecekten haber veren anlamında “UZU” sözcüğü kullanılıyordu ve bu daha sonraları “ozan” sözcüğüne dönüşmüştür. Saka Türklerinde şamana “usuyu” deniliyordu. Yakut dilinde “u:s-uus-uz” cet (ata) anlamına geliyordu ve bu anlamda ozanın ata ruhlarının taşıyıcısı olarak değerlendiriliyordu. Moğollarda kurban törenlerinin yönetenlere “Usun” deniyordu. (Celal Beydili; Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük; Yurt Kit. 2004, Sayfa 449-450)
Ozanların mitolojiden beslenen bir yanı vardı. Çok eski dönemlerde doğanın dilini anlayan, ataların ruhlarıyla konuşan, gelecekten haber veren, yaşadığı dönemde olaylara yön veren, görünmeyen güçleri etkileyen, gelecekten haber veren; geçmişle-bugünü birbirine bağlayan…güçlü ve yetenekli insanlar olduğuna inanılırdı. Bu insanlar ululaştırılmıştı. İşte bunlara “ozan” dendi.
Korkut Ata; Kara Han, Oğuz Han… Destanlarında; Dede Korkut’un kitabı ozan dilidir.
Ozan; dinsel ayinleri yöneten; hastalara sağaltım veren, şifalar sunan; Tanrı’yla konuşan ve insanlarla-Ruhlar arasında bağ kuran, insanları eğlendiren düşündüren, ağlatan, güldüren; kopuz çalarak sözle-müziği birleştiren ve bu anlamda sözle ritmi buluşturan… bir bilgedir…
Türk topluluklarında; Sümerlerde, Azerbaycan’da, Mısır’da vs. ozan kimlikli insanlar vardı ve onlar toplumu yönlendiriyorlardı.
Ozan, sözleri uyum içinde kullanan, sözcüklerle dans eden bir söz ustasıdır. Onun sezgisel gücü yüksektir. Düşünce dalgaları derin ve sözcük frekansları etkindir.
Ozanın temel besini söz ve taşıyıcısı ise bellektir.
Bu nedenle ozanlığı var eden en önemli olgu onun söz kültürüne sahip olması ve ürettiği dizeleri bellekle geleceğe taşımasıdır. Bu söz kültürünün elli bin yıllık bir tarihsel süreci kapsadığı söylenebilir. Ama ozanlık geleneği günümüzden yaklaşık 15-20 bin yıllık sürece uzanmaktadır.
Ozanlar tarihsel süreç içinde farklı görevlerde de bulunmuştur. Ozanlar her şeyden toplumun ileri gelen insanıydı. Toplumda becerikli, zeki, algı gücü üst düzeyde olan, üretken ve aklıyla kendisini topluma kabul ettiren insanlar aynı zamanda o topluluğun önderi ve ortak aklını da yansıtan bir kimlik kazanıyordu. Bu tür kişiler bazen toplumda önderlik yaparlar, bazen hekimlik, bazen büyücü, bazen görünmeyen güçlerle ilişki kuran biri, bazen doğa olaylarını etkileyen kişi ve bazen de toplulukları konuşmalarıyla, kullandığı sözcüklerle coşturan bir ozandır.
Bu anlamda ozanın, toplumun önderi, yol göstericisi, sorunların dilendiricisi, herkesin ortak görüşlerinin yansıtıcısı v.s. gibi bir işlevselliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Elimizde ki bilgilere göre ozanlara ilk kez 5.yüzyılda karşılaşılmıştır. Fuat Köprülü’nün verdiği bilgilere göre; Hunlar da Atilla (395-434) döneminde ozanlar bulunmaktaydı. Ayrıca Çağatay sözcüklerinde (Çağatay Hanlığı, Moğol Devletidir. Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’dan ismini almıştır. 13.Yy.-17.Yy.) de ozan anlamına gelen sözcüklerin olduğunu belirtmiştir.
Ozanların en büyük özelliği müzik dilini sözcüklerle buluşturmasıdır. Söz ve müzik birleşince insandaki estetik duygular da öne çıkar. Bunu bilen ozanlar müzikle sözü buluşturmuşlardır.
Ozanlar özgür düşünen ve sözlerini çekinmeden söyleyen insanlardır. Bunlar sırtlarında kopuzları diyar, diyar dolaşıp, çevrelerine müzik eşliğinde şiirler okurlardı. Ozanlar toplumu eğlendiren, düşündüren, ağlatan, duygulandıran kişilerdi. Bunların doğaçlamaları ve gözlemleri güçlüdür. Bu kişiler araştırıcı, kuşkucu, sorgulayıcı, düşünen ve üreten insanlardır. Aynı zamanda bunlar ince duygulu bir yapıya sahiptirler. Bunundan dolayı da her zaman toplumun aranan ve saygı duyulan insanları olmuşlardır. Bu tür kişiler toplumda kolay tanınır ve isimleri çabuk yayılırdı.
Ozanlar tüm toplumsal olguları, halkın kendilerini savunmak için yaptıkları başkaldırıları egemen olanın aleyhine olacak biçimde hep dile getirdiler. Halkın sesi, kulağı, gözü oldular. Bundan dolayı da egemen yönetim (Selçuklular, Osmanlılar…) ve bu kesimi destekleyenler Ozanları; geveze, boş konuşan, aylak, avare, asalak... Vs. şeklinde değerlendirmişlerdir. Zamanla ozan sözcüğünü kullanmayıp, bu sözcüğün yerine Âşık sözcüğünü kullanır olmuşlardır. Ozanın içeriğini, anlamını değiştirmek; ona yüklenen sıfatların içini boşaltmak amacıyla yapılan bir tercihti bu.
Ozanların gönlü geniş, duyarlılık seviyeleri yüksek ve sezgisel güçleri de üst noktada bulunur. Bundandır ozanların coşkulu olması. Ozan, kaynağına akan bir ırmak gibidir. Kendi özünü ve geldiği kaynağı sürekli kurgular. Tanrı+Evren+İnsan üçlemesinde, kendisinin nerede ve nasıl yer bulduğunu sorgular. Bulunduğu toplumun dirimsel ve tinsel değerlerini gözlemler. Olgu ve olaylardan etkilenir ve beynindeki sözcükler bilince yansır ve bu sözcükler dize olur dış dünyaya akar. Artık bu dizeler ozanın olmaktan çıkar. Bu dizeler ağızdan çıktıktan sonra tüm insanlığın mal olur. Ozan, haksızlığa, yolsuzluğa, ikircikliğe, düşmanlığa, onursuzluğa ve onca olumsuzluklara karşı isyan eder. Var gücüyle karşı kor. Ozan, hatır gönül dinlemez. Sözlerini özgürce ve korkusuzca söyler. Tinsel doyumluluğa ulaşan ozan, coşarak, taşmak ve çağlamak ister. Coşkun konumdayken ozan, yerinde duramaz, rüzgâr gibi hareketlidir. Bu hareket onun bilincinde söz öbeği olarak dışarı yansır.
Yukarıdaki anlatımlardan da yararlanarak ozanlığı söyle tanımlayabiliriz; ozan; bir toplumun kültürel edinimlerini, özlemlerini, geleneklerini, göreneklerini, acılarını, sevinçlerini, ağıtlarını, oyunlarını, halaylarını, zenginliklerini, yoksunluklarını, yoksulluklarını, isyanlarını, kızgınlıklarını, kahramanlıklarını, kavgalarını, dramlarını, çaresizliklerini, doğal afetlerini, kazanımlarını, yitirdiklerini, elemlerini, kederlerini, düşkünlüklerini, sevgilerini, aşklarını, sevdalarını… Vb. çoğunlukla saz eşliğinde dile getiren bilim insanlarıdırlar.
Sonuç olarak; Ozanlar:
-Halkın değer yargılarını;
-Yaşamın toplumsal çelişkilerini;
-Bölgenin coğrafik koşullarını;
-Yaşadığı ortamda ve dünyada gelişen ve insanı etkileyen doğa olaylarını;
-Toplumların toplumsal ve doğasal felaketlerini;
-Halkın sevinçlerini, ağıtlarını, üzüntülerini, kederlerini, yoksulluklarını, korkularını, dayanışmalarını, paylaşımlarını… vs.
-Toplumsal duyarsızlıkları, savaşları, töreleri, olgu ve olayları…bg.;
En ince duygularla ortaya koyan ve bu duygulara estetik değerler katan ve üretilen eserleri bağlama eşliğinde dile getirerek müzikle sözü bütünleştiren halk bilimi insanlarıdırlar.
Ozanlar işlevsel olarak şut temel görevleri yerine getirirler; Ozanlar:
-Aktarıcıdırlar;
-Yayıcıdırlar;
-Üreticidirler
-Taşıyıcıdırlar;
-Yorumlayıcıdırlar.
-Sorgulayıcıdırlar,
-Uyarıcıdırlar.
Ozan; özünde toplumsal bilinci bedenleştiren; onu toplumsal belleğe aktararak hem yaşadığı dönemin ve hem de geleceğin toplumsal aklı olan bir işlevselliğe sahiptir.
Ozan, halkının sözcüsüdür. Ozan, göremeyenleri gören, görünenin arkasında ki gerçekliği sezinleyen; olgu ve olayları çözümleye çalışan ve ulaştığı gerçekleri, edindiği bilgileri halkına sunan bir ışık kaynağıdır. Toplumun aynasıdır ozan. Ozanın dizeleri duygulandırır. Ozanın sözleri bilgilendirir. Ozanın şiirleri güzellik sağlar. İnsan tininde esintiler oluşturur. Ozan gönül gözüne seslenir. Halkı yaratmıştır ozanı. Ozan da halkı dönüştürmeye çalışır. Genel geçer görüşlerden ve düşüncelerden daha da ilerileri görür ve düşünür. Gördüklerini ve düşündüklerini çekinmeden halkına anlatır. Bunları yapabilen kişi gerçek ozandır.
İLK ŞİİRLER VE DESTANLAR
İnsanoğlu doğayla savaşımında, dik durup eyleme geçerek önce elini ve beynini geliştirmiş ve süreç içinde de kendisini karşısındakine anlatabilmesi için dilini kullanarak insanlaşmasını tamamlamıştır. Çünkü insan kendisini diliyle ifade etmiş ve toplumsallaşmasının en büyük aracını yaratmıştır. Onun için insanoğlu önce kendisini tam olarak “söz”le tanımladı. İşaretlerle, mimiklerle, beden diliyle anlaşan insan, dilini geliştirerek artık kendisini karşısındakine kolayca anlatabiliyor ve anlaşabiliyordu. Söz geliştikçe “kültürel” birikim arttı ve bu yolla toplumsal “bellek” denilen “ortak akıl” da oluştu. Bu ortaklaşa akıl ve toplumsal bellek çok uzun bir süre “söz Kültürü”nden oluştu.
İnsanlığın yazılı kültürü çok yenidir. Homo Sapiens denilen “düşünen insan”dan bu yana ortalama bir milyon ile beş yüz bin yıllık bir süreç geçmiştir. Düşünen insan düşünmeye başladıktan sonra yavaş yavaş konuşmayı da öğrenmeye başlamıştı. Oysa yazının bulunması şu anki verilere göre günümüzdün yaklaşık yedi bin yıl öncesine dayanır. Demek ki tarihsel süreçte insanoğlunun yaşamında söz kültürü egemendir. Bundan dolayı yazı bulunmadan önce de şiir vardı. Ama bunlar yazıya geçirilmediği için de bunlarla ilgili belgeler bulunmamaktadır. Ama insanlar “ezber” yoluyla şiirlerini belleklerde yaşatarak geleceğe taşıyorlardı. Bu işlevi yerine getirenlere “ozan” denmiştir.
Türk Şiirinin ilk kaynakları çok eski çağlara kadar uzanır. “İÖ 2. Yüzyılda Çin kaynaklarında Türk şiirlerinin çevirileri görülmüştür. Elimizdeki veriler bizi bu tarihlere kadar götürmektedir. (Abdullah Rıza ERGÜVEN; Yunus Emre, Berfin Yay., 2001. Sayfa 17.)
Ayrıca Türk şiiri, Çin yazmalarında, destanlarda, Göktürk, Uygur yapıtlarında, Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugat-it Türk’ün de gözlemlenmektedir. Bu şiirler o günün toplumsal duyarlılıklarını ve toplumsal olayları anlatmaktadırlar.
“Günümüzden, ortalama 2200 yıl önce (İÖ 2. Yüzyılda) Çin kaynaklarında görülen şu dörtlük ilk örneklerdir.”
Yitirdik Yen-ki-san’ı
Kalmadı kadınlarımızın artık güzelliği
Bıraktık Ki-liyen dağlarını
Bakılmayacak hayvanlarımız bundan gayri,(A.R.Ergüven; age; sayfa 17.)
Abdullah Rıza Ergüven’in Yunus Emre kitabından verilen bu örnekler de göstermektedir ki; İÖ ki dönemlere kadar gitmektedir. Aynı kitapta şu örneğe bakalım:
“Sarı Irmak’ı görüyorum Meng-kin’deki
Can sıkıntısından sallanıyor söğütler
…………
Ay ışıyor sönüyor yıldızlar birer birer
Söyle bana gelip gelmeyeceğimi
Bu şiir IV. Ve VI. Yüzyıllar arasında yazıldığı sanılmaktadır.”
Aynı kitaptan bir başka örnek;
Aşağıdaki dizeler Uygur ozanı, Aprın Çor Tigin’ne ait.
“Yaruk Tengriler yarlıkazun
Yavaşım birle
Yakışıpan ardılmadım
Yüçlüg biriştiler küç birzün
Yözi karam birle
Yülüşügin oluralım”
Bu şiirin bugünkü anlamı;
“Işıklı tanrılar buyursun
Yumuşak huylumla
Kavuşup ayrılmayalım
Güçlü peygamberler güç verin
Gözleri karamla
Güle yaşayalım” (A.R.Ergüven; age; sayfa 18)
Görüldüğü gibi bu şiirde ozan Tanrı’dan kendisine yardım diliyor ve sevdiğiyle bir araya gelmeyi, sevgilisine kavuşmayı dile getiriyor. Peygamberlerin de kendisine güç vermesini, yardım etmesini istemektedir. Ozan, gözleri siyah sevgisiyle mutlu bir şekilde yaşamayı istemektedir.
Anadolu ozanlarını önceleyen Aprın Çor Tigin’in, Yunus Emreleri, Âşık Veyselleri, Mahzunileri… vs. yaratması kadar doğal ne olabilir.
Çok eski çağlardan oluşan bu serçeşme, günümüze kadar besinini kata kata bugünkü zengin şiir geleneğini yaratmıştır.
Tarihin ilk destanını yazan Homeros Anadoluludur. İyonya Batı Anadolu’dadır. İyonya İzmir ve Aydın kentlerini kapsar. Homeros’un M.Ö.9.Yüzyılda Sakız Adasında yaşadığı sanılmaktadır.
Genelde, tüm ulusların ilk edebi eserleri söz kültürüne dayanır. Çünkü yazının bulunmasından önce de insanlar, evreni, dünyayı ve insanı sorguluyor ve betimliyorlardı. Olgu ve olayları gözlemleyip çıkarsamalar yapıyorlardı. Aynı zamanda yaşadıkları acı ve sevinçli olaylara duygusal tepkiler gösteriyorlardı. Şiir ve müzik aslında bu duygusal tepkilerin bir sonucu olarak doğmuştur.
Doğadaki seslerin taklitlerini ağaç kütüklere kayalara ve çeşitli cisimlere vurarak çıkartan o dönemin insanları zamanla günümüz müzik aletlerinin öncülerini yaratarak, günümüzde ki gelişmiş müzik aletlerinin oluşmasını sağladılar.
Yazının öncesinde “söz” kültürü egemendi. Yani insanların yazmayı öğrenmeden önce de sanat yapıyorlardı. Bu sanat sözlere dayanan bir sanattı. Yani “önce söz vardı”. Bunun için söze dayanan ilk sanat eserleri de çoğunlukla şiirsel oluyordu. Çünkü şiir duygunun dışavurumunda en başat konumda olanıdır.
Sözlü kültür geleneğine dayanan ürünlerin çok azı günümüze ulaşmıştır. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Sözler ancak ortak bellekle geleceğe taşınmış ve kimi sözler yazıya süreç içinde yazıya geçirilmiştir.
Kaşgarlı Mahmut'un, Divan-ü Lügati’t-Türk, yazıya geçirilen sözlü edebiyat ürünlerinin de yer aldığı bir kitaptır.
Türklerde sözlü gelenek çok daha egemendir. Bu gelenekte şiir önde geliyordu. Şiirler ozanlarca doğaçlama söyleniyordu. Bu üretken insanlara; "Kam", "baksı", "ozan", "şaman" gibi adlar verilmiştir. İlk ozanlar, aynı zamanda "kopuz" denen bir çalgı da çalmaktaydılar. Bu insanlar toplumun önderleri konumdaydılar. Bunlar aynı zamanda Hekimlik, büyücülük, bilgelik, kâhinlik, …vs. yapıyorlar ve doğaçlama şiirler yaratıyorlardı.
“Doğu Türkistan’da bulunan Turfan’da (Uygur Devleti; 911–1209) yapılan kazılar sonucu; Türk ozanlarına ait şiirler bulunmuştur. Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Sınku Seli Tutung Ki-Ki, Pratyaya-Şiri, Asıg Tutung, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi, Çuçu adlı ilk Türk ozanlarının şiirlerinde, genellikle dörtlük nazım birimi, hece ölçüsü kullanılmıştır. Bu şiirlerin dili de "öz Türkçe"dir. Türk’ler, İslam’dan önce “Şamanizm, Maniheizm, Budizm” gibi dinlerin etkisiyle bir edebiyat oluşturmuşlardır.
Sözlü gelenekte oluşan türler arasında destanlar ilk sırayı alır. Sonra koşuklar (aşk, kahramanlık, doğa güzellikleri, vb. konuları işlerler), sagular (ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler) gelir. Kaşgarlı Mahmut'un sözlüğünde, eski Türk atasözleri (sav) örneklerine de rastlanmaktadır. Sözlü gelenekler pek çok biçimsel, bölgesel, vb. değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiştir. Eski Türk şiirleri; biçim olarak; Koşuk, Sagu, Sav, Destan... vs. olarak yazılmıştır. Özellikle destan çok önemli bir yer tutar. Bu destanlardan bazıları Yaradılış Destanı, Alp Er Tunga Destanı, Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Seyyid Battal Gazi Destanı Köroğlu Destanı… Vs. “(http://www.turkdiliveedebiyati.com/islamiyet_oncesi-t2298.0.html)
Yukarıdaki alıntıdan da belirtildiği gibi sözlü edebiyat geleneğinde destanlar ilk sırayı alır. Destanlar halkın doğaya, insana, olaylara olağanüstülük katarak, coşkulu bir şekilde anlatan manzum (şiirsel) anlatımları içerir. Destanlarda, coşku, kurgu, anlatım abartıyı da içerir. Destanlar, mitolojiyi, efsaneleri, tarihi, kahramanları… Vs. konu edinir.
Koşukların konusu ise genellikle, sevgi, doğa, yiğitlik, sevda, iyilik, güzellik… Vs. gibi… Vs. gibi değerleri içerir.
Sagular ise ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirlerdir.
Sav’lar ise, Türk Atasözlerini, güzel ve anlamlı sözleri içerir. (Süleyman Zaman; Yedi Ulu Ozan; Can Yay. 2010)
Çocukluk döneminizdeki ailesel ve çevresel şartlarınız nasıldı? Köyde mi, kentte mi doğup-büyüdünüz?
Köyde doğdum, çocukluğum köyde geçti. İlkokulun 1, 2 ve 3. sınıfları çevremizde okulu bulunan ve köyümüze yakın olan Tekke (Avşar-Güvenkaya) ilkokul’unda; 4. Sınıfı Keklikpınar Köyün de ve 5. Sınıfı da Ömeran da okudum. Burada mezun oldum. Ortaokul’un 1 ve 2. Sınıflarını Divriği, Nuri Demirağ Lisesi’nin orta bölümün de; 3. Sınıfı Ankara da Mamak Orta Okul’unda okudum ve burada mezun oldum. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle eğitime 2 yıl ara verdim. Daha sonra Mamak Lise’sine kayıt oldum. Lise 1 ve 2. Sınıfı okudum, daha sonra o günün siyasal yapısı içinde, Ülkü Ocak’larından gelen kalabalık bir gurubun silahlı saldırısına uğradık. Ben bu saldırı sırasında darp edildim. Okula gelmem durumunda “öldürüleceğim konusunda uyarıldım”. Darp sonucu yüzümde ve kollarımda yaralar oluşmuştu, eve geldim. Bu durumu gören ailem, büyük bir korku ve panik yaşadı. Bunun üzerine okula göndermeme kararı aldılar. Böylece eğitim yaşamın sona erdi.
Çocukluğum köy kültürünün değerleri içinde geçti. Kapalı toplumların geleneksel yapısı içinde büyüdüm. Köyümüzün ismi Keklikpınar Köyüdür. Kışı kekliği çoktur. Köyümüzün Ömeran isminde bir de mezrası vardır. Keklikpınar Köyü tamamen Alevi, Ömeran Köyüyse karışıktı. Ömeran’ın büyük bir çoğunluğu Sünni’ydi. Ama köyümüzde hiçbir zaman bir mezhep kavgası olmadı.
Ben de hem Keklikpınar’da hem de Ömeran da yaşadım. Alevi bir ailede, Alevi kültürünün değerleri, çocukluğumun en büyük besin kaynağı olmuştur. Özellikle, kışın köy odalarında yapılan sohbetler, Cem’ler ve bu Cem sırasında dönülen Semah’lar, çalınan bağlama ve bağlama eşliğinde okunan deyişleri nefesler vs. beni çok etkilemiştir.
Bugün, bu konuda araştırma yapmam ve ilgilimi Aleviliğe yöneltmemin en büyük itici gücü belki de çocukluğumda kalan bu kültürel etkileşimdir.
Küçüklüğünüzde ve gençliğinizde cemlerde bulundunuz mu?
Dedeler, zakirler, mürşitlerle bir arada yaşadınız mı?
Sizce dedeler kimlerdir?
Küçüklüğümde köy odalarında yapılan Cem’leri dışarıdan izlerdim. Dedeleri ve onların yaptıkları hizmetler, ilgimi çekerdi. Zakirliği belleğimde kaldığı kadarıyla Dedeler kendileri yapardı.
DEDELİK NEDİR?
Dede, Alevilerin inanç önderidir. Dede olmadan, Alevi inanç ritüelleri gerçekleşemez. Dedeliğin bu ruhaniliği, kutsallığı ona yüklenilen işlevsellik içinde aranmalıdır. Dedelik nereden gelmektedir ve dede manevi besinini nereden almaktadır? Bunun tarihsel arka planı nedir? Bu soruların yanıtları çok geniş bir araştırmayı içerir. Ama yine de, öz olarak, birkaç nedensellik üzerinde durulabilir.
Buna göre şunlar söylenebilir:
a-) Dede kavramı, Mahmut Kaşgari’nin “Divan-ı Lügat-it Türk’ün de, Oğuzca olduğu kaydedilmiştir. Bu sözcük, “cet, ata” anlamına gelmektedir. Eski inanışlara bağlı olup, manevi-ruhani ata özelliği taşır. Soyun, aksakallı liderinin ruhuna tapınmanın izlerini yaşatır. (Celal Beydili, age, s. 149).
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Dede kavramının atalar kültüyle büyük bir bağıntısı vardır. Atalar kültüne göre, oymağın, aşiretin, ailenin vs. babanın, büyük babanın (dedenin), öncünün vs. ruhu ölmez. O ruh, kutsaldır. Dolayısıyla onun oluşturduğu soy, aile, onun bıraktığı enerjiden güç alır. O halde, babanın, dedenin, var ettiği değerleri korumak ona saygı beslemek gerekir. Ölen ruh, geride kalan dirilere, güç olur, enerji sunar, yol gösterir. Esasında bu anlayışın özü ve somut algısı şudur: Yaşamını büyük zorluklar içinde tamamlayan, hayatın tecrübelerini kazanan ve edindiği bilgileri ailesine, çevresine, topluluğa veya insanlığa yansıtan biri, bıraktıklarıyla, yaşayanlara yol gösterir ve insanların zorlukları yenmesine yardımcı olurlar. Bu düşünsel besin ve zihin açıcı, bilgi yüklü değerler, bunları yansıtanı önemli bir konuma getirir ve onu ölümsüzleştirir.
Bu anlayış, dedelik kurumunun oluşmasında çok temel bir anlayıştır. Atalar kültün de; baba veya dede, olgundur, tecrübelidir, bilgi kaynağıdır vs. bu bağlamda onun her davranışı örnektir ve yol göstericidir. Bu durum da ona kutsallık yükler.
b-) Kutsal ruhlar; Tanrı’ya en yakın olan ruhlardır. Bu anlayış, inanç önderlerini, tanrıya yakın kılmakta ve onlara manevi bir değer vermektedir. Bu anlayışta, gelişmiş, olgunlaşmış ve tanrıyla arasında ki yabancılığı gidermiş olduğuna inanılan mürşitler ve onların ruhları kutsanmıştır. Dedeliğin oluşmasında bu anlayış da çok temel itici bir güç olmuştur.
c-) Şaman inancında; kam’lar, toplulukların, gurupların ve toplumların öncüsüydüler. Kam’lar, kutsal sayılırdı ve saygı görürlerdi. İnanca göre, onlar, Gök tanrı’yla, yer ve yer altı tanrısıyla ilişki kuranlardı ve bu anlamda, insana ilişkin sorunları ancak onlar çözebilirlerdi. İnanca göre, Kam’lar (şaman), büyücü, sağaltıcı, kötü ruhları kovucu, transa girip “fizik ötesi âlem”le ilişki kurucu vs özellikler taşırdı. Kam’lar, kopuz çalarak, müzik eşliğinde şiirler okurlardı ve dualar yaparlardı. Bu anlayış ve eylemler, dedelik kurumunun oluşmasında, çok etkili olmuştur.
d-) “Eski Araplarda, her topluluğun (kabilenin) bir başkanı bulunmaktaydı. Buna “Seyyid” denirdi. Seyyid, o topluluğun öncüsüydü. Otoriteyi o kurardı, topluluğu o yönetirdi.” (Maxıme Rodınson, Muhammed, Yeni Bir Dünyanın ve Peygamberin Doğuşu; Doruk yay.2008, s. 37).
Rodınson’dan yaptığım alıntıdan da görüleceği gibi, Seyyid sözcüğü, Araplarda, öncü, lider, şef, yönetici anlamlarına gelmekte ve bunların, topluluğun saygı duyduğu kişiler olduğu görülmektedir. Bu sözcük, Anadolu’ya taşınınca anlamı daraltılmış ve bu kavram yalnızca inanç önderlerini kapsayan bir kavram durumuna getirilmiştir. Seyyid kavramı bugün yalnızca Dede aileleri için kullanılmaktadır. Bu anlamda “Dede” ancak, “seyitlik” unvanı taşıyan ailelerin çocukları olabilirler. Bu anlayış, bin yıllardır, bu topraklarda, genel-geçerlik kazanmış ve süreç içinde de gelenekselleşmiştir. Seyyid kavramının içerdiği, “toplumun öncüsü” algısı, dedeliğin oluşmasında, kutsallık kazanmasında büyük bir etki sağlamıştır. Ocak kavramının oluşmasında da, Seyyid’lik kavramının içselleşmesinin büyük rolü olduğu görülmektedir. Çünkü toplulukların öncüsü olan Seyyid, süreç içinde, bir inanca sahip toplulukların öncüsü konumuna gelmiştir. Bu anlamda, belirli bir topluluğun ruhani öncüsü olan aile ve o aileye mensup herhangi bir kişi, aynı zamanda o toplumun kutsalı da sayılmıştır. Kutsal olan kişi, yalnızca kutsal aileden çıkar anlayışı, o aileyi kaynak konumuna getirmiştir. Esasında, ocak kavramı, öz anlamda “kaynak” demektir ki, bu da; “kutsal aileyi”= Ocak kavramıyla eşdeğer konuma getirmiştir.
e-) Dede Korkut hikâyelerinde, Korkut Ata, en büyük ermiş olarak sunulur. Ermiş olmak, tanrıya en yakın konumda bulunmak demektir. Bu bakımdan ermişlik, ruhani bir sıfatı içerir ve kutsallık kazanır. Toplumda ondan daha üstünü yoktur. Korkut Ata, toplumun pir’idir. Örneğin: Kazak-Kırgız baksılarının (ozanlarının- Kam’larının) inanışına göre, Korkut Ata, ilk kopuzu yapan ve şamanlara kopuz çalan ve kopuzla birlikte şiirler okuyan, müzik eşliğinde kutsal dans eden ve bunları halka öğreten kişidir. (Ana Britannica Cilt 5, ilgili madde).
Korkut Ata, bilgiçlik sembolünü taşır. İnanışa göre, O, her şeyi bilir, gelecekten haber verir, o, tabip olup hastaları tedavi edendir, ölülerin ruhlarıyla konuşandır, olmuşları ve olacakları bilendir. Vs. Söylenceye göre, Korkut Ata, kendi ölüm gününü de bilmiştir. Korkut Ata, yol gösteren, korkuları yenen, insanlara aydınlığı sunan bir velidir. Bu da O’nun gizli bilgileri bildiğinin, sırlar dünyasına egemen olduğunun göstergesi olarak sunulmuştur. (Beydili, age, 2004, s. 324-325).
Korkut Ata motifinin dedelerin sıfatlarına da taşındığını görmekteyiz. İnanışa göre, dedeler, gizli bilgilere sahip ruhani insanlardır. Bu anlamda da onlar da, normal insan da bulunmayan, üstün güçler bulunur.
f-) Ozan sözcüğünün içini dolduran değerler bütünü de, dedelik kurumunun oluşumunda çok büyük bir itici güç olmuştur. Şöyle ki, Ozan:
-Bilinmeyenden, gizil konumda ki boyutlardan haberi olan ve onları topluma yansıtan, üstün bir güce sahip olan kişidir.
-Geçmişi ve geleceği görebilen, uzaduyum, derin algılama gibi, bir özelliği vardır.
-Topluluğun ortak aklını yansıtan, toplumun genel-geçer değerlerini özünde toplayan bir öncüdür.
-İnsanları, toplumu ve insani değerleri koruyandır.
-Ataların ruhlarını taşıyandır.
-Büyücülük, dini ayinler, şölenler ve cenaze törenlerinde ritmik sözler söyleyen ve kötü ruhları kovandır. (Beydili, age, s. 449)
Yukarıda yaptığım alıntılardan da anlaşılacağı gibi, ozanlığa yüklenilen tüm anlamlar, dedelik sıfatlarına da bire bir uymaktadır. Dede, bağlama çalan, nefesler okuyan, semah dönen, ruhlarla ilişki kuran, olağanüstü özellikler taşıyan, geleceği bilen, yetenekleri ortaya çıkran, insanların ruhları üzerinde etkili olan, topluluğun ortak aklını taşıyan ve toplumun koruyucu ruhu olan vs. ruhani bir önderdir.
Esasında her inancın veya dinin öncüsü veya inanç önderi vardır. Yine her inancın veya dinin ruhani yani en üst konumda ki mürşidi bulunur. Bu anlamda Alevilerin de inanç önderi dede’lerdir. Fakat dedeler, yalnızca inanç önderi değil, aynı zamanda toplumsal yönden de insanlara yardım eden ve bu anlamda hem dirimsel hem de tinsel yönden topluluğa kılavuz olan bir önderdir.
Şu olgu çok önemlidir. Her kapalı ve örtülü inançlar, geleneksel kültürlerini çok daha derinden yaşarlar. Alevilik de, örtülü bir inanç olduğundan, sahip olduğu değerleri korumak ve o değerleri yaşatmak için, büyük bir çaba gösterir. Burada, bu inancın değerlerini taşıyan ritüellerini gerçekleştiren ve bütünlükçü yapıyı koruyan inanç önderleri, bu anlamda değer kazanmaktalar ve süreç içinde merkezi bir konuma gelmektedirler. Her inanç önderinin de daha üst konumda bulunan bilgeleri vardır. Bunlar mürşittir. Bu anlamda, insanlar, inanç önderlerine, inanç önderleri mürşitlerine, mürşitler de taşıdıkları bilgilere bağlıdırlar. Bu oluşum içinde, her biri, diğerinden beslenir. Şu bilinmelidir ki, Alevilik-Bektaşilik, örtülü ve yasaklı bir inanç ve öğreti olduğundan, hemen her değerini simgeleştirmiştir. Bu nedenle dedelikle ilgili temel algıları da simgeselleştirmiş ve sistematik bir konuma sokmuştur. Örneğin; en üstte Mürşit, onun alt aşamasında Pir ve en altta rehber vardır ve hepsinin işlevsellikleri farklıdır. Şu da bir gerçek ki, her simge, bedenleştiği ve kimlik kazandığı oranda daha anlaşılır ve daha diri yaşatılır. Bunun için de her simge, ulu bir kimlikle (terimle veya kavramla) bedenleştirilir. İşte bu ulu makamlara verilen bedenler:
a-) Mürşit, sözü yasa kabul gören, üstün niteliklere sahip bilgedir ve merkezdir. Bu anlamda, en büyük mürşit Hz. Ali’dir, çünkü Hz. Ali sırdır, gizli bilgileri taşır. Hz. Ali’nin sırrına varabilmek için Hz. Muhammed’i rehber almak gerekir.
b-) Pir, yolun kurucusu ve yayıcısıdır. Pir, inancın temellerini ortaya koyan, olgunlaşmış, aydınlanmış ve ışıklanmış bilgelerdir. Bu anlamda yolun değerlerini en üst noktada taşıyan ulu kişidir. Bu anlamda, Hace Bektaş Veli, Abdal Musa, Balım Sultan, vs.dir.
c-) Rehber, yol gösteren, Pir’in koyduğu ilkeleri topluluklara taşıyan ve insanları Pir’e ve Mürşid’e taşıyan inanç önderidirler. Bunlar, dedeler, çelebiler, dedebabalardır.
En çok hangi ozanların şiirlerinden etkilendiniz?
En çok etkilendiğim ozan Mahzuni Şerif olmuştur. Onun gerek bağlama çalışı, tezene vuruşu, gerek söz sanatında ki ustalığı, gerek sesi ve gerekse korkusuzca halkın sorunlarını dile getirişi, beni çok etkilemiştir. Onun dışında, Yunus Emre tam bir söz ustası ve derin bilgilere sahip bir bilge ve ozandır. Yunus Emre de beni çok etkilemiştir. Harabi, Nesimi, Hatayi, Sıtkı vs gibi ozanlar da çok önemli düşün insanları ve ozanlardır. Ayrıca, Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil, ruhuma duygular katan şairler olmuşlardır.
En çok okuduğunuz ya da dinlediğiniz kitaplar hangileridir?
En çok bilimsel ve felsefi ağırlıklı kitaplar ve dergiler okudum. Toplumsal içerikli romanlar ikinci sırada yer alır. Az da olsa romantik-duygusal içerikli romanlar da okudum. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüseyin Rahmi Gürpınar vs gibi yazarlarımızın bazı eserlerini; ayrıca Tolstoy, Steinbeck, Jack Landon, Gorki, Mihail Şolohov vs gibi yabancı yazarların bazı eserleriyle; Bilim Teknik, Bilim ve Gelecek, Bilim ve Ütopya, Bilim Dergisi vs. gibi dergilerin birçok sayısını ve felsefeyle ilgili kitaplar da okudum.
İlk şiir tecrübeleriniz nasıldı? Ne zaman şiir yazmaya başladınız?
1979 yılından bu yana şiir yazarım. İlk şiir denemelerim aşk ve sevgi üzerineydi.
Gençlik yıllarımın var ettiği duygusal yoğunluk içinde, gönül gözümün tutkularına kapılarak o dönemlerde serbest ölçüde şiirler yazmıştım. Ama onların hiçbirisi bugün elimde yoktur. 1984 yılından itibaren hece ölçüsüyle uyaklı şiirler yazmaya başladım. Bugüne kadar bu tarzımı sürdürüyorum. Serbest ölçülü şiirlerim de var ama hece ölçüsünde daha başarılıyım. Hece ölçüsüyle şiir yazmamda daha çok halk ozanlarının ve özellikle Mahzuni Şerif’in büyük bir etkisinin olduğunu söyleyebilirim. Bugüne kadar 700-800 dolayında şiir yazdım. Bu şiirlerin bir kısmını “Hal Söyler Dilimiz” isimli bir kitapta yayınladım. İnternet ortamında kendi sayfamda yayınlanmış 200’e yakın şiirim bulunmaktadır.
Bade içme gibi bir durumunuz oldu mu? Sizce size bu ilham nasıl geldi?
Geleneksel anlamda anlatılan “Bade” içme durumum olmadı. Ama “bade içme” batıni anlamdadır ve bir insanın belirli bir konuda yeterli konuma gelmesi, içindeki “gizil enerjinin” farkına varması ve onu açığa çıkaracak bilince ulaşması vs demektir. Bu anlamda tabii ki “bade içtim” ve şiir yazabilecek konuma geldiğimde ve kendimi bu konuda yeterli gördüğüm an da şiirler yazmaya başladım.
Bade (Mey) ile eşanlamlıdır. İçilen veya yenilen şeydir.
Bade Tanrı’ya ulaşmanın yoludur. İnsanın kendi gerçekliğine varması, kendi özünü kavraması ve kendisindeki enerjinin farkın varmasıdır. Bade insanın kendisinde bulunan gizil gücün açığa çıkması, için dışa yansımasıdır. Bade duygunun sezgiyle birleşip doruğa ulaşması ve bu duygunun dışa fışkırmasıdır. Bade gönül ağacının büyüyüp gelişmesi, kendi farkına varması ve olgunlaşarak besinini başkalarına sunmasıdır.
Esrime olma, kendinden geçerek transa ulaşma badeyle olur. Bade insanlara coşkunluk vererek dünya nefislerinden kurtulmanın kolaylığını sağlar. Bade dertlerin sorunların giderilmesine yardımcı olur. Sevgilinin dudağı, yanağı, gözyaşları badeye benzetilir. Düşünde Hızır elinden bade alıp içmeyen âşık olamaz. Aşk şarabı tatmayan kişi şair niteliğini kazanamaz. İçsel doygunluğa erişemeyen kişi ozan olamaz. İçsel doygunluk ise ancak badeyle olur.
Geleneksel Halk Edebiyatında bade rüya motifi olarak karşımıza çıkar. Bade Türk Halk Edebiyatında çok kullanılan bir motiftir. Halk hikâyelerinde ve Âşıkların hayat hikâyeleri içinde bade motifi her zaman görülmektedir.
Âşıklar âşıklığa başlamadan önce, bade içerek bu yola girdiklerinden söz ederler. Bu geleneksel Halk Edebiyatı içinde yüzyıllardır devam ederek gelmektedir. Bir aşığın usta âşıklık aşamasına ulaşması için, kendisinden önce yaşamış usta bir aşığın yanında yetişmesi ya da rüyasında bir âşıktan, bir pirden, bir mürşitten, ulu bir insandan bade içmelerinin gerekli olduğuna inanmışlardır. Âşıkların içtiği Bade, bazen bir şerbet, bazen su, bazen mai (sıvı) bir içecek, bazen bir elma, bir nar, bir ekmek, bir üzüm tanesi, bir incir, bir lokma… Vb. gibi herhangi bir yiyecek olabilir. Burada önemli olan, rüyasında ulu bir insanın kendisine bir şey sunması, kendisine el vermesi, onun önünü açması, o yolda yürümesini sağlamasıdır.
Bade içmenin de biçimleri vardır. Pir dolusu içmek; er dolusu içmek, aşk dolusu içmek.
İlham gelmeden şiir yazılamaz. Yalnız şiir değil, hiçbir eser üretilemez. İlham, insanın içinde potansiyel olarak duran enerjinin eyleme geçmesidir. İlham’ın eş anlamı “esindir”. Esin, esmek, hareket etmek, etkilemek, yaratmak veya üretmek vs demektir. İlham, bu anlamda belleğin açılması, açılan bellekteki kavramların bilince sıçraması ve sözcük olup dış dünyaya ulaşmasını sağlayan güçtür. İlham, duyguların sıçraması ve uyuyan sözcükleri harekete geçirmesidir. Böylece, ilham şiirin yazılmasını sağlayan duygu ve bilinç yoğunluğudur. Normal işleyen bilincin çağlayan olup akmasını sağlayan yoğun titreşimdir ilham…
Ozanlıkta bağlamanın yeri nedir? Sazsız ozanlık olabilir mi? Bağlama dışında bir çalgı kullanıyor musunuz?
Ozan, sessiz doğanın (Tanrı’nın) dilidir. Konuşan doğadır. Evrende var olan her şey, enerjidir ve enerji bir takım verilerle kendisini açığa vurur. Renk, ses, ışık, ısı vs. doğanın nesnelleşmemiş gizil dilidir. Doğa da her şey eylem içindedir ve her hareket bir tını, bir ses, bir ışık veya bir titreşim var eder. Bunların hepsi bir senfonidir, bir müzikal harmonidir. O halde doğanın dilinde müzik vardır. İnsanın dilini söz, doğanın diliniyse müzik ortaya koyar. O halde, doğanın gizli dilini okuyan ozan, onun dili olan müziği kullanması gerekir. Dolayısıyla müziksiz ozanlık olmaz. Çünkü ozan, kendisi de bir doğa olan insanı ve insanın yaşam bulduğu doğayı konuşur. Dünyada birçok müzik aleti vardır. Onların hepsi de değerlidir ve her birinin titreşim ve frekans düzeyi farklıdır.
Ozanların en büyük özelliği müzik dilini sözcüklerle buluşturmasıdır. Söz ve müzik birleşince insandaki estetik duygular da öne çıkar. Bunu bilen ozanlar müzikle sözü buluşturmuşlardır.
Müziğin kutsal kökene dayandığını müzik araştırıcıları söylemektedirler. Dinsel veya inançsal kökenli ayinler, ibadetler, yalvarılar ve bunları dile getirirken kullanılan farklı sesler ve seslerin oluşturduğu ritim veya uyum, müziğin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır.
Çalgı olmadan insan müzik yapamaz. Doğada ki farklı sesleri bir uyum içinde sunamaz. Yedi notayı bir düzen içinde buluşturamaz.
Bağlama da bir çalgı aletidir. Bağlama, Anadolu insanının tarihsel boyutuyla kullandığı bir çalgı olmuştur. Süreç içinde bu çağlı geleneksel bir yapı kazanmıştır. Bu anlamda, geleneksel yapı içinde gelişen ve önceleri ismi kopuz olan bağlama, Alevi-Bektaşi ritüelinde de yer alan kutsal bir çalgı konumuna gelmiştir.
Neden Bağlama?
Bunun yanıtını, geleneksel ve tarihsel süreçte aramak gerekir. Çünkü, gelenek böyle oluşmuştur.
“Antik (eski) Yunanda yedi notalı müzik variken, doğru toplumlarında müzik beş notalıydı. İbrani Kutsal Kitapları, dinsel şarkılar, ilahiler hep müzik eşliğinde söyleniyordu.
Göktürklerde söylenen bestelere “ır” ya da “yır”; sazla çalınan eserlere ise “küğ” denirdi.
Ünlü bilgin Fisagor (İ.Ö. 580-504) Tanrı sevgisini anlatırken, öğrencilerinin ellerinde yedi telli ve yedi farklı ses çıkaran sazlar vardı. Bu sazlara “Heptakort” denirdi.” Bu yedi telli sazdan, yedi gizli sesin birlik oluşturduğu inancı gelişmiştir.”Yedi ışık, yedi nota, yedi gezegen, varlığın yedi bilinci gelişiyor. Eğer insan ruhu bu yedi sesle akort edilir ve uyumlu kılınırsa ruhumuzdan dinleyeceğimiz şarkı gerçeğin şarkısı olacaktır.
Muammer Özergin; Türklerde Musiki Aletleri konulu araştırmalarında, Türklerin musiki aletlerinin en eski kalıntılarının 8. Yüzyılda başladığını söylemiştir. Söz konusu aletlerin Dümbelek, düdük ve bağlama olarak geliştiğini belirtmiştir. Bağlama gibi telli seslilerin ise ok atan yaydan geliştirildiği sanılmaktadır” demiştir.
İlk çağlarda Kopuz;
Orta çağlarda tambur veya tambure;
Daha sonralarıysa Bağlama (Divan, bağlama ve Cura) olarak gelişim göstermiştir.
(Kaynak; Alevilikte Ön Bilgiler ve Cem, Zakirlik; Gürani DOĞAN; Can Yay. 1998 sayfa 134-135)
Dünyaya bakışınız, insan, tabiat hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Dünyaya “sevgi” temelli bakıyorum. Dünya, tüm insanlığın ortak kullanım alanıdır.Bu ortak kullanım alanı yalnızca insanların değil, dünyayı var kılan en küçük zerreden, en büyük kayaya, dağa kadar; mikro canlıdan makro canlıya yani bir bakteriden, file kadar, börtü böcekten, çamlara, ardıçlara, kuşlara vs. kadar her şeyin ortak alanıdır. O halde, dünyada var olan her şeye sevgiyle yaklaşmak ve onları doğallığı içinde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Dünyada var olan nimetin herkese pay edilmesini, aç-yoksul kimsenin kalmaması, herkesin düşüncesini özgürce dile getirdiği, kimsenin kimseyi sömürmediği, inancın çıkarlar için kullanılmadığı, hiç kimsenin kendisini “merkeze” koyarak, diğerini yok saymadığı vs. bir dünya özlemim vardır ve derim ki: “Dünya ne senin ne benim/Dünya herkesin dünyası…
Aldığınız herhangi bir ödül var mı?
Eğer ödül sayılacaksa, bugüne kadar, katıldığım panellerde ve etkinliklerde aldığım 10’dan fazla plâketim vardır.
Yayımlanmış kitabınız var mı? Kasetiniz var mı?
Yayınlanmış 11 adet kitabım 15 adet kitapçığım vardır. Eserlerim şunlardır:
1-) Âşık Mahzuni Şerif; Yaşamı,- Sanatı ve Eserleri. Ürün Yay. Ankara, 1997.
2-) Mahzuni Felsefesi. Sanat Yapıtları, Ankara, 2005.
3-) Muhlis Akarsu; Yaşamı, Sanatı ve Eserleri. Can Yay. İstanbul, 2006.
4-) Derinliklerin Ozanı Âşık Daimi; Can yay. İstanbul, 2008.
5-) Yedi Ulu Ozan, Can Yay. İstanbul, 2009.
6-) Alevi-Bektaşi Edebiyatı ve Etkili Ozanları (yedi ulular dışında), Can Yay. İstanbul, 2011. (Okmeydanı Hacı Bektaş Veli Anadolu Klt. Vakfı Katkısıyla.)
7-) Tamey'in Kitabı (Bir Anadolu Kadının Yaşamı, Biyografi ve anı).AFG Matbası, Ankara, 2011.
8-) İsbir Özgür; Yaşamı, hakkında söylenenler, anılar ve şiirler. (Biyoğrafi), AFG Matbaası, Ankara, 2011.
9-) Sivas Kıyımı ve Sivas Gerçeği. Can Yay. İstanbul, 2012.
10-) Hal Söyler Dilimiz (Zamanım) Şiirler; Can Yay. 2103.
11-) Alevilik Temel Eğitim Dersleri, Şah Kulu Dergâhı, 2014, cilt 1.
CEP KİTAPLARI (KİTAPÇIKLAR)
Okmeydanı, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfının katkılarıyla çıkarılan kitapçıklar.)
1-) Alevilik Seti (Kitapçıklar)
a-) Alevilik nedir? Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
b-) Hacı Bektaş Veli; Yaşamı-İnancı ve öğretisi. Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
c-) Hızır Tapımı ve Alevilik-Bektaşilikte Hızır Tapımı. Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
d-) Yedi Ulu Ozan. (Özet), Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
2-) Şahkulu Dergâhı’nın katkılarıyla çıkarılan kitapçıklar.
a-) Bütüncül Yönleriyle Alevilik; İstanbul Ofset Bas. 2012.
b-) Fuzuli. İstanbul Ofset Bas.2012.
c-) Kul Himmet, İstanbul Ofset Bas. 2012.
d-) Ozan ve Âşık Kimdir, Ozanlık Nedir. İstanbul Ofset Bas. 2012.
e-) Pir Sultan Abdal, İstanbul Ofset Bas. 2012.
f-) Şah Hatayi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
g-) Virani, İstanbul Ofset Bas.2012.
h-) Bâtınlikte Sayıların Anlamı ve Yedi Sayısı, İstanbul Ofset Bas.2012.
ı-) Yemini, İstanbul Ofset Bas. 2012.
i-) Şeyh Bedreddin Simavi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
j-) Seyyid İmameddin Nesimi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
-Nejat Birdoğan Anısına, Gülyüzlüm Merhaba, Alev Yay. İstanbul, 2008. Bu kitapta, (161-191 sayfalar da yayınlanmış) 30 sayfalık bir inceleme yazısı.
- Irene Melikoff, Uyur idik Uyardılar (Haz. Esat Korkmaz, Demos Yay. İstanbul, 2009. Bu kitapta, (73-80 sayfalarda yayınlanmış) 7 sayfalık bir tanıtım yazısı.
Anadolu Aleviliği hakkındaki fikirleriniz, bilgileriniz nelerdir?
Alevilik, her şeyden önce muhalif bir inanç ve merkezi olana karşı gelişen bir öğreti olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, Alevilik, insanlık var olduğundan bu yana bir toplumsal anlayış ve bir felsefi inanç boyutuyla varlaşmış ve bugüne kadar da gelmiştir.
Alevilik, insanlığın, var olduğundan bu yana geliştirmiş olduğu en geçerli, en temel ve en güzel değerleri özüne katarak, o değerleri yaşatmaya çalışan, en insani değerlere sahip çıkan ve onları yaşamın pratiğinde savunan bir inanç ve öğretidir. İnancı akla taşıyan, çağı okuyan, geçmişin en üstün değerlerine sahip çıkan, çağdaş değerleri önemseyen; bilimi, aklı ve mantığı, fiziksel dünyanın verilerini vs gerçeklik olarak gören; inancı insanın iç dünyasına indirgeyerek, insanla Tanrı’yı buluşturmayı isteyen ve Tanrı’nın bilinebileceğini savlayan vs bir Bâtıni inanç ve öğretidir. Bundan dolayı da hiçbir dinin içine sığdırılacak kadar da sınırlı değildir.
Alevilik genel olarak Teozofik düşünceyle beslenmiş ve düşünsel gıdasını bilgelerden, velilerden ve mürşitlerden almıştır. Teosofik düşüncenin en önemli yanı Tanrı’nın bilinebileceğine dönük anlayışıdır. Bu düşünceye göre, Tanrı, doğanın her olgusunda ve yapısında mevcut olan özdür. O halde, Tanrı, doğanın ve dolayısıyla insanın dışında değil içindedir. İç, öz bilinirse Tanrı da bilinir. Alevilik bu düşünsel yapı üzerinden gelişmiş ve beden bulmuştur.
O halde özetlersek;
Alevi-Bektaşilik:
-Bâtıni (gizemci) -tasavvufi ve gnostik (derin ve içsel bilgi) bir inanç; dünyevi, akli ve seküler (çağdaş) bir öğreti; eşitlikçi-paylaşımcı bir toplumsal anlayıştır. Bu öğreti şiiri, müziği, (sazı-sözü), kısacası sanatı içselleştiren ve öğretisini sanatla ortaya koyan, bilgiye değer veren ve bilgiyi herkese ulaştırmayı hedefleyen bir aydınlık yoldur. Alevilik, inancı akla taşıyarak bilime, akla-mantığa uymayanları eleyen; bilgelerin, ozanların, düşün insanlarının, velilerin, pirlerin, dervişlerin vs. ortaya koyduğu kendine özgü bir inanç ve öğretidir. Bütün düşünsel değerlerini ve ritüellerini Cem’de yaşatan ve Dört Kapı- Kırk Makam’la bütünsel yapısını ortaya koyan bir inançtır.
Alevilik, temel öğretisini ve inancını yaşamın pratiğinden almıştır. O ne bir mezhep, ne bir tarikattır. Çünkü hiçbir mezhebin ve tarikatın dar kalıpları içine sığdırılamaz. Yaşamla bütünleşen, insani değerleri öne çıkaran, çağın değerlerini yaşayan ve yaşatan bir yol, düşünce, inanç ve içinde gizemsel iletiler de taşıyan bir bilgeler öğretisidir.
Yakan, yıkan, korkutan, cehennem narına atan vs. bir Tanrı anlayışını dışlayan; koruyucu, zenginlik sunucu, yardım edici, güzelliği ve iyiliği var edici vs. bir Tanrı anlayışını savunan bir inançtır.
Anadolu Aleviliğinin temel yapısı budur.
Sizce Hz. Ali nasıl bir insandı, en önemli özellikleri nelerdir?
Hz. Ali, Alevilerin ütopyalarının kimliklendirildiği bir ulu kişiliktir. Bu anlamda, Aleviliğin tüm insani ve inançsal değerleri Hz. Ali’nin kimliğinde toplanmıştır.
Buna göre; iyilik, dayanışma, barış, hoşgörü, sevgi, muhabbet, var edici enerji, güç, evrensel oluşum, vs. Hz. Ali’dedir. Hz. Ali ışıktır (nurdur), tüm gizli bilgiler ondadır, o Kuran-ı natıktır (konuşan Kuran’dır), Tanrı Ali’nin bedeninde açığa çıkmıştır, vs. Böylece Alevilik, geçmişten bugüne kadar taşıyıp getirdiği en üstün değerleri, Hz. Ali’nin kimliğinde bedenleştirmiştir.
Gerçekten de, Hz. Ali, kişilik olarak, barışçı, paylaşımcı, zeki, cesur, haktan ve hukuktan yana olan bir insandı. O, her zaman ezilen insanların safında yer aldı. Bu anlamda da İslam uygarlığında Hz. Ali, ezilen kesimin temsilcisi olmuştur. Öyle ki, aklı, bilimi, felsefeyi görüşlerinin temeline koyan insanlar veya toplumsal kesimler Hz. Ali’nin kimliği üzerinden hareket ederek O’nu kendilerine dayanak oluşturmuşlardır.
Bunu yapmalarının da dirimsel temelleri vardır. Çünkü Hz. Ali, bilgili ve olgun bir kişiliğe sahipti. Hırsı ve nefsi kendisi için kullanmıyordu. Her zaman toplumsal yararı gözeten davranışları vardı. İnandığı değerler uğruna gözünü kırpmadan mücadele eden bir insandı.
Hz. Ali, aklı öne geçiren bir insandı.
Hz. Ali, iyi huylu, temiz ahlaklıydı.
Hz. Ali, yardımseverliği, dostluğu temel alan bir anlayışa sahipti.
Hz. Ali, toplum yararına olan değerleri savunurdu.
Hz. Ali, mazlumdan ve ezilenden yanaydı.
İşte tüm bu değerleri savunduğundan dolayı, Hz. Ali’ye halifelik verilmek istenmedi. Hz. Muhammed’in isteği bile uygulanmayarak onun yönetime gelmesi hep engellendi. Bunu engelleyenler Ümmiye kabilesinin egemenleriydi. Yani Emevi ailesiydi. Emeviler, savaşlarda gasp ettikleri malı, eşyayı, parayı hep kendi yandaşlarına ve ailelerine dağıtarak halka zulüm etmişti.
Bu durum Hz. Ali’ye olan ilgiyi arttırmış ve tarihsel süreçte de Hz. Ali ezilen insanların simgesi, önderi yapmıştır. Hz. Ali Muhaliflerin sesi ve enerjisi olmuştur.
Kendisi de muhalif bir inanç ve öğreti olan Aleviliğin Hz. Ali’yle buluşması diyalektik bir olgudur ve olması gerekendir.
Kerbelâ ve Hz. Hüseyin için neler söyleyeceksiniz? Niçin tüm Alevi - Bektaşi ozanları Kerbelâ için matem şiirleri yazmışlardır? Kerbelâ Olayı size ne ifade ediyor?
Kerbelâ, insanlığın dramıdır.
Kerbelâ, acıdır, hüzündür.
Kerbelâ, zulümdür, kıyımdır.
Kerbelâ, eziyettir, gaddarlıktır.
Kerbelâ, görüntüsü insan ama kendisi insan olamamışların başvurduğu şiddettir,
cebirdir vs..
Kerbelâ, zalime başkaldırıdır. Güçlünün karşısında susmamak ve korkmamaktır.
Kerbelâ, zulüm’e direnmek ve onu yok etmek için savaşım vermektir.
Kerbelâ, zalimliğin, baskının, doruk noktasıdır.
Kısacası Kerbelâ, insan olanlarla, insan görünümlü insan olamamışlar arasında ki mücadeledir.
Kerbelâ, bu mücadele sırasında zalim Yezit ve onun yandaşlarının yaptıkları insanlık dışı uygulamalarla, acımasızca şehit edilen Hz. Hüseyin ve dostlarının simgesel adıdır.
Kerbelâ, zalime asla biat edilmeyeceğinin göstergesidir.
Alevilik inancında Kerbelâ Olayı büyük bir öneme haizdir. Çünkü orada bir insanlık dramı yaşanmıştır. Aleviler bu drama duyarsız kalamazlardı.
Aleviler, dünyanın neresinde olursa olsun, adları ne olursa olsun, Hz. Hüseyin’e bağlıdırlar. Onun için oruç tutarlar, yas tutarlar. Onun çektiği acıları bir nebze de olsa hissetmek için çile çekerler.
Aleviler sadece yas tutarak İmam Hüseyin’i anmazlar. Aynı zamanda ondan her defasından bir şeyler öğrenirler. Dünya döndükçe, insanlar var oldukça Kerbelâ unutulmayacaktır. Çünkü insan olmak, zalime başkaldırmak, mazlumun yanında olmakla eşdeğerdir. İşte Alevilik de bunu yapıyor.
Kerbelâ’nın anlamı iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada kutsallığı, mazlumu, aydınlığı temsil etmektedir.
Alevilik de şiir ve müzik olmazsa olmazdır. Alevi düşün dünyası şiir çok temeldir ve bütün düşünsel besinler ve yol bilgileri şiirlerle anlatılır ve geleceğe aktarılır. Dolayısıyla, Kerbelâ olayı da ozanların dizelerinde her zaman işlenmiş ve her Alevi ozanının şiirinde yer almıştır.
Mersiye, ağıttır. Ağıt, acıların, hüzünlerin, sızıların, duyguların vs. yansıtılmasıdır. Mersiye, Kerbelâ’ya duyulan acının sunulmasıdır. Cem’lerde, Hz. Hüseyin’i anmak için mersiyeler okunur ve orada bulunan canlar Hz. Hüseyin’in ve kerbelâ da şehit düşünlerin acısını iç dünyalarında yaşarlar ve onları yaşatırlar.
Alevi - Sünni farklılaşması ve Alevilerle Sünniler arasındaki kaynaşma hakkında neler düşünüyorsunuz?
ALEVİLİKLE, SUNNİ İSLAM ARASINDAKİ FARKLAR
1-Alevilik, tasavvufi batini yorumu esas alır. Sunilik Ehl-i Sünnet’e uyar.
2- Alevilik, Ehl-i Beyt’e ve Hz. Ali’ye bağlıdır. Sünnilik, dört halifeyi de önemser.
3- Alevilik, sevgi ve aşk ile Hakk’a gitmeyi esas alır ve bu anlamda ibadeti öze indirger. Sunilikse pratik ibadete önem verir.
4-Alevilikte 4 kapı 40 makam, 3 sünnet, 7 farz, 12 erkân vardır. Sünnilik de 5 vakit namaz, İslam’ın 5 şartı, imanın 6 şartı vardır.
5- Alevilikte de Hac, zekât (paylaşım) vardır. Sünnilikte de bunlar vardır. Ama uygulamaları ve anlamları farklıdır.
-Alevilikte, hac anlayışı gönülleri fethetmektir.
-Alevilikte, zekât değil paylaşım vardır.
-Alevilerde, cem vardır. Secde âdemedir. İbadetinde musiki ve aşk vardır.
-Alevilikte, Kâbe gönüldür.
6- Alevilikte Muharrem orucu, Hızır orucu, 48 Perşembe orucu, Nevruz bayramı vardır. Sünnilikte Ramazan Orucu vardır.
7-Alevilikte Cem Töreni ve niyaz vardır. Sünni inancında bunlar yoktur.
Doğa da ve makro evrende tek bir gerçeklik yoktur. Bir bahçe de bile binlerce renkte çiçekler mevcuttur. Ama her çiçek kendi varlığıyla özgün, ortaya koymuş olduğu nesnellikle bir güzellik katmaktadır. Ama hepsinin toplamı da o bahçeyi oluşturur. Böylece “bir” ve “çokluk” bir arada bulunmaktadır.
Toplumlar da bir çiçek bahçesi gibi düşünülmelidir ve her topluluk, toplumu oluşturan özgün bir parça (her parça farklı bir kimlik ve beden) yani çokluk ve her toplum da yüzlerce farklı özgün yapıdan oluşan bir bütündür. Bu topluluklar barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşayabilirler. Yeter ki bu bilince ulaşabilsinler. Bir arada kardeşçe yaşamanın sırrı, bilinçli olmakla, kendisi dışında başka gerçekliklerin olduğu bilinirse olasıdır. Önemli olan bu bilince ulaşmaktır.
Bu bilince ulaşınca Alevi de, Sünni de, Yahudi de vs. bir arada yaşamasını bilir.
Tasavvuf hakkında neler söyleyeceksiniz?
Tasavvuf, Tanrı ile evrenin birliğini savunur. Alevi Tasavvufu, bir yaratılışı ön görmez. Alevi öğretisinde, yaratma eylemi yoktur. Alevi Teolojisi, evrenin, var olandan (Tanrı’dan) fışkırarak oluştuğunu öne sürer. Buna göre, evren, Tanrı’nın açığa çıkmasıyla oluşmuştur. Buna “Sudur” denir. Sudur öğretisine göre, doğa, Tanrı’nın görünüşe çıkarak var olmuştur. Tanrı’nın açığa çıkışı bir çağlayanda, boranca akan suyun fışkırması şeklindedir. Tasavvuf düşüncesi, fizikte ki “Kuantum Potansiyel Alanı” kuramına benzemektedir.
Fizikte Kuantum Potansiyeli kuramını ortaya atan Fizikçi David Bohm’a göre, Çevremizde bulunan tüm nesneler, varlıklar, olaylar, ayrı ve birbirinden bağımsız gibi görünseler de, bu sadece bir illüzyondur. Çünkü evren de bulunan tüm varlıklar birbirileriyle derin bir bağla bağlıdırlar. Her şey birbiriyle sonsuz bir birlik içindedir. Yok oluş da bir illüzyondur ve hiçbir şey yok olmamaktadır. Yok olduğunu sandığımız şey, sadece bizim görüş alnımızın dışına çıkmakta ve daha üst bir evrene geçmektedir.( Emel Keskinkılıç; Tanrı İnsan da Uyur, İnsan da Uyanır; Sınır Ötesi Yay.2012, 226).
Kuantum Potansiyeli kuramına göre, mikro evren de bir mekân, yer, biçim vs söz konusu değildir. Mekân, yer ancak makro evrende vardır. Kuantum evrende, her şey bir bütünlük içindedir. Bu anlamda Kuantum Potansiyelinde mekânsızlık ve bütünsellik geçerlidir ve bu kuantum alanıdır. Bu anlasa uzayın tamamıdır. Görünür evren, kimlik kazanmış ve biçim almış olan maddesel ortam veya mekân, Kuantum Potansiyel Alanının parçacık kazanmış ve görünür olmuş durumudur. Bu anlamda bu kuram, görünür evrenin üstünde, görülmeyen, algılanmayan gizli-kapalı başka evrenlerin olduğunu ortaya koyan bir kuramdır.
İşte tasavvuf, görünür âlem dışında, görülmeyen âlemlerinde olduğunu ortaya koyan, söz konusu âleme ulaşılabilineceğini söyleyen, bir düşünsel, derin algılar yolculuğudur.
Alevilikte, tasavvuf anlayışı çok önemlidir. Aleviliğin tüm yapısını, iskeletini
Tasavvuf oluşturur. Alevi tasavvufu, tümevarımcı (yani varolandan hareket ederek, Tanrı’ya ulaşır) bir yöntem kullanır. Vahdet-i mevcutçudur. Buna göre vücut mevcuttan oluşur. Ama mevcutta vücuda dönüşür. Aslında ikisi birbirini var kılar. Ama insan bilincini vücuda taşıyan, mevcuttur der. Olgulardan, olaylardan hareket ederek, yani somuttan, soyuta vararak, oluşu çözümlemeye çalışır. Yöntemi akıl ve sezgidir.
Alevi-Bektaşi öğretisinde, var oluşun nedeni sevgiye bağlanır. Alevi tasavvufuna göre, Tanrı gizli bir hazineyken (Küntü Kenz) kendi kendine yabancıydı. Oysa Tanrı mutlak güzelliği, sevgiyi, bilgiyi kendi içinde barındırıyordu. Kendi gizliliğinin, kendisini göstermeye engel oluşturduğunu anladı ve kendine döndü. Tanrı kendine dönüşle güzelliğinin farkına vardı. Güzelliğini ortaya koymak ve bu yabancılaşmadan kurtulup kendini açığa çıkarmak istedi. Bu yüzden mutlak olandan, değişir olana yöneldi. Evren, Tanrı’nın mutlak olandan sıyrılıp, kendini açığa çıkarması, görünür olmak istemesiyle oluştu.
Alevi öğretisine göre, evren Tanrı’nın güzelliğini yansıtan bir aynadır. Yani Tanrı’nın kendisidir. Güzele âşık olan, güzel olanı seven kişi, aynı zamanda Tanrı’yı da sevmekte, Tanrı’ya âşık olmaktadır. Çünkü görünen her şey, Tanrı’nın yansımalarıdır. Evren, Tanrı’nın kendisidir. Evrenin tümü Tanrı, Tanrı ise evrenin tümüdür. Bu anlamda Tanrı evrenin dışında değildir.
Örneğin, bir bahçe de bulunan her bir çiçek, bir evren bir doğaysa; bahçe o her bir çiçeğin toplamıdır. Tüm parçacıklar bir bütünü oluştururken, bir bütünden de sonsuzca parçacıklar açığa çıkar. Burada bütün ve parçacıklar birbirinden ayrı değildir ve hepsinin kaynağı aynıdır. İşte tasavvuf, bütün ve parça ilişkisini ortaya koyan ve her bir zerrenin var olan bir kaynaktan oluştuğunu belirten bu ana kaynağın da “Tanrı” olduğunu söyleyen bir felsefi inançtır.
Tasavvuf, teozofik bilgeler tarafından ortaya konmuş ve bu bilgeler tarafından geliştirilmiştir.
Yunus Emre, Seyyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal gibi ozanların şiirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yukarıdaki ozanlar, teozofik ozanlardır. Bu ozanlar, ozan olmalarının ötesinde, birer bilgedirler. Bunlar, iç dünyalarında yaptıkları düşünsel yolculuklarıyla, derin ve sezgisel algılarıyla, normal insanların göremediklerini görebilmişlerdir. “Gizil Nesnellik” dediğimiz fizik biliminde “parçacıklar dünyası” denilen ve insanın duyu organlarına kapalı ve gizli olan ama varolan nice nesnelliğin farkına varmışlar ve onca “sırlı” değerlerin ortaya çıkmasını sağlayarak, o değerler içerisinde var olan potansiyel enerjileri keşfederek, onları insanlığın hizmetine sunmaya çalışmışlardır.
Bu ozan-bilgeler, Tanrı’nın, doğanın ve insanın bir bütün olduğunu, görünen evrenin dışında, farkına varamadığımız sınırsız gerçekliklerin bulunduğunu; ana kaynakta ne varsa, parçada da onun olduğunu ve dolayısıyla, bütünle-parçayı birbirinden ayrı düşünmenin yanlış olduğunu şiirleriyle dile getirmişlerdir. Bu ozan-bilgeler, “bütünü biliyorsak, zerreyi; zerreyi biliyorsak bütünü bilebiliriz; çünkü zerre neyse bütün, bütün neyse zerre de odur” demişlerdir. Bu anlmada da, insan da Tanrı’nın bir parçasıdır diyerek, insanı Tanrı’dan ayrı düşünmemişlerdir. Bu düşünsel boyutun vardığı son nokta; Tanrı bilinebilir; yeter ki gerekli bilince ulaşılabilsin…
Ben, söz konusu bu ozan-bilgelerin şiirlerini incelediğimde, o dizelerde ki felsefi Derinliği görebiliyorum. Bu derinliği fark eden herkes bunu bilir.
Sizce bu isimler neden ölümsüzler arasına katılmışlardır?
Bir şey, eğer bir şey, bir başka şeyi besliyorsa, başka şeylere enerji veriyorsa, bir
başka şeylere eylemsellik katıyorsa o ölümsüzdür. Çünkü o, bir başka şeyde yaşıyor demektir. Esasında evrenin bütünü ölümsüzdür. Çünkü her şeyi besliyor. Çünkü her şey enerjidir ve gördüğümüz, algıladığımız bütün mevcudat da “enerjinin farklı yoğunlukta ki halleridir”. Toplumsal anlamda da bu böyledir. Toplumsal düşünce, kültürel her olgu, insansaldır ve her kültürel değer, kendisinden önce varlaşan başka değerlerden beslenir. İşte, Bu ozan-bilgeler, kültürel besin kaynaklarının içinde, en üst noktalarda yer edinmiş olan ve kendilerinden sonra gelen insanlara düşünsel boyutlar kazandırmış, değerler yüklemiş ve önemli besinler sunmuş olduklarından, düşünsel dünyada da “ölümsüzleşmişlerdir”.
Bir ozanın, bir bilgenin düşüncesi, başka insanlar da yaşıyorsa, o ozan veya bilge de o düşünce de yaşıyor demektir. Örneğin “Bir ben var, O da benden içeri” dediğimiz de, hem bilincimize Yunus Emre gelir. O dizeyle birlikte Yunus’un ismi de belleğimizde yeniden uyanır. Örneğin, “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” dizesini okuduğumuzda, bu dizeleri ortaya koymuş olan Pir Sultan Abdal, zihnimizde uyanır ve yeniden doğar. Vs…
Bu sözler veya dizeler aynı zamanda insanların, toplumsal yaşamda ki davranışlarına, düşünsel yapılarına da etkide bulunur ve onların kendilerini toplumsal olaylar karşısında nasıl davranış göstereceklerinin de “ışığı” olurlar. Böylece, ozanların ve bilgelerin ortaya koymuş oldukları değerler, insanlara aydınlık sağlarlar ve bunlar da insanların kendilerini denetleme ve test etme olanağı sağlarlar. İşte “ölümsüzlük” buradadır.
Atatürk ismi size neyi ifade ediyor? Atatürk’ün Türk insanına getirdikleri nelerdir?
Atatürk, Türkiye Cumhuriyet’inin bütünsel bedenidir. Laik Cumhuriyetin, düşünsel ve üstün değerlerin varlaşmasını, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerde bulmak olasıdır. Bu anlam da Atatürk, bu ülkenin enerjisi, kurucusu, yansıtıcısı, bütünleyeni ve sürdürücüsü olmuştur.
Atatürk, yaşadığı çağın büyük devrimcilerinden birisidir. Atatürk’ü bütüncül
yönleriyle anlamak için “aydın” olmak gerekir. Aydın, önyargısız bakan, olguları ve olayları bağıntıları içinde görebilen, bir gerçekliği “bölüp/parçalamadan” onun bütünselliğini yansıtacak şekilde ele alan vs bir insandır.
Aydın; yaşadığı evreni, dünyayı, toplumu ve insanı tanıyan veya tanımaya çalışan insandır.
Aydın, çağının sorunlarına eğilen, bu sorunları araştıran, olay ve olgular arasında ki nedensellikleri kurabilen; var olan sorunlar karşısında çözüm üreten veya üretmeye çalışan, toplumsal değerleri sorgulayan ve bulduğu çözümleri tüm insanlığın yararına kullandırılmasını sağlayan ya da sağlamaya çalışan insandır. Aydının yönü ve duruşu her zaman ileriye doğrudur. Bu anlamda da aydın devrimci ve ilerici görüşleri benimseyen kişidir.
Aydın insanın düşünsel alanı geniş, kavrama yetisi ve sezgisel gücü gelişmiştir. Aydın geçmişi araştıran, bugünü doğru yaşayan ve gelecek konusunda sözü olan bir bilinç taşır.
Aydın karanlık ve aydınlık arasında ki savaşımda aydınlıktan yana tavır geliştiren olmalıdır.
Aydın, duruşu halkın yararına olan bir duruştur. Sömürüye, zalime, yoksulluğa ve her türlü haksızlığa karşı koyandır aydın.
Aydın, toplumun öncüsü olan, toplumu dönüştüren, bilimsel düşünen, derin felsefi görüşleri olan, sorgulayan, araştıran, yaşanılanların farkında olan, dünü bilen, bugünü yaşayan, geleceği kuran, kendinden çok toplumun yararını düşünen, kendini aşan, topluma örnek olan, topluma ışık saçan… insandır.
Bu anlamda Atatürk, gerçekleştirdiği devrimlerle gerçek bir aydın olduğunu göstermiştir. Çünkü aydın olmak, aynı zamanda toplumu ileriye taşıyacak toplumsal kurumları gerçekleştirmekle eşdeğerlidir.
Aydın, ileri görebilen ve geleceği tasarımlayan ve tasarımladığı şeyleri pratiğe uygulayan; yani düşündüklerini eyleme dönüştüren insandır. Ama her eylem, her görüş ve düşünce “aydın” kavramıyla uyuşmaz. Burada kıstas; yapılan eylemin, gerçekleştirilen olgunun toplumu öncekinden daha ileriye taşıyorsa doğrudur. Aydın olmakla, entelektüel olmak arasında ki en önemli farklılık budur.
Şu bir gerçek ki aydını olmayan bir ülkenin veya bir toplumun geleceği de karanlık olur.
Aydını olmayan bir toplumun devimimi ve dönüşümü çok uzun bir süreç alır.
Aydını olmayan bir toplumun insanları edilgen ve kaderci olur.
Aydını olmayan bir toplum, demokrasiyi yaşayamaz. Bilimi, sanatı, bilişimi, felsefeyi toplumsal yaşamın hücrelerine işleyemez.
Aydınlığı yaşayamayan bir ülkede çağdaş değerler oluşturulamaz.
Aydınlanmadan ve aydından korkan yöneticilerin uzun süre bulunduğu bir ülke gelişmesini gerçekleştiremez. Başkalarının maşası ve güdümlüsü olur.
Aydın, sorgulayan, araştıran, yargılayan, tartışan ve kafa yorandır. Bugün demokrasi adına ortaçağ karanlığını savunanlar kendilerini “aydın” diye sunuyorlar. Oysa bunlar entelektüel olabilir ama “aydın” olamazlar. Toplumu çağdaş dünyadan geriye taşıyacak olan hiçbir eylem, görüş ve düşünce “aydın” kavramı içinde değerlendirilemez.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da Atatürk önderliğinde Laik bir Cumhuriyet kuruldu. Ardından da birçok Devrimler gerçekleştirildi. Bu devrim aslında Avrupa'da 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşen "Rönesans" hareketinin "Anadolu" da yaşam bulmasını sağlayan bir devrimdi.
Yani "Kemalist Devrim" dediğimiz şey bir "Aydınlanma" hareketidir.
Aydınlama Hareketi, Avrupa'da gelişen reformlar sonucunda "Halk Hareketleriyle" gerçekleşmiştir. Yani Avrupa’da Rönesans aşağıdan yukarıya doğru ve halkın bu hareketleri sahiplenmesiyle varlaşmıştır. Oysa Anadolu'da "Aydınlanma Devrimi" yukarıdan aşağıya yapılan devrimler sonucunda gerçekleşmiştir. Bu da sancılı olmuştur ve bundan dolayı da birçok sorunlarla karşılaşılmıştır. Yani “Anadolu Aydınlanması” çok acılı ve zorlu bir konumda, kendini var etmenin koşullarını yaratmaya çalışmıştır.
Atatürk Devrimlerinin özü, seküler ve çağdaş bir toplum yaratma düşüncesine dayanır. Ortaçağın bütün karanlıklarını aşmak ve insanı insanlaştıracak olan üstün insani değerleri toplumun en geçerli değerleri yapmak, bu devrimlerin ana mantığını oluşturmuştur.
Avrupa Seküler (dünyasal, çağdaş) bir toplum anlayışını yaşama geçirmiş yani dünyasallaşmayı sağlamıştır. Bu nedenle de inançla, dış gerçekliği birbirinden ayırmayı başarabilmiştir. Artık o ülkelerde "Din" egemenliğinde bir yönetimin gelme olasılığı bugünkü koşullarda olanaksızdır. Çünkü halk "Kilisenin" egemenliğini yıkmıştır. Bu yönüyle de inancı vicdanlara indirmesini bilmiştir.
Oysa İslam ülkelerinde dünyasallaşama dediğimiz olgu yani çağdaşlaşma (Sekülerizm) gerçekleştirilememiştir. İnanç yaşamı belirleyen en önemli güç olma özelliğini sürdürmüştür ve sürdürmektedir. Onun için ülkemiz Seküler bir toplum olmadığından, toplumu Seküler kılabilmek için Laiklik anlayışı geçerli kılınmıştır. Laiklik, insanımızı ve toplumumuzu çağdaşlaştırma, özgürleştirme eylemidir. İnanç ağırlıklı yapıdan, aklı öne geçiren bir anlayışı geçerli kılmanın yöntemidir. Bu da kişiyi özgürleştirme, kişiyi kendin kılmanın en önemli ayağıdır.
Anadolu Aydınlaması (Atatürk Devrim ve İlkeleri) özünde insanımızı dünyasallaştırma, çağdaşlaştırma hareketidir. Ama ne yazık ki, bu devrimler 1946’lı yıllardan itibaren “karşı devrimci” hareketler sonucunda tam başarıya ulaşamamıştır. Eğer bu “Devrimlere” sahip çıkılmazsa ve “Aydınlanma” eylemi devam ettirilmezse her an geriye (Şeriat”a, Din Devletine) dönüş söz konusudur. Bu durum günümüzde (2014) de geçerlidir.
Çünkü İslam bir "Devlet" dini olarak doğmuştur. İslam'ın hem ekonomik, hem Hukuk, hem politik ve hem de belirli bir toplum modeli vardır. İşte kimilerinin anlayamadığı veya anlamak istemediği de budur.
Atatürk, tam anlamıyla “aydın” kavramının içini dolduran bir insandır. Çünkü gerçekleştirdiği her eylem, savunduğu her görüş ve düşünce, toplumu bulunduğu konumdan çok daha ileriye taşımak olmuştur ve de bu söylediklerini yaşama geçirmiştir.
Aydın, eylemcidir. Yaşamı dönüştüren ve yaşama yeni şeyler katandı.
Bu Tanım tam da Atatürk’e yakışmaktadır.
Türkiye’nin geri kalmışlığını nelere bağlıyorsunuz?
Türkiye’nin geri kalmışlığı, hayatın pratiğini okuyamayan, bilimsel düşünceye kendisini kapatmış olan; her toplumsal olayı ve olguyu “iman ve inanç” temelin de arayan; aklı ve bilimi dışlayan; sanata hor bakan; çağın değerlerine yabancılaşmış olan ve büyük bir yoğunlukla gelenekten beslenen vs. bir toplumsal model de ve çapsız yöneticilerde aramak gerekir. Ülkemizde de olan budur. Tarihe bakıldığında bu görülecektir. Bilime, akla ve tekniğe önem verenler ilerlemiş, aydınlık ve çağcıl değerlerin oluşmasına katkı sağlamışlar bu değerleri dışlayanlar geri kalmışlardır. Bugün bile bakabilen göz ve bilinç, bu gerçeği açıkça görebilir. Bir Ortadoğu’nun durumuna bir de gelişmiş ülkelerin konumuna bakın…
Sizce bu toplumu neler değiştirebilir?
Bilim, akıl ve yetişmiş, teknik yönü ileri seviyeye ulaşmış bir bilinç ve çağdaş değerler, bir toplumu ileriye taşıyan en büyük motor güçtürler. Bütün bunların ana kaynağıysa “akıldır”. Aklı dışlayanlar, başkalarına bağımlı kalanlardır. Tarihin sayfaları bu gerçeklikle doludur. Bu anlamda laboratuardır. Bu anlamda deneylerle, testlerle doludur. Nerede akıl öne geçmiş orada ilerleme ve gelişme olmuştur. Nerede “dinsel ve geleneksel değerler” öne geçmiş, o toplumlar geri kalmışlardır. Dünya bunun örnekleriyle doludur. Hiç uzaklara gitmeye gerek yoktur; bugünkü dünyaya bakın, bu gerçeklik hemen görülecektir.
Şu bilinmelidir ki, dünya da hiçbir kimse “imanla, inança” bir uçağı yapamaz ve uzaya bir araç gönderemez. Ama “akıl- bilim ve teknik” gönderir.
Sizce demokrasi nedir? Gerçek bir demokrasinin yaşabilmesinin şartları nedir?
Demokrasiyi anlamak için, öncelikle bu sözcüğün etimolojisine bakmak gerekir. Demokrasi, yunanca “Demos”(Halk) ve “Kratos” (İktidar) sözcüklerinden oluşan ve halkın iktidarı anlamına gelen bir sözcüktür. Demokrasi, günümüz dünyasında ulaşılmış olan en ideal yönetimdir. Demokrasi, Cumhuriyet’in şekilselliğini ortadan kaldıran ve ona nitelik kazandıran özdür. Özdür çünkü demokrasi daha çok uygulamayla ilgilidir.
Bir devletin Cumhuriyet’le yönetilmesi o toplumun çağdaş insanlığın değerleriyle yönetildiği anlamına gelmez. Sorulması gereken şey “Nasıl bir Cumhuriyet” sorusudur. İşte bu “Nasıl Cumhuriyet” sorusu o Cumhuriyetin niteliğini de belirler. Bu sorunun yanıtı eğer “Demokratik Cumhuriyet” ise; o zaman da Demokratik Cumhuriyet’in olmazsa olmazlarının geçerli olup olmadığına bakılır.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; Laiklik yoksa o Cumhuriyet demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; halkın örgütlenme özgürlüğü yoksa o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; yönetim denetlenmiyorsa, halk yönetime katılamıyorsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; halk kendi geleceğine kendisi karar veremiyorsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer bilimsel ve akla dayanan bir eğitim sistemi yoksa orada çağdaş bireyler oluşturulamaz. Çağdaş düşünceye sahip olamayan bireylerle Demokratik Cumhuriyet korunamaz. Çağdaş düşünce ve çağdaş değerler egemen değilse, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer bilgi üretme, bilgi edinme, bilgi sağlama ve bilgiyi aktarma yoksa o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer kurumlar ve kurumların kuralları herkes için aynı derecede uygulanmıyorsa, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer var olan kaynaklar üretime yönlendirilmiyorsa, yoksulluk ve yoksunluk artacağından; yoksulluğun var olduğu böylesi bir Cumhuriyet asla Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer yapılan bütçe “halk için” yapılmıyorsa; üretilen katma değer adilce pay edilmiyorsa ve üretime katılan halk; tüketim aşmasında söz sahibi değilse; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; azınlıkta olanlara, çoğunluğun baskısı varsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz. Çünkü demokrasi aynı zamanda “azınlıkların” da hakkının korunduğu yönetimdir.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; erdemli olmak en temel niteliktir. Eğer, erdemli, ahlaklı, başkalarının haklarına saygı gösterme, sevgi, barış, dostluk... v.s gibi değerler geçerli değilse, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer hoş görü kültürü egemen değilse; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Atatürk; "Cumhuriyet erdemli bir ahlaka dayanan yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir... Cumhuriyet yönetimi erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. " sözleriyle bizlere Cumhuriyetin niteliklerini öz bir şekilde dile getirmiştir.
Cumhuriyet’in demokratik Cumhuriyet olabilmesi için, laikliğin bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi ve (özgürlük, eşitlik, dayanışma, insan hakları, güven, iş, vs) gibi çağdaş değerlerin geçerli kılınması gerekmektedir. Laiklik olmadan, üretmeden, adil paylaşım sağlanmadan, özgürlük sağlanmadan, açlık-yoksulluk vs ortadan kaldırılmadan bir birey, bir toplum, bir yönetim asla “demokratik kılınamaz.
Sizce Halk Ozanları toplumsal olarak ne gibi işlevleri yerine getirmişlerdir?
En önemli işlevleri, halkın dilini kullanarak, onların sorunlarını dile getirmek ve Onların sözcüsü olmaktır. Halkın ozanı, halkın zihni, vicdanı, belleği ve konuşanıdır. Halkın ortak aklını ve ortak değerlerini ve de halkın çıkarlarını savunan, halka ışık olan ozanlar, onların güneşidir, ışığıdır.
Halk Ozanlığı geleneğinin günümüzde devam ettiğine inanıyor musunuz?
Evet, doğada boşluk yoktur ve toplumlarda da boşluk olmaz. Bu anlamda da biçim ve üslup değişse de, öz değişmez ve bu anlamda, halk ozanlığını sürdüren ozanlar vardır ve olacaktır da… Geçmişin halk ozanları daha çok köy kültüründen, gelenekten besleniyorlardı, günümüzün halk ozanlarıysa daha çok kent kültüründen ve çağdaş değerlerden beslenmektedirler.
Ama öz olarak, halkın sorunlarını dile getirmek, halka kendisini adamak ve halkın öncüsü olmak gibi işlevsellikler sürmektedir.
Hangi ozan ve ses sanatçılarıyla dostluğunuz var?
Mahzuni Şerif, en yakın tanıdığım ozanlardan birisiydi. Günümüzde birkaç ozan-sanatçıyla görüşüyorum. Berrin Sulari, Fevzi Kurtuluş, Ali Ekber Eren, Tuncelili Helin, Cem Çelebi hemen aklıma gelenler.
Sinemaya, tiyatroya gidiyor musunuz?
Çok fazla değil. Uzun süredir gitmiyorum.
Şimdiye kadar kaç Alevi - Bektaşi anma etkinliğine katıldınız?
Birçok etkinliğe, panele ve açık oturuma katıldım.
Halk ozanlarının genel sorunları sizce nelerdir? Çözümlenebilmesi için neler yapılmalıdır?
Halk ozanlarının en büyük sorunu, ilgisizlik ve ekonomik sıkıntılardır. Çözümü Çok zordur, çünkü gerçek bir halk ozanına egemen anlayış zaten destek vermez. Bu durumda halkın, ozanına sahip çıkması ve en azından onun albümlerini alarak dolaylı yollardan da olsa bir katkı sağlaması gerekir.
Ayhan can, bana iletmiş olduğun gönderiyi, olabildiğince yanıtlamaya çalıştım. Birbirine yakın gördüğüm soruları kaldırdım. Umarım, yararlı olmuştur.
Bu aralar yoğun olduğum için geciktirdim.
Hoşça kal…
Süleyman ZAMAN
17.09.2014
Görüşme tarihi: 12.09.2104
Nüfusa kayıtlı olduğu il: İstanbul
İlçe: Fatih
Köy: Keklikpınar (Ömeran, Sivas/Divriği)
Köyün hane sayısı: 35
Köyün nüfusu: 150
Köyde yaşayanların sayısı: 9
Şehre göç edenlerin sayısı: 141
Köyde konaklama yeri var mı? Varsa kaç kişiliktir? Yoktur.
Köyünüzü çevreleyen Alevi / Bektaşi köyleri var mıdır? Var.
Çevre köylerin dini inanışı (Adet olarak)
Alevi (7)
Bektaşi ( )
Alevi - Bektaşi ( )
Sünni (1 )
Çepni ( )
Tahtacı ( )
Türkmen (5)
Varsa Piriniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen Ocağı.
Rehberiniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen/Erzincan.
Mürşidiniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen Ocağına bağlı dedeler.
Varsa köyünüzdeki dergâhın ve türbenin adı: Yoktur.
Türbedeki zatın soyağacı, özellikleri: Yoktur.
Köyünüzdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Geleneksel yapı içinde kutsallık yüklenen Çınar ve Çam ağaçları ve bazı taşlar vardır.
Çevre köylerdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Tekke (Avşar) Köyünde; Hüseyin ABDAL
Hüseyin Abdal, Horasan’dan Anadolu’ya gelen ulu bir mürşittir. Anadolu’ya gelince Hace Bektaş Veli Dergâh’ına gitmiş ve burada uzun yıllar hizmet etmiştir. Daha sonra da Anadolu’yu aydınlatmak için yola koyulmuş, gezmiş, dolaşmış ve en sonunda Sivas’ın Diviği İlçesi’nin Tekke (Avşar veya Güvenkaya) köyüne gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Burada, kısa sürede insanların ilgisini çekmiş ve gösterdiği üstün nitelikli kişiliğiyle sevilmiş ve bıraktığı enerjiyle de ölümsüzleşmiştir. Hakk’a yürüdükten sonra da orada yaşayan halk, onun adına türbe yapmış ve onu ölümsüzleştirmiştir. Hüseyin Abdal, abdal yani ermişlik, velilik aşamasına ulaşmış bir ulu zattır. Hangi tarihlerde yaşadığı tam olarak bilinmemektedir. Yaşamı hakkında ki bilgiler tamamen rivayetlerden ibarettir. Ama önemli olan Hüseyin Abdal’ın bir mürşit veya “abdal (ermiş, Hak dostu) olduğu gerçeğidir.
Civar köylerdeki türbe, dergâh var mı? Yellice Köyü: Molla Yakup Türbesi
Türbedeki zatın soyağacı, özellikleri: Molla Yakup’un, XVl. Yüzyılda Yellice köyüne geldiği ve buraya yerleştiği, burada üstün bir kişilik gösteren bir derviş olduğu rivayet edilir. Hakkında çok fazla bir bilgi yoktur.
Köyünüzdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Yoktur.
Çevre köylerdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Yellice Köyü, Tekke Köyü.
Yörenizde bir kültür veya dini inançsal anma etkinliği yapılıyor mu? Yapılıyorsa, tarihi nedir? Tekke Köyün de Hüseyin Abdal etkinliği yapılmaktadır.
Etkinliğe kimler, hangi bölgelerden gelmektedirler? Çevre köylüler ve Hüseyin Abdal’a gönül gözüyle bağlı olan dostları gitmektedirler.
Eğitim durumunuz? Lise 2 terk.
Kaç yaşındasınız? 1956 doğumluyum ve şu an 58 yaşındayım.
Mesleğiniz ya da işiniz nedir? Emekliyim. Meslek olarak Kütüphanecilik ve Muhasebecilik yaptım.
BİLİN Kİ İŞTE O, GERÇEK BİR DOSTTUR
Uzak mekânlarda olsa da bile
Korumaklı hisle gelirse dile
Özünde yok ise bir katre hile
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Yaşama sevinci öze katarsa
Sevgi ışınını cana saçarsa
Zihninde inayet erki açarsa
Görün ki, işte o gerçek bir dosttur
Can olup bir cana, canan olursa
Sanal boyutunda meyler sunarsa
Sevgiyi akıtan kaynak pınarsa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Işınlar gönderip, erkler verirse
Zorda kaldığında sana gelirse
Ab-ı hayat olup, teni beslerse
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Arkadaş olup da eğer Maral’sa
Merhemler üretip, yara saransa
Uzamları aşıp cana varansa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Sevgisiz olanı özde kovarsa
Suna gibi su da yâri ararsa
Sevgi frekansı sevi sararsa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
ZAMANIM hayrandır, dostça sevene
Şüphe duymaz asla, dostça güvene
Açıktır sinesi dostça gelene
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur…
26.09.2014
İNSAN OLAN İNSAN GİBİ DAVRANIR
Ne demeli bunca zalim insana
Lanet olsun onca cana kıyana
Elbet cani denir, canlar alana
İnsan olan insan gibi davranır
Deryanın içinde küçük noktayım
Savaşla, açlıkla geçiyor çağım
Ölüyor çocuklar, talandır bağım
Meyveli ağaca herkes çullanır
Çekilmese açlık herkes tok olsa
İnsanlar, insanla dostluklar kursa
Dünyada muhabbet ve sevgi kalsa
Sevgi ortamında herkes dost kalır
Asla aklım ermez dalavereye
Bilmem ki insanlık gider nereye
İlaç bulunmaz ki yara bereye
İnsanlığı bozan, insan mı tanır?
Kobani’de zulüm almış yürümüş
İnsanlığa uzak, maske bürümüş
Kadın, çocuk yerlerinden sürülmüş
İnsanlıktan insan olan utanır
ZAMANIM insanı almalı temel
İnsanlığa hizmet olmalı emel
İyilik sunmalı hemen her amel
Erdemsiz kendini insan mı sanır?
29.09.2014
YAZAR VE HALK OZANI SÜLEYMAN ZAMAN’LA SÖYLEŞİ
Çalışmalarıyla, eserleriyle günümüzde Alevilik konularında bu arada özellikle halk ozanları ve günümüz halk ozanlarının yaşamları konularında önemli eserler yayınlayan aynı zamanda bir halk ozanı olan Süleyman Zaman’la yapılan detaylı görüşme…
Sizce “Halk Ozanlığı” neyi ifade ediyor?
Halk ozanı, halk bilim insanıdır. Halkın Konuşmayan sesi, ortaya koyamadığı belleği, açığa çıkaramadığı düşünsel besini ve gizil konumdaki enerjisidir. Ozan, halkın değerlerini kendi özünde taşıyan ve o özü korkusuzca dile getiren ve toplumun öncüsü olan bir insandır. Halk gibi konuşur, halk gibi düşünür ve halk gibi davranır. Ozan, yaşadığı dünyanın verilerini derin sezgisiyle görebilen, aşkın konumuna gelerek içsel algıyla çoğunluğun ulaşamadığı değerlere ulaşabilen, yaşadığı çağın değerlerini çözen ve tüm bunları halka sunan öncü bir kişiliktir.
Ozan, varlığını halkına adayan insandır. Bedel ödemeyen birisi ozan olamaz. Herkes âşık olabilir ama ozan olamaz. Çünkü ozan, doğanın düalist yapısını çözebilen, karşıtlıkların diyalektiğini kavrayabilen ve yaşadığı toplumsal yapının karşıtlıkları içinde, halkın yararına olan değerleri benimseyen ve bu değerleri cesaretle dile getiren ödünsüz insandır. İnsan yalnızca bir “aşk” varlığı değildir. İnsan, toplumsal bir varlıktır ve her toplum da küçük bir evrendir. Evrensel her yasa, toplumlar için de geçerlidir ve insanlar da bu yasaların belirlediği zora uyarlar. Bu yasalar ne diyor? Doğa da koas ve kozmos birlikte vardır. Aşk, kaostan kozmosa yani karmaşadan düzenliliğe ulaşma isteğidir. Ama kozmosa ulaşmak için emek harcamak, çaba göstermek ve zorlukları aşmak gerekir. Yoksa mistik bir anlayışla, çalışmadan, emek harcamadan hiçbir zor aşılamaz. Esasında hayat denilen şey, önümüze çıkan zorlukları aşma mücadelesidir. İşte ozan, bu mücadeleyi aşamanın mücadelesini veren insandır. Bu bağlamda “âşık”la, ozan arasında ki en büyük farklılık da budur.
Halk Ozanlığının tarihsel geçmişiyle ilgili bilgileriniz nelerdir? Halk Ozanlığı sizce ne zaman ve nasıl başlamıştır?
Ozan’ın Oğuzca bir sözcük olan “Ozmak” tan geldiğine dönük görüşler vardır.
Metin Turan’ın “Köprülü” den aktardığına göre Ozan sözcüğü ozmak kökünden gelmektedir. Ozmak sözü ileri gelmek, önce gelmek manasında bir sözdür” (Metin Turan; Ozanlık gelenekleri ve Türk Saz Şiiri; Ürün Yay. 3. Baskı 1997; 12 Sayfa). Bu bağlam da ozan, toplumun önünde giden, toplumu aydınlatan, öncü anlamına gelir.
Yine, oğuzca bir sözcük olan “Ozgan” da, ozan sözcüğünün kökeni olabilir. Çünkü OZGAN, öne geçen, birinci gelen anlamına gelir. Ozanlar da öncü insanlardır ve yol göstericidirler.
Ayrıca;
UZU: (Sümerce): Gelecekten haber verme.
USUYU: (Saka Türklerinde) şamanlara verilen isimdi.
U:S-UUS-UZ: (Yakut Türkleri) Ata anlamına gelmektedir. Ata ruhunun taşıyıcısı.
USUN: (Moğollarda); Kurban törenlerini yönetenler. Vs. gibi sözcükler de Ozan sözcüğünün etimolojik yapısına uygun düşmektedir.
Tüm bu sözcüklerin ortak özelliği, ozan sözcüğüne yüklenilen anlamlara uygun düşmektedir. Ozanlar, geçmişten bu yana, yukarıda sözcüklerin hemen hepsinin özelliklerini taşıyorlardı.
Celal Beydili şunları belirtiyor: Sümerlerde gelecekten haber veren anlamında “UZU” sözcüğü kullanılıyordu ve bu daha sonraları “ozan” sözcüğüne dönüşmüştür. Saka Türklerinde şamana “usuyu” deniliyordu. Yakut dilinde “u:s-uus-uz” cet (ata) anlamına geliyordu ve bu anlamda ozanın ata ruhlarının taşıyıcısı olarak değerlendiriliyordu. Moğollarda kurban törenlerinin yönetenlere “Usun” deniyordu. (Celal Beydili; Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük; Yurt Kit. 2004, Sayfa 449-450)
Ozanların mitolojiden beslenen bir yanı vardı. Çok eski dönemlerde doğanın dilini anlayan, ataların ruhlarıyla konuşan, gelecekten haber veren, yaşadığı dönemde olaylara yön veren, görünmeyen güçleri etkileyen, gelecekten haber veren; geçmişle-bugünü birbirine bağlayan…güçlü ve yetenekli insanlar olduğuna inanılırdı. Bu insanlar ululaştırılmıştı. İşte bunlara “ozan” dendi.
Korkut Ata; Kara Han, Oğuz Han… Destanlarında; Dede Korkut’un kitabı ozan dilidir.
Ozan; dinsel ayinleri yöneten; hastalara sağaltım veren, şifalar sunan; Tanrı’yla konuşan ve insanlarla-Ruhlar arasında bağ kuran, insanları eğlendiren düşündüren, ağlatan, güldüren; kopuz çalarak sözle-müziği birleştiren ve bu anlamda sözle ritmi buluşturan… bir bilgedir…
Türk topluluklarında; Sümerlerde, Azerbaycan’da, Mısır’da vs. ozan kimlikli insanlar vardı ve onlar toplumu yönlendiriyorlardı.
Ozan, sözleri uyum içinde kullanan, sözcüklerle dans eden bir söz ustasıdır. Onun sezgisel gücü yüksektir. Düşünce dalgaları derin ve sözcük frekansları etkindir.
Ozanın temel besini söz ve taşıyıcısı ise bellektir.
Bu nedenle ozanlığı var eden en önemli olgu onun söz kültürüne sahip olması ve ürettiği dizeleri bellekle geleceğe taşımasıdır. Bu söz kültürünün elli bin yıllık bir tarihsel süreci kapsadığı söylenebilir. Ama ozanlık geleneği günümüzden yaklaşık 15-20 bin yıllık sürece uzanmaktadır.
Ozanlar tarihsel süreç içinde farklı görevlerde de bulunmuştur. Ozanlar her şeyden toplumun ileri gelen insanıydı. Toplumda becerikli, zeki, algı gücü üst düzeyde olan, üretken ve aklıyla kendisini topluma kabul ettiren insanlar aynı zamanda o topluluğun önderi ve ortak aklını da yansıtan bir kimlik kazanıyordu. Bu tür kişiler bazen toplumda önderlik yaparlar, bazen hekimlik, bazen büyücü, bazen görünmeyen güçlerle ilişki kuran biri, bazen doğa olaylarını etkileyen kişi ve bazen de toplulukları konuşmalarıyla, kullandığı sözcüklerle coşturan bir ozandır.
Bu anlamda ozanın, toplumun önderi, yol göstericisi, sorunların dilendiricisi, herkesin ortak görüşlerinin yansıtıcısı v.s. gibi bir işlevselliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Elimizde ki bilgilere göre ozanlara ilk kez 5.yüzyılda karşılaşılmıştır. Fuat Köprülü’nün verdiği bilgilere göre; Hunlar da Atilla (395-434) döneminde ozanlar bulunmaktaydı. Ayrıca Çağatay sözcüklerinde (Çağatay Hanlığı, Moğol Devletidir. Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’dan ismini almıştır. 13.Yy.-17.Yy.) de ozan anlamına gelen sözcüklerin olduğunu belirtmiştir.
Ozanların en büyük özelliği müzik dilini sözcüklerle buluşturmasıdır. Söz ve müzik birleşince insandaki estetik duygular da öne çıkar. Bunu bilen ozanlar müzikle sözü buluşturmuşlardır.
Ozanlar özgür düşünen ve sözlerini çekinmeden söyleyen insanlardır. Bunlar sırtlarında kopuzları diyar, diyar dolaşıp, çevrelerine müzik eşliğinde şiirler okurlardı. Ozanlar toplumu eğlendiren, düşündüren, ağlatan, duygulandıran kişilerdi. Bunların doğaçlamaları ve gözlemleri güçlüdür. Bu kişiler araştırıcı, kuşkucu, sorgulayıcı, düşünen ve üreten insanlardır. Aynı zamanda bunlar ince duygulu bir yapıya sahiptirler. Bunundan dolayı da her zaman toplumun aranan ve saygı duyulan insanları olmuşlardır. Bu tür kişiler toplumda kolay tanınır ve isimleri çabuk yayılırdı.
Ozanlar tüm toplumsal olguları, halkın kendilerini savunmak için yaptıkları başkaldırıları egemen olanın aleyhine olacak biçimde hep dile getirdiler. Halkın sesi, kulağı, gözü oldular. Bundan dolayı da egemen yönetim (Selçuklular, Osmanlılar…) ve bu kesimi destekleyenler Ozanları; geveze, boş konuşan, aylak, avare, asalak... Vs. şeklinde değerlendirmişlerdir. Zamanla ozan sözcüğünü kullanmayıp, bu sözcüğün yerine Âşık sözcüğünü kullanır olmuşlardır. Ozanın içeriğini, anlamını değiştirmek; ona yüklenen sıfatların içini boşaltmak amacıyla yapılan bir tercihti bu.
Ozanların gönlü geniş, duyarlılık seviyeleri yüksek ve sezgisel güçleri de üst noktada bulunur. Bundandır ozanların coşkulu olması. Ozan, kaynağına akan bir ırmak gibidir. Kendi özünü ve geldiği kaynağı sürekli kurgular. Tanrı+Evren+İnsan üçlemesinde, kendisinin nerede ve nasıl yer bulduğunu sorgular. Bulunduğu toplumun dirimsel ve tinsel değerlerini gözlemler. Olgu ve olaylardan etkilenir ve beynindeki sözcükler bilince yansır ve bu sözcükler dize olur dış dünyaya akar. Artık bu dizeler ozanın olmaktan çıkar. Bu dizeler ağızdan çıktıktan sonra tüm insanlığın mal olur. Ozan, haksızlığa, yolsuzluğa, ikircikliğe, düşmanlığa, onursuzluğa ve onca olumsuzluklara karşı isyan eder. Var gücüyle karşı kor. Ozan, hatır gönül dinlemez. Sözlerini özgürce ve korkusuzca söyler. Tinsel doyumluluğa ulaşan ozan, coşarak, taşmak ve çağlamak ister. Coşkun konumdayken ozan, yerinde duramaz, rüzgâr gibi hareketlidir. Bu hareket onun bilincinde söz öbeği olarak dışarı yansır.
Yukarıdaki anlatımlardan da yararlanarak ozanlığı söyle tanımlayabiliriz; ozan; bir toplumun kültürel edinimlerini, özlemlerini, geleneklerini, göreneklerini, acılarını, sevinçlerini, ağıtlarını, oyunlarını, halaylarını, zenginliklerini, yoksunluklarını, yoksulluklarını, isyanlarını, kızgınlıklarını, kahramanlıklarını, kavgalarını, dramlarını, çaresizliklerini, doğal afetlerini, kazanımlarını, yitirdiklerini, elemlerini, kederlerini, düşkünlüklerini, sevgilerini, aşklarını, sevdalarını… Vb. çoğunlukla saz eşliğinde dile getiren bilim insanlarıdırlar.
Sonuç olarak; Ozanlar:
-Halkın değer yargılarını;
-Yaşamın toplumsal çelişkilerini;
-Bölgenin coğrafik koşullarını;
-Yaşadığı ortamda ve dünyada gelişen ve insanı etkileyen doğa olaylarını;
-Toplumların toplumsal ve doğasal felaketlerini;
-Halkın sevinçlerini, ağıtlarını, üzüntülerini, kederlerini, yoksulluklarını, korkularını, dayanışmalarını, paylaşımlarını… vs.
-Toplumsal duyarsızlıkları, savaşları, töreleri, olgu ve olayları…bg.;
En ince duygularla ortaya koyan ve bu duygulara estetik değerler katan ve üretilen eserleri bağlama eşliğinde dile getirerek müzikle sözü bütünleştiren halk bilimi insanlarıdırlar.
Ozanlar işlevsel olarak şut temel görevleri yerine getirirler; Ozanlar:
-Aktarıcıdırlar;
-Yayıcıdırlar;
-Üreticidirler
-Taşıyıcıdırlar;
-Yorumlayıcıdırlar.
-Sorgulayıcıdırlar,
-Uyarıcıdırlar.
Ozan; özünde toplumsal bilinci bedenleştiren; onu toplumsal belleğe aktararak hem yaşadığı dönemin ve hem de geleceğin toplumsal aklı olan bir işlevselliğe sahiptir.
Ozan, halkının sözcüsüdür. Ozan, göremeyenleri gören, görünenin arkasında ki gerçekliği sezinleyen; olgu ve olayları çözümleye çalışan ve ulaştığı gerçekleri, edindiği bilgileri halkına sunan bir ışık kaynağıdır. Toplumun aynasıdır ozan. Ozanın dizeleri duygulandırır. Ozanın sözleri bilgilendirir. Ozanın şiirleri güzellik sağlar. İnsan tininde esintiler oluşturur. Ozan gönül gözüne seslenir. Halkı yaratmıştır ozanı. Ozan da halkı dönüştürmeye çalışır. Genel geçer görüşlerden ve düşüncelerden daha da ilerileri görür ve düşünür. Gördüklerini ve düşündüklerini çekinmeden halkına anlatır. Bunları yapabilen kişi gerçek ozandır.
İLK ŞİİRLER VE DESTANLAR
İnsanoğlu doğayla savaşımında, dik durup eyleme geçerek önce elini ve beynini geliştirmiş ve süreç içinde de kendisini karşısındakine anlatabilmesi için dilini kullanarak insanlaşmasını tamamlamıştır. Çünkü insan kendisini diliyle ifade etmiş ve toplumsallaşmasının en büyük aracını yaratmıştır. Onun için insanoğlu önce kendisini tam olarak “söz”le tanımladı. İşaretlerle, mimiklerle, beden diliyle anlaşan insan, dilini geliştirerek artık kendisini karşısındakine kolayca anlatabiliyor ve anlaşabiliyordu. Söz geliştikçe “kültürel” birikim arttı ve bu yolla toplumsal “bellek” denilen “ortak akıl” da oluştu. Bu ortaklaşa akıl ve toplumsal bellek çok uzun bir süre “söz Kültürü”nden oluştu.
İnsanlığın yazılı kültürü çok yenidir. Homo Sapiens denilen “düşünen insan”dan bu yana ortalama bir milyon ile beş yüz bin yıllık bir süreç geçmiştir. Düşünen insan düşünmeye başladıktan sonra yavaş yavaş konuşmayı da öğrenmeye başlamıştı. Oysa yazının bulunması şu anki verilere göre günümüzdün yaklaşık yedi bin yıl öncesine dayanır. Demek ki tarihsel süreçte insanoğlunun yaşamında söz kültürü egemendir. Bundan dolayı yazı bulunmadan önce de şiir vardı. Ama bunlar yazıya geçirilmediği için de bunlarla ilgili belgeler bulunmamaktadır. Ama insanlar “ezber” yoluyla şiirlerini belleklerde yaşatarak geleceğe taşıyorlardı. Bu işlevi yerine getirenlere “ozan” denmiştir.
Türk Şiirinin ilk kaynakları çok eski çağlara kadar uzanır. “İÖ 2. Yüzyılda Çin kaynaklarında Türk şiirlerinin çevirileri görülmüştür. Elimizdeki veriler bizi bu tarihlere kadar götürmektedir. (Abdullah Rıza ERGÜVEN; Yunus Emre, Berfin Yay., 2001. Sayfa 17.)
Ayrıca Türk şiiri, Çin yazmalarında, destanlarda, Göktürk, Uygur yapıtlarında, Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugat-it Türk’ün de gözlemlenmektedir. Bu şiirler o günün toplumsal duyarlılıklarını ve toplumsal olayları anlatmaktadırlar.
“Günümüzden, ortalama 2200 yıl önce (İÖ 2. Yüzyılda) Çin kaynaklarında görülen şu dörtlük ilk örneklerdir.”
Yitirdik Yen-ki-san’ı
Kalmadı kadınlarımızın artık güzelliği
Bıraktık Ki-liyen dağlarını
Bakılmayacak hayvanlarımız bundan gayri,(A.R.Ergüven; age; sayfa 17.)
Abdullah Rıza Ergüven’in Yunus Emre kitabından verilen bu örnekler de göstermektedir ki; İÖ ki dönemlere kadar gitmektedir. Aynı kitapta şu örneğe bakalım:
“Sarı Irmak’ı görüyorum Meng-kin’deki
Can sıkıntısından sallanıyor söğütler
…………
Ay ışıyor sönüyor yıldızlar birer birer
Söyle bana gelip gelmeyeceğimi
Bu şiir IV. Ve VI. Yüzyıllar arasında yazıldığı sanılmaktadır.”
Aynı kitaptan bir başka örnek;
Aşağıdaki dizeler Uygur ozanı, Aprın Çor Tigin’ne ait.
“Yaruk Tengriler yarlıkazun
Yavaşım birle
Yakışıpan ardılmadım
Yüçlüg biriştiler küç birzün
Yözi karam birle
Yülüşügin oluralım”
Bu şiirin bugünkü anlamı;
“Işıklı tanrılar buyursun
Yumuşak huylumla
Kavuşup ayrılmayalım
Güçlü peygamberler güç verin
Gözleri karamla
Güle yaşayalım” (A.R.Ergüven; age; sayfa 18)
Görüldüğü gibi bu şiirde ozan Tanrı’dan kendisine yardım diliyor ve sevdiğiyle bir araya gelmeyi, sevgilisine kavuşmayı dile getiriyor. Peygamberlerin de kendisine güç vermesini, yardım etmesini istemektedir. Ozan, gözleri siyah sevgisiyle mutlu bir şekilde yaşamayı istemektedir.
Anadolu ozanlarını önceleyen Aprın Çor Tigin’in, Yunus Emreleri, Âşık Veyselleri, Mahzunileri… vs. yaratması kadar doğal ne olabilir.
Çok eski çağlardan oluşan bu serçeşme, günümüze kadar besinini kata kata bugünkü zengin şiir geleneğini yaratmıştır.
Tarihin ilk destanını yazan Homeros Anadoluludur. İyonya Batı Anadolu’dadır. İyonya İzmir ve Aydın kentlerini kapsar. Homeros’un M.Ö.9.Yüzyılda Sakız Adasında yaşadığı sanılmaktadır.
Genelde, tüm ulusların ilk edebi eserleri söz kültürüne dayanır. Çünkü yazının bulunmasından önce de insanlar, evreni, dünyayı ve insanı sorguluyor ve betimliyorlardı. Olgu ve olayları gözlemleyip çıkarsamalar yapıyorlardı. Aynı zamanda yaşadıkları acı ve sevinçli olaylara duygusal tepkiler gösteriyorlardı. Şiir ve müzik aslında bu duygusal tepkilerin bir sonucu olarak doğmuştur.
Doğadaki seslerin taklitlerini ağaç kütüklere kayalara ve çeşitli cisimlere vurarak çıkartan o dönemin insanları zamanla günümüz müzik aletlerinin öncülerini yaratarak, günümüzde ki gelişmiş müzik aletlerinin oluşmasını sağladılar.
Yazının öncesinde “söz” kültürü egemendi. Yani insanların yazmayı öğrenmeden önce de sanat yapıyorlardı. Bu sanat sözlere dayanan bir sanattı. Yani “önce söz vardı”. Bunun için söze dayanan ilk sanat eserleri de çoğunlukla şiirsel oluyordu. Çünkü şiir duygunun dışavurumunda en başat konumda olanıdır.
Sözlü kültür geleneğine dayanan ürünlerin çok azı günümüze ulaşmıştır. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Sözler ancak ortak bellekle geleceğe taşınmış ve kimi sözler yazıya süreç içinde yazıya geçirilmiştir.
Kaşgarlı Mahmut'un, Divan-ü Lügati’t-Türk, yazıya geçirilen sözlü edebiyat ürünlerinin de yer aldığı bir kitaptır.
Türklerde sözlü gelenek çok daha egemendir. Bu gelenekte şiir önde geliyordu. Şiirler ozanlarca doğaçlama söyleniyordu. Bu üretken insanlara; "Kam", "baksı", "ozan", "şaman" gibi adlar verilmiştir. İlk ozanlar, aynı zamanda "kopuz" denen bir çalgı da çalmaktaydılar. Bu insanlar toplumun önderleri konumdaydılar. Bunlar aynı zamanda Hekimlik, büyücülük, bilgelik, kâhinlik, …vs. yapıyorlar ve doğaçlama şiirler yaratıyorlardı.
“Doğu Türkistan’da bulunan Turfan’da (Uygur Devleti; 911–1209) yapılan kazılar sonucu; Türk ozanlarına ait şiirler bulunmuştur. Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Sınku Seli Tutung Ki-Ki, Pratyaya-Şiri, Asıg Tutung, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi, Çuçu adlı ilk Türk ozanlarının şiirlerinde, genellikle dörtlük nazım birimi, hece ölçüsü kullanılmıştır. Bu şiirlerin dili de "öz Türkçe"dir. Türk’ler, İslam’dan önce “Şamanizm, Maniheizm, Budizm” gibi dinlerin etkisiyle bir edebiyat oluşturmuşlardır.
Sözlü gelenekte oluşan türler arasında destanlar ilk sırayı alır. Sonra koşuklar (aşk, kahramanlık, doğa güzellikleri, vb. konuları işlerler), sagular (ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler) gelir. Kaşgarlı Mahmut'un sözlüğünde, eski Türk atasözleri (sav) örneklerine de rastlanmaktadır. Sözlü gelenekler pek çok biçimsel, bölgesel, vb. değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiştir. Eski Türk şiirleri; biçim olarak; Koşuk, Sagu, Sav, Destan... vs. olarak yazılmıştır. Özellikle destan çok önemli bir yer tutar. Bu destanlardan bazıları Yaradılış Destanı, Alp Er Tunga Destanı, Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Seyyid Battal Gazi Destanı Köroğlu Destanı… Vs. “(http://www.turkdiliveedebiyati.com/islamiyet_oncesi-t2298.0.html)
Yukarıdaki alıntıdan da belirtildiği gibi sözlü edebiyat geleneğinde destanlar ilk sırayı alır. Destanlar halkın doğaya, insana, olaylara olağanüstülük katarak, coşkulu bir şekilde anlatan manzum (şiirsel) anlatımları içerir. Destanlarda, coşku, kurgu, anlatım abartıyı da içerir. Destanlar, mitolojiyi, efsaneleri, tarihi, kahramanları… Vs. konu edinir.
Koşukların konusu ise genellikle, sevgi, doğa, yiğitlik, sevda, iyilik, güzellik… Vs. gibi… Vs. gibi değerleri içerir.
Sagular ise ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirlerdir.
Sav’lar ise, Türk Atasözlerini, güzel ve anlamlı sözleri içerir. (Süleyman Zaman; Yedi Ulu Ozan; Can Yay. 2010)
Çocukluk döneminizdeki ailesel ve çevresel şartlarınız nasıldı? Köyde mi, kentte mi doğup-büyüdünüz?
Köyde doğdum, çocukluğum köyde geçti. İlkokulun 1, 2 ve 3. sınıfları çevremizde okulu bulunan ve köyümüze yakın olan Tekke (Avşar-Güvenkaya) ilkokul’unda; 4. Sınıfı Keklikpınar Köyün de ve 5. Sınıfı da Ömeran da okudum. Burada mezun oldum. Ortaokul’un 1 ve 2. Sınıflarını Divriği, Nuri Demirağ Lisesi’nin orta bölümün de; 3. Sınıfı Ankara da Mamak Orta Okul’unda okudum ve burada mezun oldum. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle eğitime 2 yıl ara verdim. Daha sonra Mamak Lise’sine kayıt oldum. Lise 1 ve 2. Sınıfı okudum, daha sonra o günün siyasal yapısı içinde, Ülkü Ocak’larından gelen kalabalık bir gurubun silahlı saldırısına uğradık. Ben bu saldırı sırasında darp edildim. Okula gelmem durumunda “öldürüleceğim konusunda uyarıldım”. Darp sonucu yüzümde ve kollarımda yaralar oluşmuştu, eve geldim. Bu durumu gören ailem, büyük bir korku ve panik yaşadı. Bunun üzerine okula göndermeme kararı aldılar. Böylece eğitim yaşamın sona erdi.
Çocukluğum köy kültürünün değerleri içinde geçti. Kapalı toplumların geleneksel yapısı içinde büyüdüm. Köyümüzün ismi Keklikpınar Köyüdür. Kışı kekliği çoktur. Köyümüzün Ömeran isminde bir de mezrası vardır. Keklikpınar Köyü tamamen Alevi, Ömeran Köyüyse karışıktı. Ömeran’ın büyük bir çoğunluğu Sünni’ydi. Ama köyümüzde hiçbir zaman bir mezhep kavgası olmadı.
Ben de hem Keklikpınar’da hem de Ömeran da yaşadım. Alevi bir ailede, Alevi kültürünün değerleri, çocukluğumun en büyük besin kaynağı olmuştur. Özellikle, kışın köy odalarında yapılan sohbetler, Cem’ler ve bu Cem sırasında dönülen Semah’lar, çalınan bağlama ve bağlama eşliğinde okunan deyişleri nefesler vs. beni çok etkilemiştir.
Bugün, bu konuda araştırma yapmam ve ilgilimi Aleviliğe yöneltmemin en büyük itici gücü belki de çocukluğumda kalan bu kültürel etkileşimdir.
Küçüklüğünüzde ve gençliğinizde cemlerde bulundunuz mu?
Dedeler, zakirler, mürşitlerle bir arada yaşadınız mı?
Sizce dedeler kimlerdir?
Küçüklüğümde köy odalarında yapılan Cem’leri dışarıdan izlerdim. Dedeleri ve onların yaptıkları hizmetler, ilgimi çekerdi. Zakirliği belleğimde kaldığı kadarıyla Dedeler kendileri yapardı.
DEDELİK NEDİR?
Dede, Alevilerin inanç önderidir. Dede olmadan, Alevi inanç ritüelleri gerçekleşemez. Dedeliğin bu ruhaniliği, kutsallığı ona yüklenilen işlevsellik içinde aranmalıdır. Dedelik nereden gelmektedir ve dede manevi besinini nereden almaktadır? Bunun tarihsel arka planı nedir? Bu soruların yanıtları çok geniş bir araştırmayı içerir. Ama yine de, öz olarak, birkaç nedensellik üzerinde durulabilir.
Buna göre şunlar söylenebilir:
a-) Dede kavramı, Mahmut Kaşgari’nin “Divan-ı Lügat-it Türk’ün de, Oğuzca olduğu kaydedilmiştir. Bu sözcük, “cet, ata” anlamına gelmektedir. Eski inanışlara bağlı olup, manevi-ruhani ata özelliği taşır. Soyun, aksakallı liderinin ruhuna tapınmanın izlerini yaşatır. (Celal Beydili, age, s. 149).
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Dede kavramının atalar kültüyle büyük bir bağıntısı vardır. Atalar kültüne göre, oymağın, aşiretin, ailenin vs. babanın, büyük babanın (dedenin), öncünün vs. ruhu ölmez. O ruh, kutsaldır. Dolayısıyla onun oluşturduğu soy, aile, onun bıraktığı enerjiden güç alır. O halde, babanın, dedenin, var ettiği değerleri korumak ona saygı beslemek gerekir. Ölen ruh, geride kalan dirilere, güç olur, enerji sunar, yol gösterir. Esasında bu anlayışın özü ve somut algısı şudur: Yaşamını büyük zorluklar içinde tamamlayan, hayatın tecrübelerini kazanan ve edindiği bilgileri ailesine, çevresine, topluluğa veya insanlığa yansıtan biri, bıraktıklarıyla, yaşayanlara yol gösterir ve insanların zorlukları yenmesine yardımcı olurlar. Bu düşünsel besin ve zihin açıcı, bilgi yüklü değerler, bunları yansıtanı önemli bir konuma getirir ve onu ölümsüzleştirir.
Bu anlayış, dedelik kurumunun oluşmasında çok temel bir anlayıştır. Atalar kültün de; baba veya dede, olgundur, tecrübelidir, bilgi kaynağıdır vs. bu bağlamda onun her davranışı örnektir ve yol göstericidir. Bu durum da ona kutsallık yükler.
b-) Kutsal ruhlar; Tanrı’ya en yakın olan ruhlardır. Bu anlayış, inanç önderlerini, tanrıya yakın kılmakta ve onlara manevi bir değer vermektedir. Bu anlayışta, gelişmiş, olgunlaşmış ve tanrıyla arasında ki yabancılığı gidermiş olduğuna inanılan mürşitler ve onların ruhları kutsanmıştır. Dedeliğin oluşmasında bu anlayış da çok temel itici bir güç olmuştur.
c-) Şaman inancında; kam’lar, toplulukların, gurupların ve toplumların öncüsüydüler. Kam’lar, kutsal sayılırdı ve saygı görürlerdi. İnanca göre, onlar, Gök tanrı’yla, yer ve yer altı tanrısıyla ilişki kuranlardı ve bu anlamda, insana ilişkin sorunları ancak onlar çözebilirlerdi. İnanca göre, Kam’lar (şaman), büyücü, sağaltıcı, kötü ruhları kovucu, transa girip “fizik ötesi âlem”le ilişki kurucu vs özellikler taşırdı. Kam’lar, kopuz çalarak, müzik eşliğinde şiirler okurlardı ve dualar yaparlardı. Bu anlayış ve eylemler, dedelik kurumunun oluşmasında, çok etkili olmuştur.
d-) “Eski Araplarda, her topluluğun (kabilenin) bir başkanı bulunmaktaydı. Buna “Seyyid” denirdi. Seyyid, o topluluğun öncüsüydü. Otoriteyi o kurardı, topluluğu o yönetirdi.” (Maxıme Rodınson, Muhammed, Yeni Bir Dünyanın ve Peygamberin Doğuşu; Doruk yay.2008, s. 37).
Rodınson’dan yaptığım alıntıdan da görüleceği gibi, Seyyid sözcüğü, Araplarda, öncü, lider, şef, yönetici anlamlarına gelmekte ve bunların, topluluğun saygı duyduğu kişiler olduğu görülmektedir. Bu sözcük, Anadolu’ya taşınınca anlamı daraltılmış ve bu kavram yalnızca inanç önderlerini kapsayan bir kavram durumuna getirilmiştir. Seyyid kavramı bugün yalnızca Dede aileleri için kullanılmaktadır. Bu anlamda “Dede” ancak, “seyitlik” unvanı taşıyan ailelerin çocukları olabilirler. Bu anlayış, bin yıllardır, bu topraklarda, genel-geçerlik kazanmış ve süreç içinde de gelenekselleşmiştir. Seyyid kavramının içerdiği, “toplumun öncüsü” algısı, dedeliğin oluşmasında, kutsallık kazanmasında büyük bir etki sağlamıştır. Ocak kavramının oluşmasında da, Seyyid’lik kavramının içselleşmesinin büyük rolü olduğu görülmektedir. Çünkü toplulukların öncüsü olan Seyyid, süreç içinde, bir inanca sahip toplulukların öncüsü konumuna gelmiştir. Bu anlamda, belirli bir topluluğun ruhani öncüsü olan aile ve o aileye mensup herhangi bir kişi, aynı zamanda o toplumun kutsalı da sayılmıştır. Kutsal olan kişi, yalnızca kutsal aileden çıkar anlayışı, o aileyi kaynak konumuna getirmiştir. Esasında, ocak kavramı, öz anlamda “kaynak” demektir ki, bu da; “kutsal aileyi”= Ocak kavramıyla eşdeğer konuma getirmiştir.
e-) Dede Korkut hikâyelerinde, Korkut Ata, en büyük ermiş olarak sunulur. Ermiş olmak, tanrıya en yakın konumda bulunmak demektir. Bu bakımdan ermişlik, ruhani bir sıfatı içerir ve kutsallık kazanır. Toplumda ondan daha üstünü yoktur. Korkut Ata, toplumun pir’idir. Örneğin: Kazak-Kırgız baksılarının (ozanlarının- Kam’larının) inanışına göre, Korkut Ata, ilk kopuzu yapan ve şamanlara kopuz çalan ve kopuzla birlikte şiirler okuyan, müzik eşliğinde kutsal dans eden ve bunları halka öğreten kişidir. (Ana Britannica Cilt 5, ilgili madde).
Korkut Ata, bilgiçlik sembolünü taşır. İnanışa göre, O, her şeyi bilir, gelecekten haber verir, o, tabip olup hastaları tedavi edendir, ölülerin ruhlarıyla konuşandır, olmuşları ve olacakları bilendir. Vs. Söylenceye göre, Korkut Ata, kendi ölüm gününü de bilmiştir. Korkut Ata, yol gösteren, korkuları yenen, insanlara aydınlığı sunan bir velidir. Bu da O’nun gizli bilgileri bildiğinin, sırlar dünyasına egemen olduğunun göstergesi olarak sunulmuştur. (Beydili, age, 2004, s. 324-325).
Korkut Ata motifinin dedelerin sıfatlarına da taşındığını görmekteyiz. İnanışa göre, dedeler, gizli bilgilere sahip ruhani insanlardır. Bu anlamda da onlar da, normal insan da bulunmayan, üstün güçler bulunur.
f-) Ozan sözcüğünün içini dolduran değerler bütünü de, dedelik kurumunun oluşumunda çok büyük bir itici güç olmuştur. Şöyle ki, Ozan:
-Bilinmeyenden, gizil konumda ki boyutlardan haberi olan ve onları topluma yansıtan, üstün bir güce sahip olan kişidir.
-Geçmişi ve geleceği görebilen, uzaduyum, derin algılama gibi, bir özelliği vardır.
-Topluluğun ortak aklını yansıtan, toplumun genel-geçer değerlerini özünde toplayan bir öncüdür.
-İnsanları, toplumu ve insani değerleri koruyandır.
-Ataların ruhlarını taşıyandır.
-Büyücülük, dini ayinler, şölenler ve cenaze törenlerinde ritmik sözler söyleyen ve kötü ruhları kovandır. (Beydili, age, s. 449)
Yukarıda yaptığım alıntılardan da anlaşılacağı gibi, ozanlığa yüklenilen tüm anlamlar, dedelik sıfatlarına da bire bir uymaktadır. Dede, bağlama çalan, nefesler okuyan, semah dönen, ruhlarla ilişki kuran, olağanüstü özellikler taşıyan, geleceği bilen, yetenekleri ortaya çıkran, insanların ruhları üzerinde etkili olan, topluluğun ortak aklını taşıyan ve toplumun koruyucu ruhu olan vs. ruhani bir önderdir.
Esasında her inancın veya dinin öncüsü veya inanç önderi vardır. Yine her inancın veya dinin ruhani yani en üst konumda ki mürşidi bulunur. Bu anlamda Alevilerin de inanç önderi dede’lerdir. Fakat dedeler, yalnızca inanç önderi değil, aynı zamanda toplumsal yönden de insanlara yardım eden ve bu anlamda hem dirimsel hem de tinsel yönden topluluğa kılavuz olan bir önderdir.
Şu olgu çok önemlidir. Her kapalı ve örtülü inançlar, geleneksel kültürlerini çok daha derinden yaşarlar. Alevilik de, örtülü bir inanç olduğundan, sahip olduğu değerleri korumak ve o değerleri yaşatmak için, büyük bir çaba gösterir. Burada, bu inancın değerlerini taşıyan ritüellerini gerçekleştiren ve bütünlükçü yapıyı koruyan inanç önderleri, bu anlamda değer kazanmaktalar ve süreç içinde merkezi bir konuma gelmektedirler. Her inanç önderinin de daha üst konumda bulunan bilgeleri vardır. Bunlar mürşittir. Bu anlamda, insanlar, inanç önderlerine, inanç önderleri mürşitlerine, mürşitler de taşıdıkları bilgilere bağlıdırlar. Bu oluşum içinde, her biri, diğerinden beslenir. Şu bilinmelidir ki, Alevilik-Bektaşilik, örtülü ve yasaklı bir inanç ve öğreti olduğundan, hemen her değerini simgeleştirmiştir. Bu nedenle dedelikle ilgili temel algıları da simgeselleştirmiş ve sistematik bir konuma sokmuştur. Örneğin; en üstte Mürşit, onun alt aşamasında Pir ve en altta rehber vardır ve hepsinin işlevsellikleri farklıdır. Şu da bir gerçek ki, her simge, bedenleştiği ve kimlik kazandığı oranda daha anlaşılır ve daha diri yaşatılır. Bunun için de her simge, ulu bir kimlikle (terimle veya kavramla) bedenleştirilir. İşte bu ulu makamlara verilen bedenler:
a-) Mürşit, sözü yasa kabul gören, üstün niteliklere sahip bilgedir ve merkezdir. Bu anlamda, en büyük mürşit Hz. Ali’dir, çünkü Hz. Ali sırdır, gizli bilgileri taşır. Hz. Ali’nin sırrına varabilmek için Hz. Muhammed’i rehber almak gerekir.
b-) Pir, yolun kurucusu ve yayıcısıdır. Pir, inancın temellerini ortaya koyan, olgunlaşmış, aydınlanmış ve ışıklanmış bilgelerdir. Bu anlamda yolun değerlerini en üst noktada taşıyan ulu kişidir. Bu anlamda, Hace Bektaş Veli, Abdal Musa, Balım Sultan, vs.dir.
c-) Rehber, yol gösteren, Pir’in koyduğu ilkeleri topluluklara taşıyan ve insanları Pir’e ve Mürşid’e taşıyan inanç önderidirler. Bunlar, dedeler, çelebiler, dedebabalardır.
En çok hangi ozanların şiirlerinden etkilendiniz?
En çok etkilendiğim ozan Mahzuni Şerif olmuştur. Onun gerek bağlama çalışı, tezene vuruşu, gerek söz sanatında ki ustalığı, gerek sesi ve gerekse korkusuzca halkın sorunlarını dile getirişi, beni çok etkilemiştir. Onun dışında, Yunus Emre tam bir söz ustası ve derin bilgilere sahip bir bilge ve ozandır. Yunus Emre de beni çok etkilemiştir. Harabi, Nesimi, Hatayi, Sıtkı vs gibi ozanlar da çok önemli düşün insanları ve ozanlardır. Ayrıca, Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil, ruhuma duygular katan şairler olmuşlardır.
En çok okuduğunuz ya da dinlediğiniz kitaplar hangileridir?
En çok bilimsel ve felsefi ağırlıklı kitaplar ve dergiler okudum. Toplumsal içerikli romanlar ikinci sırada yer alır. Az da olsa romantik-duygusal içerikli romanlar da okudum. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüseyin Rahmi Gürpınar vs gibi yazarlarımızın bazı eserlerini; ayrıca Tolstoy, Steinbeck, Jack Landon, Gorki, Mihail Şolohov vs gibi yabancı yazarların bazı eserleriyle; Bilim Teknik, Bilim ve Gelecek, Bilim ve Ütopya, Bilim Dergisi vs. gibi dergilerin birçok sayısını ve felsefeyle ilgili kitaplar da okudum.
İlk şiir tecrübeleriniz nasıldı? Ne zaman şiir yazmaya başladınız?
1979 yılından bu yana şiir yazarım. İlk şiir denemelerim aşk ve sevgi üzerineydi.
Gençlik yıllarımın var ettiği duygusal yoğunluk içinde, gönül gözümün tutkularına kapılarak o dönemlerde serbest ölçüde şiirler yazmıştım. Ama onların hiçbirisi bugün elimde yoktur. 1984 yılından itibaren hece ölçüsüyle uyaklı şiirler yazmaya başladım. Bugüne kadar bu tarzımı sürdürüyorum. Serbest ölçülü şiirlerim de var ama hece ölçüsünde daha başarılıyım. Hece ölçüsüyle şiir yazmamda daha çok halk ozanlarının ve özellikle Mahzuni Şerif’in büyük bir etkisinin olduğunu söyleyebilirim. Bugüne kadar 700-800 dolayında şiir yazdım. Bu şiirlerin bir kısmını “Hal Söyler Dilimiz” isimli bir kitapta yayınladım. İnternet ortamında kendi sayfamda yayınlanmış 200’e yakın şiirim bulunmaktadır.
Bade içme gibi bir durumunuz oldu mu? Sizce size bu ilham nasıl geldi?
Geleneksel anlamda anlatılan “Bade” içme durumum olmadı. Ama “bade içme” batıni anlamdadır ve bir insanın belirli bir konuda yeterli konuma gelmesi, içindeki “gizil enerjinin” farkına varması ve onu açığa çıkaracak bilince ulaşması vs demektir. Bu anlamda tabii ki “bade içtim” ve şiir yazabilecek konuma geldiğimde ve kendimi bu konuda yeterli gördüğüm an da şiirler yazmaya başladım.
Bade (Mey) ile eşanlamlıdır. İçilen veya yenilen şeydir.
Bade Tanrı’ya ulaşmanın yoludur. İnsanın kendi gerçekliğine varması, kendi özünü kavraması ve kendisindeki enerjinin farkın varmasıdır. Bade insanın kendisinde bulunan gizil gücün açığa çıkması, için dışa yansımasıdır. Bade duygunun sezgiyle birleşip doruğa ulaşması ve bu duygunun dışa fışkırmasıdır. Bade gönül ağacının büyüyüp gelişmesi, kendi farkına varması ve olgunlaşarak besinini başkalarına sunmasıdır.
Esrime olma, kendinden geçerek transa ulaşma badeyle olur. Bade insanlara coşkunluk vererek dünya nefislerinden kurtulmanın kolaylığını sağlar. Bade dertlerin sorunların giderilmesine yardımcı olur. Sevgilinin dudağı, yanağı, gözyaşları badeye benzetilir. Düşünde Hızır elinden bade alıp içmeyen âşık olamaz. Aşk şarabı tatmayan kişi şair niteliğini kazanamaz. İçsel doygunluğa erişemeyen kişi ozan olamaz. İçsel doygunluk ise ancak badeyle olur.
Geleneksel Halk Edebiyatında bade rüya motifi olarak karşımıza çıkar. Bade Türk Halk Edebiyatında çok kullanılan bir motiftir. Halk hikâyelerinde ve Âşıkların hayat hikâyeleri içinde bade motifi her zaman görülmektedir.
Âşıklar âşıklığa başlamadan önce, bade içerek bu yola girdiklerinden söz ederler. Bu geleneksel Halk Edebiyatı içinde yüzyıllardır devam ederek gelmektedir. Bir aşığın usta âşıklık aşamasına ulaşması için, kendisinden önce yaşamış usta bir aşığın yanında yetişmesi ya da rüyasında bir âşıktan, bir pirden, bir mürşitten, ulu bir insandan bade içmelerinin gerekli olduğuna inanmışlardır. Âşıkların içtiği Bade, bazen bir şerbet, bazen su, bazen mai (sıvı) bir içecek, bazen bir elma, bir nar, bir ekmek, bir üzüm tanesi, bir incir, bir lokma… Vb. gibi herhangi bir yiyecek olabilir. Burada önemli olan, rüyasında ulu bir insanın kendisine bir şey sunması, kendisine el vermesi, onun önünü açması, o yolda yürümesini sağlamasıdır.
Bade içmenin de biçimleri vardır. Pir dolusu içmek; er dolusu içmek, aşk dolusu içmek.
İlham gelmeden şiir yazılamaz. Yalnız şiir değil, hiçbir eser üretilemez. İlham, insanın içinde potansiyel olarak duran enerjinin eyleme geçmesidir. İlham’ın eş anlamı “esindir”. Esin, esmek, hareket etmek, etkilemek, yaratmak veya üretmek vs demektir. İlham, bu anlamda belleğin açılması, açılan bellekteki kavramların bilince sıçraması ve sözcük olup dış dünyaya ulaşmasını sağlayan güçtür. İlham, duyguların sıçraması ve uyuyan sözcükleri harekete geçirmesidir. Böylece, ilham şiirin yazılmasını sağlayan duygu ve bilinç yoğunluğudur. Normal işleyen bilincin çağlayan olup akmasını sağlayan yoğun titreşimdir ilham…
Ozanlıkta bağlamanın yeri nedir? Sazsız ozanlık olabilir mi? Bağlama dışında bir çalgı kullanıyor musunuz?
Ozan, sessiz doğanın (Tanrı’nın) dilidir. Konuşan doğadır. Evrende var olan her şey, enerjidir ve enerji bir takım verilerle kendisini açığa vurur. Renk, ses, ışık, ısı vs. doğanın nesnelleşmemiş gizil dilidir. Doğa da her şey eylem içindedir ve her hareket bir tını, bir ses, bir ışık veya bir titreşim var eder. Bunların hepsi bir senfonidir, bir müzikal harmonidir. O halde doğanın dilinde müzik vardır. İnsanın dilini söz, doğanın diliniyse müzik ortaya koyar. O halde, doğanın gizli dilini okuyan ozan, onun dili olan müziği kullanması gerekir. Dolayısıyla müziksiz ozanlık olmaz. Çünkü ozan, kendisi de bir doğa olan insanı ve insanın yaşam bulduğu doğayı konuşur. Dünyada birçok müzik aleti vardır. Onların hepsi de değerlidir ve her birinin titreşim ve frekans düzeyi farklıdır.
Ozanların en büyük özelliği müzik dilini sözcüklerle buluşturmasıdır. Söz ve müzik birleşince insandaki estetik duygular da öne çıkar. Bunu bilen ozanlar müzikle sözü buluşturmuşlardır.
Müziğin kutsal kökene dayandığını müzik araştırıcıları söylemektedirler. Dinsel veya inançsal kökenli ayinler, ibadetler, yalvarılar ve bunları dile getirirken kullanılan farklı sesler ve seslerin oluşturduğu ritim veya uyum, müziğin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır.
Çalgı olmadan insan müzik yapamaz. Doğada ki farklı sesleri bir uyum içinde sunamaz. Yedi notayı bir düzen içinde buluşturamaz.
Bağlama da bir çalgı aletidir. Bağlama, Anadolu insanının tarihsel boyutuyla kullandığı bir çalgı olmuştur. Süreç içinde bu çağlı geleneksel bir yapı kazanmıştır. Bu anlamda, geleneksel yapı içinde gelişen ve önceleri ismi kopuz olan bağlama, Alevi-Bektaşi ritüelinde de yer alan kutsal bir çalgı konumuna gelmiştir.
Neden Bağlama?
Bunun yanıtını, geleneksel ve tarihsel süreçte aramak gerekir. Çünkü, gelenek böyle oluşmuştur.
“Antik (eski) Yunanda yedi notalı müzik variken, doğru toplumlarında müzik beş notalıydı. İbrani Kutsal Kitapları, dinsel şarkılar, ilahiler hep müzik eşliğinde söyleniyordu.
Göktürklerde söylenen bestelere “ır” ya da “yır”; sazla çalınan eserlere ise “küğ” denirdi.
Ünlü bilgin Fisagor (İ.Ö. 580-504) Tanrı sevgisini anlatırken, öğrencilerinin ellerinde yedi telli ve yedi farklı ses çıkaran sazlar vardı. Bu sazlara “Heptakort” denirdi.” Bu yedi telli sazdan, yedi gizli sesin birlik oluşturduğu inancı gelişmiştir.”Yedi ışık, yedi nota, yedi gezegen, varlığın yedi bilinci gelişiyor. Eğer insan ruhu bu yedi sesle akort edilir ve uyumlu kılınırsa ruhumuzdan dinleyeceğimiz şarkı gerçeğin şarkısı olacaktır.
Muammer Özergin; Türklerde Musiki Aletleri konulu araştırmalarında, Türklerin musiki aletlerinin en eski kalıntılarının 8. Yüzyılda başladığını söylemiştir. Söz konusu aletlerin Dümbelek, düdük ve bağlama olarak geliştiğini belirtmiştir. Bağlama gibi telli seslilerin ise ok atan yaydan geliştirildiği sanılmaktadır” demiştir.
İlk çağlarda Kopuz;
Orta çağlarda tambur veya tambure;
Daha sonralarıysa Bağlama (Divan, bağlama ve Cura) olarak gelişim göstermiştir.
(Kaynak; Alevilikte Ön Bilgiler ve Cem, Zakirlik; Gürani DOĞAN; Can Yay. 1998 sayfa 134-135)
Dünyaya bakışınız, insan, tabiat hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Dünyaya “sevgi” temelli bakıyorum. Dünya, tüm insanlığın ortak kullanım alanıdır.Bu ortak kullanım alanı yalnızca insanların değil, dünyayı var kılan en küçük zerreden, en büyük kayaya, dağa kadar; mikro canlıdan makro canlıya yani bir bakteriden, file kadar, börtü böcekten, çamlara, ardıçlara, kuşlara vs. kadar her şeyin ortak alanıdır. O halde, dünyada var olan her şeye sevgiyle yaklaşmak ve onları doğallığı içinde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Dünyada var olan nimetin herkese pay edilmesini, aç-yoksul kimsenin kalmaması, herkesin düşüncesini özgürce dile getirdiği, kimsenin kimseyi sömürmediği, inancın çıkarlar için kullanılmadığı, hiç kimsenin kendisini “merkeze” koyarak, diğerini yok saymadığı vs. bir dünya özlemim vardır ve derim ki: “Dünya ne senin ne benim/Dünya herkesin dünyası…
Aldığınız herhangi bir ödül var mı?
Eğer ödül sayılacaksa, bugüne kadar, katıldığım panellerde ve etkinliklerde aldığım 10’dan fazla plâketim vardır.
Yayımlanmış kitabınız var mı? Kasetiniz var mı?
Yayınlanmış 11 adet kitabım 15 adet kitapçığım vardır. Eserlerim şunlardır:
1-) Âşık Mahzuni Şerif; Yaşamı,- Sanatı ve Eserleri. Ürün Yay. Ankara, 1997.
2-) Mahzuni Felsefesi. Sanat Yapıtları, Ankara, 2005.
3-) Muhlis Akarsu; Yaşamı, Sanatı ve Eserleri. Can Yay. İstanbul, 2006.
4-) Derinliklerin Ozanı Âşık Daimi; Can yay. İstanbul, 2008.
5-) Yedi Ulu Ozan, Can Yay. İstanbul, 2009.
6-) Alevi-Bektaşi Edebiyatı ve Etkili Ozanları (yedi ulular dışında), Can Yay. İstanbul, 2011. (Okmeydanı Hacı Bektaş Veli Anadolu Klt. Vakfı Katkısıyla.)
7-) Tamey'in Kitabı (Bir Anadolu Kadının Yaşamı, Biyografi ve anı).AFG Matbası, Ankara, 2011.
8-) İsbir Özgür; Yaşamı, hakkında söylenenler, anılar ve şiirler. (Biyoğrafi), AFG Matbaası, Ankara, 2011.
9-) Sivas Kıyımı ve Sivas Gerçeği. Can Yay. İstanbul, 2012.
10-) Hal Söyler Dilimiz (Zamanım) Şiirler; Can Yay. 2103.
11-) Alevilik Temel Eğitim Dersleri, Şah Kulu Dergâhı, 2014, cilt 1.
CEP KİTAPLARI (KİTAPÇIKLAR)
Okmeydanı, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfının katkılarıyla çıkarılan kitapçıklar.)
1-) Alevilik Seti (Kitapçıklar)
a-) Alevilik nedir? Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
b-) Hacı Bektaş Veli; Yaşamı-İnancı ve öğretisi. Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
c-) Hızır Tapımı ve Alevilik-Bektaşilikte Hızır Tapımı. Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
d-) Yedi Ulu Ozan. (Özet), Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
2-) Şahkulu Dergâhı’nın katkılarıyla çıkarılan kitapçıklar.
a-) Bütüncül Yönleriyle Alevilik; İstanbul Ofset Bas. 2012.
b-) Fuzuli. İstanbul Ofset Bas.2012.
c-) Kul Himmet, İstanbul Ofset Bas. 2012.
d-) Ozan ve Âşık Kimdir, Ozanlık Nedir. İstanbul Ofset Bas. 2012.
e-) Pir Sultan Abdal, İstanbul Ofset Bas. 2012.
f-) Şah Hatayi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
g-) Virani, İstanbul Ofset Bas.2012.
h-) Bâtınlikte Sayıların Anlamı ve Yedi Sayısı, İstanbul Ofset Bas.2012.
ı-) Yemini, İstanbul Ofset Bas. 2012.
i-) Şeyh Bedreddin Simavi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
j-) Seyyid İmameddin Nesimi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
-Nejat Birdoğan Anısına, Gülyüzlüm Merhaba, Alev Yay. İstanbul, 2008. Bu kitapta, (161-191 sayfalar da yayınlanmış) 30 sayfalık bir inceleme yazısı.
- Irene Melikoff, Uyur idik Uyardılar (Haz. Esat Korkmaz, Demos Yay. İstanbul, 2009. Bu kitapta, (73-80 sayfalarda yayınlanmış) 7 sayfalık bir tanıtım yazısı.
Anadolu Aleviliği hakkındaki fikirleriniz, bilgileriniz nelerdir?
Alevilik, her şeyden önce muhalif bir inanç ve merkezi olana karşı gelişen bir öğreti olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, Alevilik, insanlık var olduğundan bu yana bir toplumsal anlayış ve bir felsefi inanç boyutuyla varlaşmış ve bugüne kadar da gelmiştir.
Alevilik, insanlığın, var olduğundan bu yana geliştirmiş olduğu en geçerli, en temel ve en güzel değerleri özüne katarak, o değerleri yaşatmaya çalışan, en insani değerlere sahip çıkan ve onları yaşamın pratiğinde savunan bir inanç ve öğretidir. İnancı akla taşıyan, çağı okuyan, geçmişin en üstün değerlerine sahip çıkan, çağdaş değerleri önemseyen; bilimi, aklı ve mantığı, fiziksel dünyanın verilerini vs gerçeklik olarak gören; inancı insanın iç dünyasına indirgeyerek, insanla Tanrı’yı buluşturmayı isteyen ve Tanrı’nın bilinebileceğini savlayan vs bir Bâtıni inanç ve öğretidir. Bundan dolayı da hiçbir dinin içine sığdırılacak kadar da sınırlı değildir.
Alevilik genel olarak Teozofik düşünceyle beslenmiş ve düşünsel gıdasını bilgelerden, velilerden ve mürşitlerden almıştır. Teosofik düşüncenin en önemli yanı Tanrı’nın bilinebileceğine dönük anlayışıdır. Bu düşünceye göre, Tanrı, doğanın her olgusunda ve yapısında mevcut olan özdür. O halde, Tanrı, doğanın ve dolayısıyla insanın dışında değil içindedir. İç, öz bilinirse Tanrı da bilinir. Alevilik bu düşünsel yapı üzerinden gelişmiş ve beden bulmuştur.
O halde özetlersek;
Alevi-Bektaşilik:
-Bâtıni (gizemci) -tasavvufi ve gnostik (derin ve içsel bilgi) bir inanç; dünyevi, akli ve seküler (çağdaş) bir öğreti; eşitlikçi-paylaşımcı bir toplumsal anlayıştır. Bu öğreti şiiri, müziği, (sazı-sözü), kısacası sanatı içselleştiren ve öğretisini sanatla ortaya koyan, bilgiye değer veren ve bilgiyi herkese ulaştırmayı hedefleyen bir aydınlık yoldur. Alevilik, inancı akla taşıyarak bilime, akla-mantığa uymayanları eleyen; bilgelerin, ozanların, düşün insanlarının, velilerin, pirlerin, dervişlerin vs. ortaya koyduğu kendine özgü bir inanç ve öğretidir. Bütün düşünsel değerlerini ve ritüellerini Cem’de yaşatan ve Dört Kapı- Kırk Makam’la bütünsel yapısını ortaya koyan bir inançtır.
Alevilik, temel öğretisini ve inancını yaşamın pratiğinden almıştır. O ne bir mezhep, ne bir tarikattır. Çünkü hiçbir mezhebin ve tarikatın dar kalıpları içine sığdırılamaz. Yaşamla bütünleşen, insani değerleri öne çıkaran, çağın değerlerini yaşayan ve yaşatan bir yol, düşünce, inanç ve içinde gizemsel iletiler de taşıyan bir bilgeler öğretisidir.
Yakan, yıkan, korkutan, cehennem narına atan vs. bir Tanrı anlayışını dışlayan; koruyucu, zenginlik sunucu, yardım edici, güzelliği ve iyiliği var edici vs. bir Tanrı anlayışını savunan bir inançtır.
Anadolu Aleviliğinin temel yapısı budur.
Sizce Hz. Ali nasıl bir insandı, en önemli özellikleri nelerdir?
Hz. Ali, Alevilerin ütopyalarının kimliklendirildiği bir ulu kişiliktir. Bu anlamda, Aleviliğin tüm insani ve inançsal değerleri Hz. Ali’nin kimliğinde toplanmıştır.
Buna göre; iyilik, dayanışma, barış, hoşgörü, sevgi, muhabbet, var edici enerji, güç, evrensel oluşum, vs. Hz. Ali’dedir. Hz. Ali ışıktır (nurdur), tüm gizli bilgiler ondadır, o Kuran-ı natıktır (konuşan Kuran’dır), Tanrı Ali’nin bedeninde açığa çıkmıştır, vs. Böylece Alevilik, geçmişten bugüne kadar taşıyıp getirdiği en üstün değerleri, Hz. Ali’nin kimliğinde bedenleştirmiştir.
Gerçekten de, Hz. Ali, kişilik olarak, barışçı, paylaşımcı, zeki, cesur, haktan ve hukuktan yana olan bir insandı. O, her zaman ezilen insanların safında yer aldı. Bu anlamda da İslam uygarlığında Hz. Ali, ezilen kesimin temsilcisi olmuştur. Öyle ki, aklı, bilimi, felsefeyi görüşlerinin temeline koyan insanlar veya toplumsal kesimler Hz. Ali’nin kimliği üzerinden hareket ederek O’nu kendilerine dayanak oluşturmuşlardır.
Bunu yapmalarının da dirimsel temelleri vardır. Çünkü Hz. Ali, bilgili ve olgun bir kişiliğe sahipti. Hırsı ve nefsi kendisi için kullanmıyordu. Her zaman toplumsal yararı gözeten davranışları vardı. İnandığı değerler uğruna gözünü kırpmadan mücadele eden bir insandı.
Hz. Ali, aklı öne geçiren bir insandı.
Hz. Ali, iyi huylu, temiz ahlaklıydı.
Hz. Ali, yardımseverliği, dostluğu temel alan bir anlayışa sahipti.
Hz. Ali, toplum yararına olan değerleri savunurdu.
Hz. Ali, mazlumdan ve ezilenden yanaydı.
İşte tüm bu değerleri savunduğundan dolayı, Hz. Ali’ye halifelik verilmek istenmedi. Hz. Muhammed’in isteği bile uygulanmayarak onun yönetime gelmesi hep engellendi. Bunu engelleyenler Ümmiye kabilesinin egemenleriydi. Yani Emevi ailesiydi. Emeviler, savaşlarda gasp ettikleri malı, eşyayı, parayı hep kendi yandaşlarına ve ailelerine dağıtarak halka zulüm etmişti.
Bu durum Hz. Ali’ye olan ilgiyi arttırmış ve tarihsel süreçte de Hz. Ali ezilen insanların simgesi, önderi yapmıştır. Hz. Ali Muhaliflerin sesi ve enerjisi olmuştur.
Kendisi de muhalif bir inanç ve öğreti olan Aleviliğin Hz. Ali’yle buluşması diyalektik bir olgudur ve olması gerekendir.
Kerbelâ ve Hz. Hüseyin için neler söyleyeceksiniz? Niçin tüm Alevi - Bektaşi ozanları Kerbelâ için matem şiirleri yazmışlardır? Kerbelâ Olayı size ne ifade ediyor?
Kerbelâ, insanlığın dramıdır.
Kerbelâ, acıdır, hüzündür.
Kerbelâ, zulümdür, kıyımdır.
Kerbelâ, eziyettir, gaddarlıktır.
Kerbelâ, görüntüsü insan ama kendisi insan olamamışların başvurduğu şiddettir,
cebirdir vs..
Kerbelâ, zalime başkaldırıdır. Güçlünün karşısında susmamak ve korkmamaktır.
Kerbelâ, zulüm’e direnmek ve onu yok etmek için savaşım vermektir.
Kerbelâ, zalimliğin, baskının, doruk noktasıdır.
Kısacası Kerbelâ, insan olanlarla, insan görünümlü insan olamamışlar arasında ki mücadeledir.
Kerbelâ, bu mücadele sırasında zalim Yezit ve onun yandaşlarının yaptıkları insanlık dışı uygulamalarla, acımasızca şehit edilen Hz. Hüseyin ve dostlarının simgesel adıdır.
Kerbelâ, zalime asla biat edilmeyeceğinin göstergesidir.
Alevilik inancında Kerbelâ Olayı büyük bir öneme haizdir. Çünkü orada bir insanlık dramı yaşanmıştır. Aleviler bu drama duyarsız kalamazlardı.
Aleviler, dünyanın neresinde olursa olsun, adları ne olursa olsun, Hz. Hüseyin’e bağlıdırlar. Onun için oruç tutarlar, yas tutarlar. Onun çektiği acıları bir nebze de olsa hissetmek için çile çekerler.
Aleviler sadece yas tutarak İmam Hüseyin’i anmazlar. Aynı zamanda ondan her defasından bir şeyler öğrenirler. Dünya döndükçe, insanlar var oldukça Kerbelâ unutulmayacaktır. Çünkü insan olmak, zalime başkaldırmak, mazlumun yanında olmakla eşdeğerdir. İşte Alevilik de bunu yapıyor.
Kerbelâ’nın anlamı iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada kutsallığı, mazlumu, aydınlığı temsil etmektedir.
Alevilik de şiir ve müzik olmazsa olmazdır. Alevi düşün dünyası şiir çok temeldir ve bütün düşünsel besinler ve yol bilgileri şiirlerle anlatılır ve geleceğe aktarılır. Dolayısıyla, Kerbelâ olayı da ozanların dizelerinde her zaman işlenmiş ve her Alevi ozanının şiirinde yer almıştır.
Mersiye, ağıttır. Ağıt, acıların, hüzünlerin, sızıların, duyguların vs. yansıtılmasıdır. Mersiye, Kerbelâ’ya duyulan acının sunulmasıdır. Cem’lerde, Hz. Hüseyin’i anmak için mersiyeler okunur ve orada bulunan canlar Hz. Hüseyin’in ve kerbelâ da şehit düşünlerin acısını iç dünyalarında yaşarlar ve onları yaşatırlar.
Alevi - Sünni farklılaşması ve Alevilerle Sünniler arasındaki kaynaşma hakkında neler düşünüyorsunuz?
ALEVİLİKLE, SUNNİ İSLAM ARASINDAKİ FARKLAR
1-Alevilik, tasavvufi batini yorumu esas alır. Sunilik Ehl-i Sünnet’e uyar.
2- Alevilik, Ehl-i Beyt’e ve Hz. Ali’ye bağlıdır. Sünnilik, dört halifeyi de önemser.
3- Alevilik, sevgi ve aşk ile Hakk’a gitmeyi esas alır ve bu anlamda ibadeti öze indirger. Sunilikse pratik ibadete önem verir.
4-Alevilikte 4 kapı 40 makam, 3 sünnet, 7 farz, 12 erkân vardır. Sünnilik de 5 vakit namaz, İslam’ın 5 şartı, imanın 6 şartı vardır.
5- Alevilikte de Hac, zekât (paylaşım) vardır. Sünnilikte de bunlar vardır. Ama uygulamaları ve anlamları farklıdır.
-Alevilikte, hac anlayışı gönülleri fethetmektir.
-Alevilikte, zekât değil paylaşım vardır.
-Alevilerde, cem vardır. Secde âdemedir. İbadetinde musiki ve aşk vardır.
-Alevilikte, Kâbe gönüldür.
6- Alevilikte Muharrem orucu, Hızır orucu, 48 Perşembe orucu, Nevruz bayramı vardır. Sünnilikte Ramazan Orucu vardır.
7-Alevilikte Cem Töreni ve niyaz vardır. Sünni inancında bunlar yoktur.
Doğa da ve makro evrende tek bir gerçeklik yoktur. Bir bahçe de bile binlerce renkte çiçekler mevcuttur. Ama her çiçek kendi varlığıyla özgün, ortaya koymuş olduğu nesnellikle bir güzellik katmaktadır. Ama hepsinin toplamı da o bahçeyi oluşturur. Böylece “bir” ve “çokluk” bir arada bulunmaktadır.
Toplumlar da bir çiçek bahçesi gibi düşünülmelidir ve her topluluk, toplumu oluşturan özgün bir parça (her parça farklı bir kimlik ve beden) yani çokluk ve her toplum da yüzlerce farklı özgün yapıdan oluşan bir bütündür. Bu topluluklar barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşayabilirler. Yeter ki bu bilince ulaşabilsinler. Bir arada kardeşçe yaşamanın sırrı, bilinçli olmakla, kendisi dışında başka gerçekliklerin olduğu bilinirse olasıdır. Önemli olan bu bilince ulaşmaktır.
Bu bilince ulaşınca Alevi de, Sünni de, Yahudi de vs. bir arada yaşamasını bilir.
Tasavvuf hakkında neler söyleyeceksiniz?
Tasavvuf, Tanrı ile evrenin birliğini savunur. Alevi Tasavvufu, bir yaratılışı ön görmez. Alevi öğretisinde, yaratma eylemi yoktur. Alevi Teolojisi, evrenin, var olandan (Tanrı’dan) fışkırarak oluştuğunu öne sürer. Buna göre, evren, Tanrı’nın açığa çıkmasıyla oluşmuştur. Buna “Sudur” denir. Sudur öğretisine göre, doğa, Tanrı’nın görünüşe çıkarak var olmuştur. Tanrı’nın açığa çıkışı bir çağlayanda, boranca akan suyun fışkırması şeklindedir. Tasavvuf düşüncesi, fizikte ki “Kuantum Potansiyel Alanı” kuramına benzemektedir.
Fizikte Kuantum Potansiyeli kuramını ortaya atan Fizikçi David Bohm’a göre, Çevremizde bulunan tüm nesneler, varlıklar, olaylar, ayrı ve birbirinden bağımsız gibi görünseler de, bu sadece bir illüzyondur. Çünkü evren de bulunan tüm varlıklar birbirileriyle derin bir bağla bağlıdırlar. Her şey birbiriyle sonsuz bir birlik içindedir. Yok oluş da bir illüzyondur ve hiçbir şey yok olmamaktadır. Yok olduğunu sandığımız şey, sadece bizim görüş alnımızın dışına çıkmakta ve daha üst bir evrene geçmektedir.( Emel Keskinkılıç; Tanrı İnsan da Uyur, İnsan da Uyanır; Sınır Ötesi Yay.2012, 226).
Kuantum Potansiyeli kuramına göre, mikro evren de bir mekân, yer, biçim vs söz konusu değildir. Mekân, yer ancak makro evrende vardır. Kuantum evrende, her şey bir bütünlük içindedir. Bu anlamda Kuantum Potansiyelinde mekânsızlık ve bütünsellik geçerlidir ve bu kuantum alanıdır. Bu anlasa uzayın tamamıdır. Görünür evren, kimlik kazanmış ve biçim almış olan maddesel ortam veya mekân, Kuantum Potansiyel Alanının parçacık kazanmış ve görünür olmuş durumudur. Bu anlamda bu kuram, görünür evrenin üstünde, görülmeyen, algılanmayan gizli-kapalı başka evrenlerin olduğunu ortaya koyan bir kuramdır.
İşte tasavvuf, görünür âlem dışında, görülmeyen âlemlerinde olduğunu ortaya koyan, söz konusu âleme ulaşılabilineceğini söyleyen, bir düşünsel, derin algılar yolculuğudur.
Alevilikte, tasavvuf anlayışı çok önemlidir. Aleviliğin tüm yapısını, iskeletini
Tasavvuf oluşturur. Alevi tasavvufu, tümevarımcı (yani varolandan hareket ederek, Tanrı’ya ulaşır) bir yöntem kullanır. Vahdet-i mevcutçudur. Buna göre vücut mevcuttan oluşur. Ama mevcutta vücuda dönüşür. Aslında ikisi birbirini var kılar. Ama insan bilincini vücuda taşıyan, mevcuttur der. Olgulardan, olaylardan hareket ederek, yani somuttan, soyuta vararak, oluşu çözümlemeye çalışır. Yöntemi akıl ve sezgidir.
Alevi-Bektaşi öğretisinde, var oluşun nedeni sevgiye bağlanır. Alevi tasavvufuna göre, Tanrı gizli bir hazineyken (Küntü Kenz) kendi kendine yabancıydı. Oysa Tanrı mutlak güzelliği, sevgiyi, bilgiyi kendi içinde barındırıyordu. Kendi gizliliğinin, kendisini göstermeye engel oluşturduğunu anladı ve kendine döndü. Tanrı kendine dönüşle güzelliğinin farkına vardı. Güzelliğini ortaya koymak ve bu yabancılaşmadan kurtulup kendini açığa çıkarmak istedi. Bu yüzden mutlak olandan, değişir olana yöneldi. Evren, Tanrı’nın mutlak olandan sıyrılıp, kendini açığa çıkarması, görünür olmak istemesiyle oluştu.
Alevi öğretisine göre, evren Tanrı’nın güzelliğini yansıtan bir aynadır. Yani Tanrı’nın kendisidir. Güzele âşık olan, güzel olanı seven kişi, aynı zamanda Tanrı’yı da sevmekte, Tanrı’ya âşık olmaktadır. Çünkü görünen her şey, Tanrı’nın yansımalarıdır. Evren, Tanrı’nın kendisidir. Evrenin tümü Tanrı, Tanrı ise evrenin tümüdür. Bu anlamda Tanrı evrenin dışında değildir.
Örneğin, bir bahçe de bulunan her bir çiçek, bir evren bir doğaysa; bahçe o her bir çiçeğin toplamıdır. Tüm parçacıklar bir bütünü oluştururken, bir bütünden de sonsuzca parçacıklar açığa çıkar. Burada bütün ve parçacıklar birbirinden ayrı değildir ve hepsinin kaynağı aynıdır. İşte tasavvuf, bütün ve parça ilişkisini ortaya koyan ve her bir zerrenin var olan bir kaynaktan oluştuğunu belirten bu ana kaynağın da “Tanrı” olduğunu söyleyen bir felsefi inançtır.
Tasavvuf, teozofik bilgeler tarafından ortaya konmuş ve bu bilgeler tarafından geliştirilmiştir.
Yunus Emre, Seyyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal gibi ozanların şiirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yukarıdaki ozanlar, teozofik ozanlardır. Bu ozanlar, ozan olmalarının ötesinde, birer bilgedirler. Bunlar, iç dünyalarında yaptıkları düşünsel yolculuklarıyla, derin ve sezgisel algılarıyla, normal insanların göremediklerini görebilmişlerdir. “Gizil Nesnellik” dediğimiz fizik biliminde “parçacıklar dünyası” denilen ve insanın duyu organlarına kapalı ve gizli olan ama varolan nice nesnelliğin farkına varmışlar ve onca “sırlı” değerlerin ortaya çıkmasını sağlayarak, o değerler içerisinde var olan potansiyel enerjileri keşfederek, onları insanlığın hizmetine sunmaya çalışmışlardır.
Bu ozan-bilgeler, Tanrı’nın, doğanın ve insanın bir bütün olduğunu, görünen evrenin dışında, farkına varamadığımız sınırsız gerçekliklerin bulunduğunu; ana kaynakta ne varsa, parçada da onun olduğunu ve dolayısıyla, bütünle-parçayı birbirinden ayrı düşünmenin yanlış olduğunu şiirleriyle dile getirmişlerdir. Bu ozan-bilgeler, “bütünü biliyorsak, zerreyi; zerreyi biliyorsak bütünü bilebiliriz; çünkü zerre neyse bütün, bütün neyse zerre de odur” demişlerdir. Bu anlmada da, insan da Tanrı’nın bir parçasıdır diyerek, insanı Tanrı’dan ayrı düşünmemişlerdir. Bu düşünsel boyutun vardığı son nokta; Tanrı bilinebilir; yeter ki gerekli bilince ulaşılabilsin…
Ben, söz konusu bu ozan-bilgelerin şiirlerini incelediğimde, o dizelerde ki felsefi Derinliği görebiliyorum. Bu derinliği fark eden herkes bunu bilir.
Sizce bu isimler neden ölümsüzler arasına katılmışlardır?
Bir şey, eğer bir şey, bir başka şeyi besliyorsa, başka şeylere enerji veriyorsa, bir
başka şeylere eylemsellik katıyorsa o ölümsüzdür. Çünkü o, bir başka şeyde yaşıyor demektir. Esasında evrenin bütünü ölümsüzdür. Çünkü her şeyi besliyor. Çünkü her şey enerjidir ve gördüğümüz, algıladığımız bütün mevcudat da “enerjinin farklı yoğunlukta ki halleridir”. Toplumsal anlamda da bu böyledir. Toplumsal düşünce, kültürel her olgu, insansaldır ve her kültürel değer, kendisinden önce varlaşan başka değerlerden beslenir. İşte, Bu ozan-bilgeler, kültürel besin kaynaklarının içinde, en üst noktalarda yer edinmiş olan ve kendilerinden sonra gelen insanlara düşünsel boyutlar kazandırmış, değerler yüklemiş ve önemli besinler sunmuş olduklarından, düşünsel dünyada da “ölümsüzleşmişlerdir”.
Bir ozanın, bir bilgenin düşüncesi, başka insanlar da yaşıyorsa, o ozan veya bilge de o düşünce de yaşıyor demektir. Örneğin “Bir ben var, O da benden içeri” dediğimiz de, hem bilincimize Yunus Emre gelir. O dizeyle birlikte Yunus’un ismi de belleğimizde yeniden uyanır. Örneğin, “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” dizesini okuduğumuzda, bu dizeleri ortaya koymuş olan Pir Sultan Abdal, zihnimizde uyanır ve yeniden doğar. Vs…
Bu sözler veya dizeler aynı zamanda insanların, toplumsal yaşamda ki davranışlarına, düşünsel yapılarına da etkide bulunur ve onların kendilerini toplumsal olaylar karşısında nasıl davranış göstereceklerinin de “ışığı” olurlar. Böylece, ozanların ve bilgelerin ortaya koymuş oldukları değerler, insanlara aydınlık sağlarlar ve bunlar da insanların kendilerini denetleme ve test etme olanağı sağlarlar. İşte “ölümsüzlük” buradadır.
Atatürk ismi size neyi ifade ediyor? Atatürk’ün Türk insanına getirdikleri nelerdir?
Atatürk, Türkiye Cumhuriyet’inin bütünsel bedenidir. Laik Cumhuriyetin, düşünsel ve üstün değerlerin varlaşmasını, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerde bulmak olasıdır. Bu anlam da Atatürk, bu ülkenin enerjisi, kurucusu, yansıtıcısı, bütünleyeni ve sürdürücüsü olmuştur.
Atatürk, yaşadığı çağın büyük devrimcilerinden birisidir. Atatürk’ü bütüncül
yönleriyle anlamak için “aydın” olmak gerekir. Aydın, önyargısız bakan, olguları ve olayları bağıntıları içinde görebilen, bir gerçekliği “bölüp/parçalamadan” onun bütünselliğini yansıtacak şekilde ele alan vs bir insandır.
Aydın; yaşadığı evreni, dünyayı, toplumu ve insanı tanıyan veya tanımaya çalışan insandır.
Aydın, çağının sorunlarına eğilen, bu sorunları araştıran, olay ve olgular arasında ki nedensellikleri kurabilen; var olan sorunlar karşısında çözüm üreten veya üretmeye çalışan, toplumsal değerleri sorgulayan ve bulduğu çözümleri tüm insanlığın yararına kullandırılmasını sağlayan ya da sağlamaya çalışan insandır. Aydının yönü ve duruşu her zaman ileriye doğrudur. Bu anlamda da aydın devrimci ve ilerici görüşleri benimseyen kişidir.
Aydın insanın düşünsel alanı geniş, kavrama yetisi ve sezgisel gücü gelişmiştir. Aydın geçmişi araştıran, bugünü doğru yaşayan ve gelecek konusunda sözü olan bir bilinç taşır.
Aydın karanlık ve aydınlık arasında ki savaşımda aydınlıktan yana tavır geliştiren olmalıdır.
Aydın, duruşu halkın yararına olan bir duruştur. Sömürüye, zalime, yoksulluğa ve her türlü haksızlığa karşı koyandır aydın.
Aydın, toplumun öncüsü olan, toplumu dönüştüren, bilimsel düşünen, derin felsefi görüşleri olan, sorgulayan, araştıran, yaşanılanların farkında olan, dünü bilen, bugünü yaşayan, geleceği kuran, kendinden çok toplumun yararını düşünen, kendini aşan, topluma örnek olan, topluma ışık saçan… insandır.
Bu anlamda Atatürk, gerçekleştirdiği devrimlerle gerçek bir aydın olduğunu göstermiştir. Çünkü aydın olmak, aynı zamanda toplumu ileriye taşıyacak toplumsal kurumları gerçekleştirmekle eşdeğerlidir.
Aydın, ileri görebilen ve geleceği tasarımlayan ve tasarımladığı şeyleri pratiğe uygulayan; yani düşündüklerini eyleme dönüştüren insandır. Ama her eylem, her görüş ve düşünce “aydın” kavramıyla uyuşmaz. Burada kıstas; yapılan eylemin, gerçekleştirilen olgunun toplumu öncekinden daha ileriye taşıyorsa doğrudur. Aydın olmakla, entelektüel olmak arasında ki en önemli farklılık budur.
Şu bir gerçek ki aydını olmayan bir ülkenin veya bir toplumun geleceği de karanlık olur.
Aydını olmayan bir toplumun devimimi ve dönüşümü çok uzun bir süreç alır.
Aydını olmayan bir toplumun insanları edilgen ve kaderci olur.
Aydını olmayan bir toplum, demokrasiyi yaşayamaz. Bilimi, sanatı, bilişimi, felsefeyi toplumsal yaşamın hücrelerine işleyemez.
Aydınlığı yaşayamayan bir ülkede çağdaş değerler oluşturulamaz.
Aydınlanmadan ve aydından korkan yöneticilerin uzun süre bulunduğu bir ülke gelişmesini gerçekleştiremez. Başkalarının maşası ve güdümlüsü olur.
Aydın, sorgulayan, araştıran, yargılayan, tartışan ve kafa yorandır. Bugün demokrasi adına ortaçağ karanlığını savunanlar kendilerini “aydın” diye sunuyorlar. Oysa bunlar entelektüel olabilir ama “aydın” olamazlar. Toplumu çağdaş dünyadan geriye taşıyacak olan hiçbir eylem, görüş ve düşünce “aydın” kavramı içinde değerlendirilemez.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da Atatürk önderliğinde Laik bir Cumhuriyet kuruldu. Ardından da birçok Devrimler gerçekleştirildi. Bu devrim aslında Avrupa'da 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşen "Rönesans" hareketinin "Anadolu" da yaşam bulmasını sağlayan bir devrimdi.
Yani "Kemalist Devrim" dediğimiz şey bir "Aydınlanma" hareketidir.
Aydınlama Hareketi, Avrupa'da gelişen reformlar sonucunda "Halk Hareketleriyle" gerçekleşmiştir. Yani Avrupa’da Rönesans aşağıdan yukarıya doğru ve halkın bu hareketleri sahiplenmesiyle varlaşmıştır. Oysa Anadolu'da "Aydınlanma Devrimi" yukarıdan aşağıya yapılan devrimler sonucunda gerçekleşmiştir. Bu da sancılı olmuştur ve bundan dolayı da birçok sorunlarla karşılaşılmıştır. Yani “Anadolu Aydınlanması” çok acılı ve zorlu bir konumda, kendini var etmenin koşullarını yaratmaya çalışmıştır.
Atatürk Devrimlerinin özü, seküler ve çağdaş bir toplum yaratma düşüncesine dayanır. Ortaçağın bütün karanlıklarını aşmak ve insanı insanlaştıracak olan üstün insani değerleri toplumun en geçerli değerleri yapmak, bu devrimlerin ana mantığını oluşturmuştur.
Avrupa Seküler (dünyasal, çağdaş) bir toplum anlayışını yaşama geçirmiş yani dünyasallaşmayı sağlamıştır. Bu nedenle de inançla, dış gerçekliği birbirinden ayırmayı başarabilmiştir. Artık o ülkelerde "Din" egemenliğinde bir yönetimin gelme olasılığı bugünkü koşullarda olanaksızdır. Çünkü halk "Kilisenin" egemenliğini yıkmıştır. Bu yönüyle de inancı vicdanlara indirmesini bilmiştir.
Oysa İslam ülkelerinde dünyasallaşama dediğimiz olgu yani çağdaşlaşma (Sekülerizm) gerçekleştirilememiştir. İnanç yaşamı belirleyen en önemli güç olma özelliğini sürdürmüştür ve sürdürmektedir. Onun için ülkemiz Seküler bir toplum olmadığından, toplumu Seküler kılabilmek için Laiklik anlayışı geçerli kılınmıştır. Laiklik, insanımızı ve toplumumuzu çağdaşlaştırma, özgürleştirme eylemidir. İnanç ağırlıklı yapıdan, aklı öne geçiren bir anlayışı geçerli kılmanın yöntemidir. Bu da kişiyi özgürleştirme, kişiyi kendin kılmanın en önemli ayağıdır.
Anadolu Aydınlaması (Atatürk Devrim ve İlkeleri) özünde insanımızı dünyasallaştırma, çağdaşlaştırma hareketidir. Ama ne yazık ki, bu devrimler 1946’lı yıllardan itibaren “karşı devrimci” hareketler sonucunda tam başarıya ulaşamamıştır. Eğer bu “Devrimlere” sahip çıkılmazsa ve “Aydınlanma” eylemi devam ettirilmezse her an geriye (Şeriat”a, Din Devletine) dönüş söz konusudur. Bu durum günümüzde (2014) de geçerlidir.
Çünkü İslam bir "Devlet" dini olarak doğmuştur. İslam'ın hem ekonomik, hem Hukuk, hem politik ve hem de belirli bir toplum modeli vardır. İşte kimilerinin anlayamadığı veya anlamak istemediği de budur.
Atatürk, tam anlamıyla “aydın” kavramının içini dolduran bir insandır. Çünkü gerçekleştirdiği her eylem, savunduğu her görüş ve düşünce, toplumu bulunduğu konumdan çok daha ileriye taşımak olmuştur ve de bu söylediklerini yaşama geçirmiştir.
Aydın, eylemcidir. Yaşamı dönüştüren ve yaşama yeni şeyler katandı.
Bu Tanım tam da Atatürk’e yakışmaktadır.
Türkiye’nin geri kalmışlığını nelere bağlıyorsunuz?
Türkiye’nin geri kalmışlığı, hayatın pratiğini okuyamayan, bilimsel düşünceye kendisini kapatmış olan; her toplumsal olayı ve olguyu “iman ve inanç” temelin de arayan; aklı ve bilimi dışlayan; sanata hor bakan; çağın değerlerine yabancılaşmış olan ve büyük bir yoğunlukla gelenekten beslenen vs. bir toplumsal model de ve çapsız yöneticilerde aramak gerekir. Ülkemizde de olan budur. Tarihe bakıldığında bu görülecektir. Bilime, akla ve tekniğe önem verenler ilerlemiş, aydınlık ve çağcıl değerlerin oluşmasına katkı sağlamışlar bu değerleri dışlayanlar geri kalmışlardır. Bugün bile bakabilen göz ve bilinç, bu gerçeği açıkça görebilir. Bir Ortadoğu’nun durumuna bir de gelişmiş ülkelerin konumuna bakın…
Sizce bu toplumu neler değiştirebilir?
Bilim, akıl ve yetişmiş, teknik yönü ileri seviyeye ulaşmış bir bilinç ve çağdaş değerler, bir toplumu ileriye taşıyan en büyük motor güçtürler. Bütün bunların ana kaynağıysa “akıldır”. Aklı dışlayanlar, başkalarına bağımlı kalanlardır. Tarihin sayfaları bu gerçeklikle doludur. Bu anlamda laboratuardır. Bu anlamda deneylerle, testlerle doludur. Nerede akıl öne geçmiş orada ilerleme ve gelişme olmuştur. Nerede “dinsel ve geleneksel değerler” öne geçmiş, o toplumlar geri kalmışlardır. Dünya bunun örnekleriyle doludur. Hiç uzaklara gitmeye gerek yoktur; bugünkü dünyaya bakın, bu gerçeklik hemen görülecektir.
Şu bilinmelidir ki, dünya da hiçbir kimse “imanla, inança” bir uçağı yapamaz ve uzaya bir araç gönderemez. Ama “akıl- bilim ve teknik” gönderir.
Sizce demokrasi nedir? Gerçek bir demokrasinin yaşabilmesinin şartları nedir?
Demokrasiyi anlamak için, öncelikle bu sözcüğün etimolojisine bakmak gerekir. Demokrasi, yunanca “Demos”(Halk) ve “Kratos” (İktidar) sözcüklerinden oluşan ve halkın iktidarı anlamına gelen bir sözcüktür. Demokrasi, günümüz dünyasında ulaşılmış olan en ideal yönetimdir. Demokrasi, Cumhuriyet’in şekilselliğini ortadan kaldıran ve ona nitelik kazandıran özdür. Özdür çünkü demokrasi daha çok uygulamayla ilgilidir.
Bir devletin Cumhuriyet’le yönetilmesi o toplumun çağdaş insanlığın değerleriyle yönetildiği anlamına gelmez. Sorulması gereken şey “Nasıl bir Cumhuriyet” sorusudur. İşte bu “Nasıl Cumhuriyet” sorusu o Cumhuriyetin niteliğini de belirler. Bu sorunun yanıtı eğer “Demokratik Cumhuriyet” ise; o zaman da Demokratik Cumhuriyet’in olmazsa olmazlarının geçerli olup olmadığına bakılır.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; Laiklik yoksa o Cumhuriyet demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; halkın örgütlenme özgürlüğü yoksa o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; yönetim denetlenmiyorsa, halk yönetime katılamıyorsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; halk kendi geleceğine kendisi karar veremiyorsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer bilimsel ve akla dayanan bir eğitim sistemi yoksa orada çağdaş bireyler oluşturulamaz. Çağdaş düşünceye sahip olamayan bireylerle Demokratik Cumhuriyet korunamaz. Çağdaş düşünce ve çağdaş değerler egemen değilse, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer bilgi üretme, bilgi edinme, bilgi sağlama ve bilgiyi aktarma yoksa o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer kurumlar ve kurumların kuralları herkes için aynı derecede uygulanmıyorsa, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer var olan kaynaklar üretime yönlendirilmiyorsa, yoksulluk ve yoksunluk artacağından; yoksulluğun var olduğu böylesi bir Cumhuriyet asla Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer yapılan bütçe “halk için” yapılmıyorsa; üretilen katma değer adilce pay edilmiyorsa ve üretime katılan halk; tüketim aşmasında söz sahibi değilse; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; azınlıkta olanlara, çoğunluğun baskısı varsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz. Çünkü demokrasi aynı zamanda “azınlıkların” da hakkının korunduğu yönetimdir.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; erdemli olmak en temel niteliktir. Eğer, erdemli, ahlaklı, başkalarının haklarına saygı gösterme, sevgi, barış, dostluk... v.s gibi değerler geçerli değilse, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer hoş görü kültürü egemen değilse; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Atatürk; "Cumhuriyet erdemli bir ahlaka dayanan yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir... Cumhuriyet yönetimi erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. " sözleriyle bizlere Cumhuriyetin niteliklerini öz bir şekilde dile getirmiştir.
Cumhuriyet’in demokratik Cumhuriyet olabilmesi için, laikliğin bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi ve (özgürlük, eşitlik, dayanışma, insan hakları, güven, iş, vs) gibi çağdaş değerlerin geçerli kılınması gerekmektedir. Laiklik olmadan, üretmeden, adil paylaşım sağlanmadan, özgürlük sağlanmadan, açlık-yoksulluk vs ortadan kaldırılmadan bir birey, bir toplum, bir yönetim asla “demokratik kılınamaz.
Sizce Halk Ozanları toplumsal olarak ne gibi işlevleri yerine getirmişlerdir?
En önemli işlevleri, halkın dilini kullanarak, onların sorunlarını dile getirmek ve Onların sözcüsü olmaktır. Halkın ozanı, halkın zihni, vicdanı, belleği ve konuşanıdır. Halkın ortak aklını ve ortak değerlerini ve de halkın çıkarlarını savunan, halka ışık olan ozanlar, onların güneşidir, ışığıdır.
Halk Ozanlığı geleneğinin günümüzde devam ettiğine inanıyor musunuz?
Evet, doğada boşluk yoktur ve toplumlarda da boşluk olmaz. Bu anlamda da biçim ve üslup değişse de, öz değişmez ve bu anlamda, halk ozanlığını sürdüren ozanlar vardır ve olacaktır da… Geçmişin halk ozanları daha çok köy kültüründen, gelenekten besleniyorlardı, günümüzün halk ozanlarıysa daha çok kent kültüründen ve çağdaş değerlerden beslenmektedirler.
Ama öz olarak, halkın sorunlarını dile getirmek, halka kendisini adamak ve halkın öncüsü olmak gibi işlevsellikler sürmektedir.
Hangi ozan ve ses sanatçılarıyla dostluğunuz var?
Mahzuni Şerif, en yakın tanıdığım ozanlardan birisiydi. Günümüzde birkaç ozan-sanatçıyla görüşüyorum. Berrin Sulari, Fevzi Kurtuluş, Ali Ekber Eren, Tuncelili Helin, Cem Çelebi hemen aklıma gelenler.
Sinemaya, tiyatroya gidiyor musunuz?
Çok fazla değil. Uzun süredir gitmiyorum.
Şimdiye kadar kaç Alevi - Bektaşi anma etkinliğine katıldınız?
Birçok etkinliğe, panele ve açık oturuma katıldım.
Halk ozanlarının genel sorunları sizce nelerdir? Çözümlenebilmesi için neler yapılmalıdır?
Halk ozanlarının en büyük sorunu, ilgisizlik ve ekonomik sıkıntılardır. Çözümü Çok zordur, çünkü gerçek bir halk ozanına egemen anlayış zaten destek vermez. Bu durumda halkın, ozanına sahip çıkması ve en azından onun albümlerini alarak dolaylı yollardan da olsa bir katkı sağlaması gerekir.
Ayhan can, bana iletmiş olduğun gönderiyi, olabildiğince yanıtlamaya çalıştım. Birbirine yakın gördüğüm soruları kaldırdım. Umarım, yararlı olmuştur.
Bu aralar yoğun olduğum için geciktirdim.
Hoşça kal…
Süleyman ZAMAN
17.09.2014
Görüşme tarihi: 12.09.2104
Nüfusa kayıtlı olduğu il: İstanbul
İlçe: Fatih
Köy: Keklikpınar (Ömeran, Sivas/Divriği)
Köyün hane sayısı: 35
Köyün nüfusu: 150
Köyde yaşayanların sayısı: 9
Şehre göç edenlerin sayısı: 141
Köyde konaklama yeri var mı? Varsa kaç kişiliktir? Yoktur.
Köyünüzü çevreleyen Alevi / Bektaşi köyleri var mıdır? Var.
Çevre köylerin dini inanışı (Adet olarak)
Alevi (7)
Bektaşi ( )
Alevi - Bektaşi ( )
Sünni (1 )
Çepni ( )
Tahtacı ( )
Türkmen (5)
Varsa Piriniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen Ocağı.
Rehberiniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen/Erzincan.
Mürşidiniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen Ocağına bağlı dedeler.
Varsa köyünüzdeki dergâhın ve türbenin adı: Yoktur.
Türbedeki zatın soyağacı, özellikleri: Yoktur.
Köyünüzdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Geleneksel yapı içinde kutsallık yüklenen Çınar ve Çam ağaçları ve bazı taşlar vardır.
Çevre köylerdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Tekke (Avşar) Köyünde; Hüseyin ABDAL
Hüseyin Abdal, Horasan’dan Anadolu’ya gelen ulu bir mürşittir. Anadolu’ya gelince Hace Bektaş Veli Dergâh’ına gitmiş ve burada uzun yıllar hizmet etmiştir. Daha sonra da Anadolu’yu aydınlatmak için yola koyulmuş, gezmiş, dolaşmış ve en sonunda Sivas’ın Diviği İlçesi’nin Tekke (Avşar veya Güvenkaya) köyüne gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Burada, kısa sürede insanların ilgisini çekmiş ve gösterdiği üstün nitelikli kişiliğiyle sevilmiş ve bıraktığı enerjiyle de ölümsüzleşmiştir. Hakk’a yürüdükten sonra da orada yaşayan halk, onun adına türbe yapmış ve onu ölümsüzleştirmiştir. Hüseyin Abdal, abdal yani ermişlik, velilik aşamasına ulaşmış bir ulu zattır. Hangi tarihlerde yaşadığı tam olarak bilinmemektedir. Yaşamı hakkında ki bilgiler tamamen rivayetlerden ibarettir. Ama önemli olan Hüseyin Abdal’ın bir mürşit veya “abdal (ermiş, Hak dostu) olduğu gerçeğidir.
Civar köylerdeki türbe, dergâh var mı? Yellice Köyü: Molla Yakup Türbesi
Türbedeki zatın soyağacı, özellikleri: Molla Yakup’un, XVl. Yüzyılda Yellice köyüne geldiği ve buraya yerleştiği, burada üstün bir kişilik gösteren bir derviş olduğu rivayet edilir. Hakkında çok fazla bir bilgi yoktur.
Köyünüzdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Yoktur.
Çevre köylerdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Yellice Köyü, Tekke Köyü.
Yörenizde bir kültür veya dini inançsal anma etkinliği yapılıyor mu? Yapılıyorsa, tarihi nedir? Tekke Köyün de Hüseyin Abdal etkinliği yapılmaktadır.
Etkinliğe kimler, hangi bölgelerden gelmektedirler? Çevre köylüler ve Hüseyin Abdal’a gönül gözüyle bağlı olan dostları gitmektedirler.
Eğitim durumunuz? Lise 2 terk.
Kaç yaşındasınız? 1956 doğumluyum ve şu an 58 yaşındayım.
Mesleğiniz ya da işiniz nedir? Emekliyim. Meslek olarak Kütüphanecilik ve Muhasebecilik yaptım.
BİLİN Kİ İŞTE O, GERÇEK BİR DOSTTUR
Uzak mekânlarda olsa da bile
Korumaklı hisle gelirse dile
Özünde yok ise bir katre hile
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Yaşama sevinci öze katarsa
Sevgi ışınını cana saçarsa
Zihninde inayet erki açarsa
Görün ki, işte o gerçek bir dosttur
Can olup bir cana, canan olursa
Sanal boyutunda meyler sunarsa
Sevgiyi akıtan kaynak pınarsa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Işınlar gönderip, erkler verirse
Zorda kaldığında sana gelirse
Ab-ı hayat olup, teni beslerse
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Arkadaş olup da eğer Maral’sa
Merhemler üretip, yara saransa
Uzamları aşıp cana varansa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Sevgisiz olanı özde kovarsa
Suna gibi su da yâri ararsa
Sevgi frekansı sevi sararsa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
ZAMANIM hayrandır, dostça sevene
Şüphe duymaz asla, dostça güvene
Açıktır sinesi dostça gelene
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur…
26.09.2014
İNSAN OLAN İNSAN GİBİ DAVRANIR
Ne demeli bunca zalim insana
Lanet olsun onca cana kıyana
Elbet cani denir, canlar alana
İnsan olan insan gibi davranır
Deryanın içinde küçük noktayım
Savaşla, açlıkla geçiyor çağım
Ölüyor çocuklar, talandır bağım
Meyveli ağaca herkes çullanır
Çekilmese açlık herkes tok olsa
İnsanlar, insanla dostluklar kursa
Dünyada muhabbet ve sevgi kalsa
Sevgi ortamında herkes dost kalır
Asla aklım ermez dalavereye
Bilmem ki insanlık gider nereye
İlaç bulunmaz ki yara bereye
İnsanlığı bozan, insan mı tanır?
Kobani’de zulüm almış yürümüş
İnsanlığa uzak, maske bürümüş
Kadın, çocuk yerlerinden sürülmüş
İnsanlıktan insan olan utanır
ZAMANIM insanı almalı temel
İnsanlığa hizmet olmalı emel
İyilik sunmalı hemen her amel
Erdemsiz kendini insan mı sanır?
29.09.2014
YAZAR VE HALK OZANI SÜLEYMAN ZAMAN’LA SÖYLEŞİ
Çalışmalarıyla, eserleriyle günümüzde Alevilik konularında bu arada özellikle halk ozanları ve günümüz halk ozanlarının yaşamları konularında önemli eserler yayınlayan aynı zamanda bir halk ozanı olan Süleyman Zaman’la yapılan detaylı görüşme…
Sizce “Halk Ozanlığı” neyi ifade ediyor?
Halk ozanı, halk bilim insanıdır. Halkın Konuşmayan sesi, ortaya koyamadığı belleği, açığa çıkaramadığı düşünsel besini ve gizil konumdaki enerjisidir. Ozan, halkın değerlerini kendi özünde taşıyan ve o özü korkusuzca dile getiren ve toplumun öncüsü olan bir insandır. Halk gibi konuşur, halk gibi düşünür ve halk gibi davranır. Ozan, yaşadığı dünyanın verilerini derin sezgisiyle görebilen, aşkın konumuna gelerek içsel algıyla çoğunluğun ulaşamadığı değerlere ulaşabilen, yaşadığı çağın değerlerini çözen ve tüm bunları halka sunan öncü bir kişiliktir.
Ozan, varlığını halkına adayan insandır. Bedel ödemeyen birisi ozan olamaz. Herkes âşık olabilir ama ozan olamaz. Çünkü ozan, doğanın düalist yapısını çözebilen, karşıtlıkların diyalektiğini kavrayabilen ve yaşadığı toplumsal yapının karşıtlıkları içinde, halkın yararına olan değerleri benimseyen ve bu değerleri cesaretle dile getiren ödünsüz insandır. İnsan yalnızca bir “aşk” varlığı değildir. İnsan, toplumsal bir varlıktır ve her toplum da küçük bir evrendir. Evrensel her yasa, toplumlar için de geçerlidir ve insanlar da bu yasaların belirlediği zora uyarlar. Bu yasalar ne diyor? Doğa da koas ve kozmos birlikte vardır. Aşk, kaostan kozmosa yani karmaşadan düzenliliğe ulaşma isteğidir. Ama kozmosa ulaşmak için emek harcamak, çaba göstermek ve zorlukları aşmak gerekir. Yoksa mistik bir anlayışla, çalışmadan, emek harcamadan hiçbir zor aşılamaz. Esasında hayat denilen şey, önümüze çıkan zorlukları aşma mücadelesidir. İşte ozan, bu mücadeleyi aşamanın mücadelesini veren insandır. Bu bağlamda “âşık”la, ozan arasında ki en büyük farklılık da budur.
Halk Ozanlığının tarihsel geçmişiyle ilgili bilgileriniz nelerdir? Halk Ozanlığı sizce ne zaman ve nasıl başlamıştır?
Ozan’ın Oğuzca bir sözcük olan “Ozmak” tan geldiğine dönük görüşler vardır.
Metin Turan’ın “Köprülü” den aktardığına göre Ozan sözcüğü ozmak kökünden gelmektedir. Ozmak sözü ileri gelmek, önce gelmek manasında bir sözdür” (Metin Turan; Ozanlık gelenekleri ve Türk Saz Şiiri; Ürün Yay. 3. Baskı 1997; 12 Sayfa). Bu bağlam da ozan, toplumun önünde giden, toplumu aydınlatan, öncü anlamına gelir.
Yine, oğuzca bir sözcük olan “Ozgan” da, ozan sözcüğünün kökeni olabilir. Çünkü OZGAN, öne geçen, birinci gelen anlamına gelir. Ozanlar da öncü insanlardır ve yol göstericidirler.
Ayrıca;
UZU: (Sümerce): Gelecekten haber verme.
USUYU: (Saka Türklerinde) şamanlara verilen isimdi.
U:S-UUS-UZ: (Yakut Türkleri) Ata anlamına gelmektedir. Ata ruhunun taşıyıcısı.
USUN: (Moğollarda); Kurban törenlerini yönetenler. Vs. gibi sözcükler de Ozan sözcüğünün etimolojik yapısına uygun düşmektedir.
Tüm bu sözcüklerin ortak özelliği, ozan sözcüğüne yüklenilen anlamlara uygun düşmektedir. Ozanlar, geçmişten bu yana, yukarıda sözcüklerin hemen hepsinin özelliklerini taşıyorlardı.
Celal Beydili şunları belirtiyor: Sümerlerde gelecekten haber veren anlamında “UZU” sözcüğü kullanılıyordu ve bu daha sonraları “ozan” sözcüğüne dönüşmüştür. Saka Türklerinde şamana “usuyu” deniliyordu. Yakut dilinde “u:s-uus-uz” cet (ata) anlamına geliyordu ve bu anlamda ozanın ata ruhlarının taşıyıcısı olarak değerlendiriliyordu. Moğollarda kurban törenlerinin yönetenlere “Usun” deniyordu. (Celal Beydili; Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük; Yurt Kit. 2004, Sayfa 449-450)
Ozanların mitolojiden beslenen bir yanı vardı. Çok eski dönemlerde doğanın dilini anlayan, ataların ruhlarıyla konuşan, gelecekten haber veren, yaşadığı dönemde olaylara yön veren, görünmeyen güçleri etkileyen, gelecekten haber veren; geçmişle-bugünü birbirine bağlayan…güçlü ve yetenekli insanlar olduğuna inanılırdı. Bu insanlar ululaştırılmıştı. İşte bunlara “ozan” dendi.
Korkut Ata; Kara Han, Oğuz Han… Destanlarında; Dede Korkut’un kitabı ozan dilidir.
Ozan; dinsel ayinleri yöneten; hastalara sağaltım veren, şifalar sunan; Tanrı’yla konuşan ve insanlarla-Ruhlar arasında bağ kuran, insanları eğlendiren düşündüren, ağlatan, güldüren; kopuz çalarak sözle-müziği birleştiren ve bu anlamda sözle ritmi buluşturan… bir bilgedir…
Türk topluluklarında; Sümerlerde, Azerbaycan’da, Mısır’da vs. ozan kimlikli insanlar vardı ve onlar toplumu yönlendiriyorlardı.
Ozan, sözleri uyum içinde kullanan, sözcüklerle dans eden bir söz ustasıdır. Onun sezgisel gücü yüksektir. Düşünce dalgaları derin ve sözcük frekansları etkindir.
Ozanın temel besini söz ve taşıyıcısı ise bellektir.
Bu nedenle ozanlığı var eden en önemli olgu onun söz kültürüne sahip olması ve ürettiği dizeleri bellekle geleceğe taşımasıdır. Bu söz kültürünün elli bin yıllık bir tarihsel süreci kapsadığı söylenebilir. Ama ozanlık geleneği günümüzden yaklaşık 15-20 bin yıllık sürece uzanmaktadır.
Ozanlar tarihsel süreç içinde farklı görevlerde de bulunmuştur. Ozanlar her şeyden toplumun ileri gelen insanıydı. Toplumda becerikli, zeki, algı gücü üst düzeyde olan, üretken ve aklıyla kendisini topluma kabul ettiren insanlar aynı zamanda o topluluğun önderi ve ortak aklını da yansıtan bir kimlik kazanıyordu. Bu tür kişiler bazen toplumda önderlik yaparlar, bazen hekimlik, bazen büyücü, bazen görünmeyen güçlerle ilişki kuran biri, bazen doğa olaylarını etkileyen kişi ve bazen de toplulukları konuşmalarıyla, kullandığı sözcüklerle coşturan bir ozandır.
Bu anlamda ozanın, toplumun önderi, yol göstericisi, sorunların dilendiricisi, herkesin ortak görüşlerinin yansıtıcısı v.s. gibi bir işlevselliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Elimizde ki bilgilere göre ozanlara ilk kez 5.yüzyılda karşılaşılmıştır. Fuat Köprülü’nün verdiği bilgilere göre; Hunlar da Atilla (395-434) döneminde ozanlar bulunmaktaydı. Ayrıca Çağatay sözcüklerinde (Çağatay Hanlığı, Moğol Devletidir. Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’dan ismini almıştır. 13.Yy.-17.Yy.) de ozan anlamına gelen sözcüklerin olduğunu belirtmiştir.
Ozanların en büyük özelliği müzik dilini sözcüklerle buluşturmasıdır. Söz ve müzik birleşince insandaki estetik duygular da öne çıkar. Bunu bilen ozanlar müzikle sözü buluşturmuşlardır.
Ozanlar özgür düşünen ve sözlerini çekinmeden söyleyen insanlardır. Bunlar sırtlarında kopuzları diyar, diyar dolaşıp, çevrelerine müzik eşliğinde şiirler okurlardı. Ozanlar toplumu eğlendiren, düşündüren, ağlatan, duygulandıran kişilerdi. Bunların doğaçlamaları ve gözlemleri güçlüdür. Bu kişiler araştırıcı, kuşkucu, sorgulayıcı, düşünen ve üreten insanlardır. Aynı zamanda bunlar ince duygulu bir yapıya sahiptirler. Bunundan dolayı da her zaman toplumun aranan ve saygı duyulan insanları olmuşlardır. Bu tür kişiler toplumda kolay tanınır ve isimleri çabuk yayılırdı.
Ozanlar tüm toplumsal olguları, halkın kendilerini savunmak için yaptıkları başkaldırıları egemen olanın aleyhine olacak biçimde hep dile getirdiler. Halkın sesi, kulağı, gözü oldular. Bundan dolayı da egemen yönetim (Selçuklular, Osmanlılar…) ve bu kesimi destekleyenler Ozanları; geveze, boş konuşan, aylak, avare, asalak... Vs. şeklinde değerlendirmişlerdir. Zamanla ozan sözcüğünü kullanmayıp, bu sözcüğün yerine Âşık sözcüğünü kullanır olmuşlardır. Ozanın içeriğini, anlamını değiştirmek; ona yüklenen sıfatların içini boşaltmak amacıyla yapılan bir tercihti bu.
Ozanların gönlü geniş, duyarlılık seviyeleri yüksek ve sezgisel güçleri de üst noktada bulunur. Bundandır ozanların coşkulu olması. Ozan, kaynağına akan bir ırmak gibidir. Kendi özünü ve geldiği kaynağı sürekli kurgular. Tanrı+Evren+İnsan üçlemesinde, kendisinin nerede ve nasıl yer bulduğunu sorgular. Bulunduğu toplumun dirimsel ve tinsel değerlerini gözlemler. Olgu ve olaylardan etkilenir ve beynindeki sözcükler bilince yansır ve bu sözcükler dize olur dış dünyaya akar. Artık bu dizeler ozanın olmaktan çıkar. Bu dizeler ağızdan çıktıktan sonra tüm insanlığın mal olur. Ozan, haksızlığa, yolsuzluğa, ikircikliğe, düşmanlığa, onursuzluğa ve onca olumsuzluklara karşı isyan eder. Var gücüyle karşı kor. Ozan, hatır gönül dinlemez. Sözlerini özgürce ve korkusuzca söyler. Tinsel doyumluluğa ulaşan ozan, coşarak, taşmak ve çağlamak ister. Coşkun konumdayken ozan, yerinde duramaz, rüzgâr gibi hareketlidir. Bu hareket onun bilincinde söz öbeği olarak dışarı yansır.
Yukarıdaki anlatımlardan da yararlanarak ozanlığı söyle tanımlayabiliriz; ozan; bir toplumun kültürel edinimlerini, özlemlerini, geleneklerini, göreneklerini, acılarını, sevinçlerini, ağıtlarını, oyunlarını, halaylarını, zenginliklerini, yoksunluklarını, yoksulluklarını, isyanlarını, kızgınlıklarını, kahramanlıklarını, kavgalarını, dramlarını, çaresizliklerini, doğal afetlerini, kazanımlarını, yitirdiklerini, elemlerini, kederlerini, düşkünlüklerini, sevgilerini, aşklarını, sevdalarını… Vb. çoğunlukla saz eşliğinde dile getiren bilim insanlarıdırlar.
Sonuç olarak; Ozanlar:
-Halkın değer yargılarını;
-Yaşamın toplumsal çelişkilerini;
-Bölgenin coğrafik koşullarını;
-Yaşadığı ortamda ve dünyada gelişen ve insanı etkileyen doğa olaylarını;
-Toplumların toplumsal ve doğasal felaketlerini;
-Halkın sevinçlerini, ağıtlarını, üzüntülerini, kederlerini, yoksulluklarını, korkularını, dayanışmalarını, paylaşımlarını… vs.
-Toplumsal duyarsızlıkları, savaşları, töreleri, olgu ve olayları…bg.;
En ince duygularla ortaya koyan ve bu duygulara estetik değerler katan ve üretilen eserleri bağlama eşliğinde dile getirerek müzikle sözü bütünleştiren halk bilimi insanlarıdırlar.
Ozanlar işlevsel olarak şut temel görevleri yerine getirirler; Ozanlar:
-Aktarıcıdırlar;
-Yayıcıdırlar;
-Üreticidirler
-Taşıyıcıdırlar;
-Yorumlayıcıdırlar.
-Sorgulayıcıdırlar,
-Uyarıcıdırlar.
Ozan; özünde toplumsal bilinci bedenleştiren; onu toplumsal belleğe aktararak hem yaşadığı dönemin ve hem de geleceğin toplumsal aklı olan bir işlevselliğe sahiptir.
Ozan, halkının sözcüsüdür. Ozan, göremeyenleri gören, görünenin arkasında ki gerçekliği sezinleyen; olgu ve olayları çözümleye çalışan ve ulaştığı gerçekleri, edindiği bilgileri halkına sunan bir ışık kaynağıdır. Toplumun aynasıdır ozan. Ozanın dizeleri duygulandırır. Ozanın sözleri bilgilendirir. Ozanın şiirleri güzellik sağlar. İnsan tininde esintiler oluşturur. Ozan gönül gözüne seslenir. Halkı yaratmıştır ozanı. Ozan da halkı dönüştürmeye çalışır. Genel geçer görüşlerden ve düşüncelerden daha da ilerileri görür ve düşünür. Gördüklerini ve düşündüklerini çekinmeden halkına anlatır. Bunları yapabilen kişi gerçek ozandır.
İLK ŞİİRLER VE DESTANLAR
İnsanoğlu doğayla savaşımında, dik durup eyleme geçerek önce elini ve beynini geliştirmiş ve süreç içinde de kendisini karşısındakine anlatabilmesi için dilini kullanarak insanlaşmasını tamamlamıştır. Çünkü insan kendisini diliyle ifade etmiş ve toplumsallaşmasının en büyük aracını yaratmıştır. Onun için insanoğlu önce kendisini tam olarak “söz”le tanımladı. İşaretlerle, mimiklerle, beden diliyle anlaşan insan, dilini geliştirerek artık kendisini karşısındakine kolayca anlatabiliyor ve anlaşabiliyordu. Söz geliştikçe “kültürel” birikim arttı ve bu yolla toplumsal “bellek” denilen “ortak akıl” da oluştu. Bu ortaklaşa akıl ve toplumsal bellek çok uzun bir süre “söz Kültürü”nden oluştu.
İnsanlığın yazılı kültürü çok yenidir. Homo Sapiens denilen “düşünen insan”dan bu yana ortalama bir milyon ile beş yüz bin yıllık bir süreç geçmiştir. Düşünen insan düşünmeye başladıktan sonra yavaş yavaş konuşmayı da öğrenmeye başlamıştı. Oysa yazının bulunması şu anki verilere göre günümüzdün yaklaşık yedi bin yıl öncesine dayanır. Demek ki tarihsel süreçte insanoğlunun yaşamında söz kültürü egemendir. Bundan dolayı yazı bulunmadan önce de şiir vardı. Ama bunlar yazıya geçirilmediği için de bunlarla ilgili belgeler bulunmamaktadır. Ama insanlar “ezber” yoluyla şiirlerini belleklerde yaşatarak geleceğe taşıyorlardı. Bu işlevi yerine getirenlere “ozan” denmiştir.
Türk Şiirinin ilk kaynakları çok eski çağlara kadar uzanır. “İÖ 2. Yüzyılda Çin kaynaklarında Türk şiirlerinin çevirileri görülmüştür. Elimizdeki veriler bizi bu tarihlere kadar götürmektedir. (Abdullah Rıza ERGÜVEN; Yunus Emre, Berfin Yay., 2001. Sayfa 17.)
Ayrıca Türk şiiri, Çin yazmalarında, destanlarda, Göktürk, Uygur yapıtlarında, Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugat-it Türk’ün de gözlemlenmektedir. Bu şiirler o günün toplumsal duyarlılıklarını ve toplumsal olayları anlatmaktadırlar.
“Günümüzden, ortalama 2200 yıl önce (İÖ 2. Yüzyılda) Çin kaynaklarında görülen şu dörtlük ilk örneklerdir.”
Yitirdik Yen-ki-san’ı
Kalmadı kadınlarımızın artık güzelliği
Bıraktık Ki-liyen dağlarını
Bakılmayacak hayvanlarımız bundan gayri,(A.R.Ergüven; age; sayfa 17.)
Abdullah Rıza Ergüven’in Yunus Emre kitabından verilen bu örnekler de göstermektedir ki; İÖ ki dönemlere kadar gitmektedir. Aynı kitapta şu örneğe bakalım:
“Sarı Irmak’ı görüyorum Meng-kin’deki
Can sıkıntısından sallanıyor söğütler
…………
Ay ışıyor sönüyor yıldızlar birer birer
Söyle bana gelip gelmeyeceğimi
Bu şiir IV. Ve VI. Yüzyıllar arasında yazıldığı sanılmaktadır.”
Aynı kitaptan bir başka örnek;
Aşağıdaki dizeler Uygur ozanı, Aprın Çor Tigin’ne ait.
“Yaruk Tengriler yarlıkazun
Yavaşım birle
Yakışıpan ardılmadım
Yüçlüg biriştiler küç birzün
Yözi karam birle
Yülüşügin oluralım”
Bu şiirin bugünkü anlamı;
“Işıklı tanrılar buyursun
Yumuşak huylumla
Kavuşup ayrılmayalım
Güçlü peygamberler güç verin
Gözleri karamla
Güle yaşayalım” (A.R.Ergüven; age; sayfa 18)
Görüldüğü gibi bu şiirde ozan Tanrı’dan kendisine yardım diliyor ve sevdiğiyle bir araya gelmeyi, sevgilisine kavuşmayı dile getiriyor. Peygamberlerin de kendisine güç vermesini, yardım etmesini istemektedir. Ozan, gözleri siyah sevgisiyle mutlu bir şekilde yaşamayı istemektedir.
Anadolu ozanlarını önceleyen Aprın Çor Tigin’in, Yunus Emreleri, Âşık Veyselleri, Mahzunileri… vs. yaratması kadar doğal ne olabilir.
Çok eski çağlardan oluşan bu serçeşme, günümüze kadar besinini kata kata bugünkü zengin şiir geleneğini yaratmıştır.
Tarihin ilk destanını yazan Homeros Anadoluludur. İyonya Batı Anadolu’dadır. İyonya İzmir ve Aydın kentlerini kapsar. Homeros’un M.Ö.9.Yüzyılda Sakız Adasında yaşadığı sanılmaktadır.
Genelde, tüm ulusların ilk edebi eserleri söz kültürüne dayanır. Çünkü yazının bulunmasından önce de insanlar, evreni, dünyayı ve insanı sorguluyor ve betimliyorlardı. Olgu ve olayları gözlemleyip çıkarsamalar yapıyorlardı. Aynı zamanda yaşadıkları acı ve sevinçli olaylara duygusal tepkiler gösteriyorlardı. Şiir ve müzik aslında bu duygusal tepkilerin bir sonucu olarak doğmuştur.
Doğadaki seslerin taklitlerini ağaç kütüklere kayalara ve çeşitli cisimlere vurarak çıkartan o dönemin insanları zamanla günümüz müzik aletlerinin öncülerini yaratarak, günümüzde ki gelişmiş müzik aletlerinin oluşmasını sağladılar.
Yazının öncesinde “söz” kültürü egemendi. Yani insanların yazmayı öğrenmeden önce de sanat yapıyorlardı. Bu sanat sözlere dayanan bir sanattı. Yani “önce söz vardı”. Bunun için söze dayanan ilk sanat eserleri de çoğunlukla şiirsel oluyordu. Çünkü şiir duygunun dışavurumunda en başat konumda olanıdır.
Sözlü kültür geleneğine dayanan ürünlerin çok azı günümüze ulaşmıştır. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Sözler ancak ortak bellekle geleceğe taşınmış ve kimi sözler yazıya süreç içinde yazıya geçirilmiştir.
Kaşgarlı Mahmut'un, Divan-ü Lügati’t-Türk, yazıya geçirilen sözlü edebiyat ürünlerinin de yer aldığı bir kitaptır.
Türklerde sözlü gelenek çok daha egemendir. Bu gelenekte şiir önde geliyordu. Şiirler ozanlarca doğaçlama söyleniyordu. Bu üretken insanlara; "Kam", "baksı", "ozan", "şaman" gibi adlar verilmiştir. İlk ozanlar, aynı zamanda "kopuz" denen bir çalgı da çalmaktaydılar. Bu insanlar toplumun önderleri konumdaydılar. Bunlar aynı zamanda Hekimlik, büyücülük, bilgelik, kâhinlik, …vs. yapıyorlar ve doğaçlama şiirler yaratıyorlardı.
“Doğu Türkistan’da bulunan Turfan’da (Uygur Devleti; 911–1209) yapılan kazılar sonucu; Türk ozanlarına ait şiirler bulunmuştur. Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Sınku Seli Tutung Ki-Ki, Pratyaya-Şiri, Asıg Tutung, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi, Çuçu adlı ilk Türk ozanlarının şiirlerinde, genellikle dörtlük nazım birimi, hece ölçüsü kullanılmıştır. Bu şiirlerin dili de "öz Türkçe"dir. Türk’ler, İslam’dan önce “Şamanizm, Maniheizm, Budizm” gibi dinlerin etkisiyle bir edebiyat oluşturmuşlardır.
Sözlü gelenekte oluşan türler arasında destanlar ilk sırayı alır. Sonra koşuklar (aşk, kahramanlık, doğa güzellikleri, vb. konuları işlerler), sagular (ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler) gelir. Kaşgarlı Mahmut'un sözlüğünde, eski Türk atasözleri (sav) örneklerine de rastlanmaktadır. Sözlü gelenekler pek çok biçimsel, bölgesel, vb. değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiştir. Eski Türk şiirleri; biçim olarak; Koşuk, Sagu, Sav, Destan... vs. olarak yazılmıştır. Özellikle destan çok önemli bir yer tutar. Bu destanlardan bazıları Yaradılış Destanı, Alp Er Tunga Destanı, Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Seyyid Battal Gazi Destanı Köroğlu Destanı… Vs. “(http://www.turkdiliveedebiyati.com/islamiyet_oncesi-t2298.0.html)
Yukarıdaki alıntıdan da belirtildiği gibi sözlü edebiyat geleneğinde destanlar ilk sırayı alır. Destanlar halkın doğaya, insana, olaylara olağanüstülük katarak, coşkulu bir şekilde anlatan manzum (şiirsel) anlatımları içerir. Destanlarda, coşku, kurgu, anlatım abartıyı da içerir. Destanlar, mitolojiyi, efsaneleri, tarihi, kahramanları… Vs. konu edinir.
Koşukların konusu ise genellikle, sevgi, doğa, yiğitlik, sevda, iyilik, güzellik… Vs. gibi… Vs. gibi değerleri içerir.
Sagular ise ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirlerdir.
Sav’lar ise, Türk Atasözlerini, güzel ve anlamlı sözleri içerir. (Süleyman Zaman; Yedi Ulu Ozan; Can Yay. 2010)
Çocukluk döneminizdeki ailesel ve çevresel şartlarınız nasıldı? Köyde mi, kentte mi doğup-büyüdünüz?
Köyde doğdum, çocukluğum köyde geçti. İlkokulun 1, 2 ve 3. sınıfları çevremizde okulu bulunan ve köyümüze yakın olan Tekke (Avşar-Güvenkaya) ilkokul’unda; 4. Sınıfı Keklikpınar Köyün de ve 5. Sınıfı da Ömeran da okudum. Burada mezun oldum. Ortaokul’un 1 ve 2. Sınıflarını Divriği, Nuri Demirağ Lisesi’nin orta bölümün de; 3. Sınıfı Ankara da Mamak Orta Okul’unda okudum ve burada mezun oldum. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle eğitime 2 yıl ara verdim. Daha sonra Mamak Lise’sine kayıt oldum. Lise 1 ve 2. Sınıfı okudum, daha sonra o günün siyasal yapısı içinde, Ülkü Ocak’larından gelen kalabalık bir gurubun silahlı saldırısına uğradık. Ben bu saldırı sırasında darp edildim. Okula gelmem durumunda “öldürüleceğim konusunda uyarıldım”. Darp sonucu yüzümde ve kollarımda yaralar oluşmuştu, eve geldim. Bu durumu gören ailem, büyük bir korku ve panik yaşadı. Bunun üzerine okula göndermeme kararı aldılar. Böylece eğitim yaşamın sona erdi.
Çocukluğum köy kültürünün değerleri içinde geçti. Kapalı toplumların geleneksel yapısı içinde büyüdüm. Köyümüzün ismi Keklikpınar Köyüdür. Kışı kekliği çoktur. Köyümüzün Ömeran isminde bir de mezrası vardır. Keklikpınar Köyü tamamen Alevi, Ömeran Köyüyse karışıktı. Ömeran’ın büyük bir çoğunluğu Sünni’ydi. Ama köyümüzde hiçbir zaman bir mezhep kavgası olmadı.
Ben de hem Keklikpınar’da hem de Ömeran da yaşadım. Alevi bir ailede, Alevi kültürünün değerleri, çocukluğumun en büyük besin kaynağı olmuştur. Özellikle, kışın köy odalarında yapılan sohbetler, Cem’ler ve bu Cem sırasında dönülen Semah’lar, çalınan bağlama ve bağlama eşliğinde okunan deyişleri nefesler vs. beni çok etkilemiştir.
Bugün, bu konuda araştırma yapmam ve ilgilimi Aleviliğe yöneltmemin en büyük itici gücü belki de çocukluğumda kalan bu kültürel etkileşimdir.
Küçüklüğünüzde ve gençliğinizde cemlerde bulundunuz mu?
Dedeler, zakirler, mürşitlerle bir arada yaşadınız mı?
Sizce dedeler kimlerdir?
Küçüklüğümde köy odalarında yapılan Cem’leri dışarıdan izlerdim. Dedeleri ve onların yaptıkları hizmetler, ilgimi çekerdi. Zakirliği belleğimde kaldığı kadarıyla Dedeler kendileri yapardı.
DEDELİK NEDİR?
Dede, Alevilerin inanç önderidir. Dede olmadan, Alevi inanç ritüelleri gerçekleşemez. Dedeliğin bu ruhaniliği, kutsallığı ona yüklenilen işlevsellik içinde aranmalıdır. Dedelik nereden gelmektedir ve dede manevi besinini nereden almaktadır? Bunun tarihsel arka planı nedir? Bu soruların yanıtları çok geniş bir araştırmayı içerir. Ama yine de, öz olarak, birkaç nedensellik üzerinde durulabilir.
Buna göre şunlar söylenebilir:
a-) Dede kavramı, Mahmut Kaşgari’nin “Divan-ı Lügat-it Türk’ün de, Oğuzca olduğu kaydedilmiştir. Bu sözcük, “cet, ata” anlamına gelmektedir. Eski inanışlara bağlı olup, manevi-ruhani ata özelliği taşır. Soyun, aksakallı liderinin ruhuna tapınmanın izlerini yaşatır. (Celal Beydili, age, s. 149).
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Dede kavramının atalar kültüyle büyük bir bağıntısı vardır. Atalar kültüne göre, oymağın, aşiretin, ailenin vs. babanın, büyük babanın (dedenin), öncünün vs. ruhu ölmez. O ruh, kutsaldır. Dolayısıyla onun oluşturduğu soy, aile, onun bıraktığı enerjiden güç alır. O halde, babanın, dedenin, var ettiği değerleri korumak ona saygı beslemek gerekir. Ölen ruh, geride kalan dirilere, güç olur, enerji sunar, yol gösterir. Esasında bu anlayışın özü ve somut algısı şudur: Yaşamını büyük zorluklar içinde tamamlayan, hayatın tecrübelerini kazanan ve edindiği bilgileri ailesine, çevresine, topluluğa veya insanlığa yansıtan biri, bıraktıklarıyla, yaşayanlara yol gösterir ve insanların zorlukları yenmesine yardımcı olurlar. Bu düşünsel besin ve zihin açıcı, bilgi yüklü değerler, bunları yansıtanı önemli bir konuma getirir ve onu ölümsüzleştirir.
Bu anlayış, dedelik kurumunun oluşmasında çok temel bir anlayıştır. Atalar kültün de; baba veya dede, olgundur, tecrübelidir, bilgi kaynağıdır vs. bu bağlamda onun her davranışı örnektir ve yol göstericidir. Bu durum da ona kutsallık yükler.
b-) Kutsal ruhlar; Tanrı’ya en yakın olan ruhlardır. Bu anlayış, inanç önderlerini, tanrıya yakın kılmakta ve onlara manevi bir değer vermektedir. Bu anlayışta, gelişmiş, olgunlaşmış ve tanrıyla arasında ki yabancılığı gidermiş olduğuna inanılan mürşitler ve onların ruhları kutsanmıştır. Dedeliğin oluşmasında bu anlayış da çok temel itici bir güç olmuştur.
c-) Şaman inancında; kam’lar, toplulukların, gurupların ve toplumların öncüsüydüler. Kam’lar, kutsal sayılırdı ve saygı görürlerdi. İnanca göre, onlar, Gök tanrı’yla, yer ve yer altı tanrısıyla ilişki kuranlardı ve bu anlamda, insana ilişkin sorunları ancak onlar çözebilirlerdi. İnanca göre, Kam’lar (şaman), büyücü, sağaltıcı, kötü ruhları kovucu, transa girip “fizik ötesi âlem”le ilişki kurucu vs özellikler taşırdı. Kam’lar, kopuz çalarak, müzik eşliğinde şiirler okurlardı ve dualar yaparlardı. Bu anlayış ve eylemler, dedelik kurumunun oluşmasında, çok etkili olmuştur.
d-) “Eski Araplarda, her topluluğun (kabilenin) bir başkanı bulunmaktaydı. Buna “Seyyid” denirdi. Seyyid, o topluluğun öncüsüydü. Otoriteyi o kurardı, topluluğu o yönetirdi.” (Maxıme Rodınson, Muhammed, Yeni Bir Dünyanın ve Peygamberin Doğuşu; Doruk yay.2008, s. 37).
Rodınson’dan yaptığım alıntıdan da görüleceği gibi, Seyyid sözcüğü, Araplarda, öncü, lider, şef, yönetici anlamlarına gelmekte ve bunların, topluluğun saygı duyduğu kişiler olduğu görülmektedir. Bu sözcük, Anadolu’ya taşınınca anlamı daraltılmış ve bu kavram yalnızca inanç önderlerini kapsayan bir kavram durumuna getirilmiştir. Seyyid kavramı bugün yalnızca Dede aileleri için kullanılmaktadır. Bu anlamda “Dede” ancak, “seyitlik” unvanı taşıyan ailelerin çocukları olabilirler. Bu anlayış, bin yıllardır, bu topraklarda, genel-geçerlik kazanmış ve süreç içinde de gelenekselleşmiştir. Seyyid kavramının içerdiği, “toplumun öncüsü” algısı, dedeliğin oluşmasında, kutsallık kazanmasında büyük bir etki sağlamıştır. Ocak kavramının oluşmasında da, Seyyid’lik kavramının içselleşmesinin büyük rolü olduğu görülmektedir. Çünkü toplulukların öncüsü olan Seyyid, süreç içinde, bir inanca sahip toplulukların öncüsü konumuna gelmiştir. Bu anlamda, belirli bir topluluğun ruhani öncüsü olan aile ve o aileye mensup herhangi bir kişi, aynı zamanda o toplumun kutsalı da sayılmıştır. Kutsal olan kişi, yalnızca kutsal aileden çıkar anlayışı, o aileyi kaynak konumuna getirmiştir. Esasında, ocak kavramı, öz anlamda “kaynak” demektir ki, bu da; “kutsal aileyi”= Ocak kavramıyla eşdeğer konuma getirmiştir.
e-) Dede Korkut hikâyelerinde, Korkut Ata, en büyük ermiş olarak sunulur. Ermiş olmak, tanrıya en yakın konumda bulunmak demektir. Bu bakımdan ermişlik, ruhani bir sıfatı içerir ve kutsallık kazanır. Toplumda ondan daha üstünü yoktur. Korkut Ata, toplumun pir’idir. Örneğin: Kazak-Kırgız baksılarının (ozanlarının- Kam’larının) inanışına göre, Korkut Ata, ilk kopuzu yapan ve şamanlara kopuz çalan ve kopuzla birlikte şiirler okuyan, müzik eşliğinde kutsal dans eden ve bunları halka öğreten kişidir. (Ana Britannica Cilt 5, ilgili madde).
Korkut Ata, bilgiçlik sembolünü taşır. İnanışa göre, O, her şeyi bilir, gelecekten haber verir, o, tabip olup hastaları tedavi edendir, ölülerin ruhlarıyla konuşandır, olmuşları ve olacakları bilendir. Vs. Söylenceye göre, Korkut Ata, kendi ölüm gününü de bilmiştir. Korkut Ata, yol gösteren, korkuları yenen, insanlara aydınlığı sunan bir velidir. Bu da O’nun gizli bilgileri bildiğinin, sırlar dünyasına egemen olduğunun göstergesi olarak sunulmuştur. (Beydili, age, 2004, s. 324-325).
Korkut Ata motifinin dedelerin sıfatlarına da taşındığını görmekteyiz. İnanışa göre, dedeler, gizli bilgilere sahip ruhani insanlardır. Bu anlamda da onlar da, normal insan da bulunmayan, üstün güçler bulunur.
f-) Ozan sözcüğünün içini dolduran değerler bütünü de, dedelik kurumunun oluşumunda çok büyük bir itici güç olmuştur. Şöyle ki, Ozan:
-Bilinmeyenden, gizil konumda ki boyutlardan haberi olan ve onları topluma yansıtan, üstün bir güce sahip olan kişidir.
-Geçmişi ve geleceği görebilen, uzaduyum, derin algılama gibi, bir özelliği vardır.
-Topluluğun ortak aklını yansıtan, toplumun genel-geçer değerlerini özünde toplayan bir öncüdür.
-İnsanları, toplumu ve insani değerleri koruyandır.
-Ataların ruhlarını taşıyandır.
-Büyücülük, dini ayinler, şölenler ve cenaze törenlerinde ritmik sözler söyleyen ve kötü ruhları kovandır. (Beydili, age, s. 449)
Yukarıda yaptığım alıntılardan da anlaşılacağı gibi, ozanlığa yüklenilen tüm anlamlar, dedelik sıfatlarına da bire bir uymaktadır. Dede, bağlama çalan, nefesler okuyan, semah dönen, ruhlarla ilişki kuran, olağanüstü özellikler taşıyan, geleceği bilen, yetenekleri ortaya çıkran, insanların ruhları üzerinde etkili olan, topluluğun ortak aklını taşıyan ve toplumun koruyucu ruhu olan vs. ruhani bir önderdir.
Esasında her inancın veya dinin öncüsü veya inanç önderi vardır. Yine her inancın veya dinin ruhani yani en üst konumda ki mürşidi bulunur. Bu anlamda Alevilerin de inanç önderi dede’lerdir. Fakat dedeler, yalnızca inanç önderi değil, aynı zamanda toplumsal yönden de insanlara yardım eden ve bu anlamda hem dirimsel hem de tinsel yönden topluluğa kılavuz olan bir önderdir.
Şu olgu çok önemlidir. Her kapalı ve örtülü inançlar, geleneksel kültürlerini çok daha derinden yaşarlar. Alevilik de, örtülü bir inanç olduğundan, sahip olduğu değerleri korumak ve o değerleri yaşatmak için, büyük bir çaba gösterir. Burada, bu inancın değerlerini taşıyan ritüellerini gerçekleştiren ve bütünlükçü yapıyı koruyan inanç önderleri, bu anlamda değer kazanmaktalar ve süreç içinde merkezi bir konuma gelmektedirler. Her inanç önderinin de daha üst konumda bulunan bilgeleri vardır. Bunlar mürşittir. Bu anlamda, insanlar, inanç önderlerine, inanç önderleri mürşitlerine, mürşitler de taşıdıkları bilgilere bağlıdırlar. Bu oluşum içinde, her biri, diğerinden beslenir. Şu bilinmelidir ki, Alevilik-Bektaşilik, örtülü ve yasaklı bir inanç ve öğreti olduğundan, hemen her değerini simgeleştirmiştir. Bu nedenle dedelikle ilgili temel algıları da simgeselleştirmiş ve sistematik bir konuma sokmuştur. Örneğin; en üstte Mürşit, onun alt aşamasında Pir ve en altta rehber vardır ve hepsinin işlevsellikleri farklıdır. Şu da bir gerçek ki, her simge, bedenleştiği ve kimlik kazandığı oranda daha anlaşılır ve daha diri yaşatılır. Bunun için de her simge, ulu bir kimlikle (terimle veya kavramla) bedenleştirilir. İşte bu ulu makamlara verilen bedenler:
a-) Mürşit, sözü yasa kabul gören, üstün niteliklere sahip bilgedir ve merkezdir. Bu anlamda, en büyük mürşit Hz. Ali’dir, çünkü Hz. Ali sırdır, gizli bilgileri taşır. Hz. Ali’nin sırrına varabilmek için Hz. Muhammed’i rehber almak gerekir.
b-) Pir, yolun kurucusu ve yayıcısıdır. Pir, inancın temellerini ortaya koyan, olgunlaşmış, aydınlanmış ve ışıklanmış bilgelerdir. Bu anlamda yolun değerlerini en üst noktada taşıyan ulu kişidir. Bu anlamda, Hace Bektaş Veli, Abdal Musa, Balım Sultan, vs.dir.
c-) Rehber, yol gösteren, Pir’in koyduğu ilkeleri topluluklara taşıyan ve insanları Pir’e ve Mürşid’e taşıyan inanç önderidirler. Bunlar, dedeler, çelebiler, dedebabalardır.
En çok hangi ozanların şiirlerinden etkilendiniz?
En çok etkilendiğim ozan Mahzuni Şerif olmuştur. Onun gerek bağlama çalışı, tezene vuruşu, gerek söz sanatında ki ustalığı, gerek sesi ve gerekse korkusuzca halkın sorunlarını dile getirişi, beni çok etkilemiştir. Onun dışında, Yunus Emre tam bir söz ustası ve derin bilgilere sahip bir bilge ve ozandır. Yunus Emre de beni çok etkilemiştir. Harabi, Nesimi, Hatayi, Sıtkı vs gibi ozanlar da çok önemli düşün insanları ve ozanlardır. Ayrıca, Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil, ruhuma duygular katan şairler olmuşlardır.
En çok okuduğunuz ya da dinlediğiniz kitaplar hangileridir?
En çok bilimsel ve felsefi ağırlıklı kitaplar ve dergiler okudum. Toplumsal içerikli romanlar ikinci sırada yer alır. Az da olsa romantik-duygusal içerikli romanlar da okudum. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüseyin Rahmi Gürpınar vs gibi yazarlarımızın bazı eserlerini; ayrıca Tolstoy, Steinbeck, Jack Landon, Gorki, Mihail Şolohov vs gibi yabancı yazarların bazı eserleriyle; Bilim Teknik, Bilim ve Gelecek, Bilim ve Ütopya, Bilim Dergisi vs. gibi dergilerin birçok sayısını ve felsefeyle ilgili kitaplar da okudum.
İlk şiir tecrübeleriniz nasıldı? Ne zaman şiir yazmaya başladınız?
1979 yılından bu yana şiir yazarım. İlk şiir denemelerim aşk ve sevgi üzerineydi.
Gençlik yıllarımın var ettiği duygusal yoğunluk içinde, gönül gözümün tutkularına kapılarak o dönemlerde serbest ölçüde şiirler yazmıştım. Ama onların hiçbirisi bugün elimde yoktur. 1984 yılından itibaren hece ölçüsüyle uyaklı şiirler yazmaya başladım. Bugüne kadar bu tarzımı sürdürüyorum. Serbest ölçülü şiirlerim de var ama hece ölçüsünde daha başarılıyım. Hece ölçüsüyle şiir yazmamda daha çok halk ozanlarının ve özellikle Mahzuni Şerif’in büyük bir etkisinin olduğunu söyleyebilirim. Bugüne kadar 700-800 dolayında şiir yazdım. Bu şiirlerin bir kısmını “Hal Söyler Dilimiz” isimli bir kitapta yayınladım. İnternet ortamında kendi sayfamda yayınlanmış 200’e yakın şiirim bulunmaktadır.
Bade içme gibi bir durumunuz oldu mu? Sizce size bu ilham nasıl geldi?
Geleneksel anlamda anlatılan “Bade” içme durumum olmadı. Ama “bade içme” batıni anlamdadır ve bir insanın belirli bir konuda yeterli konuma gelmesi, içindeki “gizil enerjinin” farkına varması ve onu açığa çıkaracak bilince ulaşması vs demektir. Bu anlamda tabii ki “bade içtim” ve şiir yazabilecek konuma geldiğimde ve kendimi bu konuda yeterli gördüğüm an da şiirler yazmaya başladım.
Bade (Mey) ile eşanlamlıdır. İçilen veya yenilen şeydir.
Bade Tanrı’ya ulaşmanın yoludur. İnsanın kendi gerçekliğine varması, kendi özünü kavraması ve kendisindeki enerjinin farkın varmasıdır. Bade insanın kendisinde bulunan gizil gücün açığa çıkması, için dışa yansımasıdır. Bade duygunun sezgiyle birleşip doruğa ulaşması ve bu duygunun dışa fışkırmasıdır. Bade gönül ağacının büyüyüp gelişmesi, kendi farkına varması ve olgunlaşarak besinini başkalarına sunmasıdır.
Esrime olma, kendinden geçerek transa ulaşma badeyle olur. Bade insanlara coşkunluk vererek dünya nefislerinden kurtulmanın kolaylığını sağlar. Bade dertlerin sorunların giderilmesine yardımcı olur. Sevgilinin dudağı, yanağı, gözyaşları badeye benzetilir. Düşünde Hızır elinden bade alıp içmeyen âşık olamaz. Aşk şarabı tatmayan kişi şair niteliğini kazanamaz. İçsel doygunluğa erişemeyen kişi ozan olamaz. İçsel doygunluk ise ancak badeyle olur.
Geleneksel Halk Edebiyatında bade rüya motifi olarak karşımıza çıkar. Bade Türk Halk Edebiyatında çok kullanılan bir motiftir. Halk hikâyelerinde ve Âşıkların hayat hikâyeleri içinde bade motifi her zaman görülmektedir.
Âşıklar âşıklığa başlamadan önce, bade içerek bu yola girdiklerinden söz ederler. Bu geleneksel Halk Edebiyatı içinde yüzyıllardır devam ederek gelmektedir. Bir aşığın usta âşıklık aşamasına ulaşması için, kendisinden önce yaşamış usta bir aşığın yanında yetişmesi ya da rüyasında bir âşıktan, bir pirden, bir mürşitten, ulu bir insandan bade içmelerinin gerekli olduğuna inanmışlardır. Âşıkların içtiği Bade, bazen bir şerbet, bazen su, bazen mai (sıvı) bir içecek, bazen bir elma, bir nar, bir ekmek, bir üzüm tanesi, bir incir, bir lokma… Vb. gibi herhangi bir yiyecek olabilir. Burada önemli olan, rüyasında ulu bir insanın kendisine bir şey sunması, kendisine el vermesi, onun önünü açması, o yolda yürümesini sağlamasıdır.
Bade içmenin de biçimleri vardır. Pir dolusu içmek; er dolusu içmek, aşk dolusu içmek.
İlham gelmeden şiir yazılamaz. Yalnız şiir değil, hiçbir eser üretilemez. İlham, insanın içinde potansiyel olarak duran enerjinin eyleme geçmesidir. İlham’ın eş anlamı “esindir”. Esin, esmek, hareket etmek, etkilemek, yaratmak veya üretmek vs demektir. İlham, bu anlamda belleğin açılması, açılan bellekteki kavramların bilince sıçraması ve sözcük olup dış dünyaya ulaşmasını sağlayan güçtür. İlham, duyguların sıçraması ve uyuyan sözcükleri harekete geçirmesidir. Böylece, ilham şiirin yazılmasını sağlayan duygu ve bilinç yoğunluğudur. Normal işleyen bilincin çağlayan olup akmasını sağlayan yoğun titreşimdir ilham…
Ozanlıkta bağlamanın yeri nedir? Sazsız ozanlık olabilir mi? Bağlama dışında bir çalgı kullanıyor musunuz?
Ozan, sessiz doğanın (Tanrı’nın) dilidir. Konuşan doğadır. Evrende var olan her şey, enerjidir ve enerji bir takım verilerle kendisini açığa vurur. Renk, ses, ışık, ısı vs. doğanın nesnelleşmemiş gizil dilidir. Doğa da her şey eylem içindedir ve her hareket bir tını, bir ses, bir ışık veya bir titreşim var eder. Bunların hepsi bir senfonidir, bir müzikal harmonidir. O halde doğanın dilinde müzik vardır. İnsanın dilini söz, doğanın diliniyse müzik ortaya koyar. O halde, doğanın gizli dilini okuyan ozan, onun dili olan müziği kullanması gerekir. Dolayısıyla müziksiz ozanlık olmaz. Çünkü ozan, kendisi de bir doğa olan insanı ve insanın yaşam bulduğu doğayı konuşur. Dünyada birçok müzik aleti vardır. Onların hepsi de değerlidir ve her birinin titreşim ve frekans düzeyi farklıdır.
Ozanların en büyük özelliği müzik dilini sözcüklerle buluşturmasıdır. Söz ve müzik birleşince insandaki estetik duygular da öne çıkar. Bunu bilen ozanlar müzikle sözü buluşturmuşlardır.
Müziğin kutsal kökene dayandığını müzik araştırıcıları söylemektedirler. Dinsel veya inançsal kökenli ayinler, ibadetler, yalvarılar ve bunları dile getirirken kullanılan farklı sesler ve seslerin oluşturduğu ritim veya uyum, müziğin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır.
Çalgı olmadan insan müzik yapamaz. Doğada ki farklı sesleri bir uyum içinde sunamaz. Yedi notayı bir düzen içinde buluşturamaz.
Bağlama da bir çalgı aletidir. Bağlama, Anadolu insanının tarihsel boyutuyla kullandığı bir çalgı olmuştur. Süreç içinde bu çağlı geleneksel bir yapı kazanmıştır. Bu anlamda, geleneksel yapı içinde gelişen ve önceleri ismi kopuz olan bağlama, Alevi-Bektaşi ritüelinde de yer alan kutsal bir çalgı konumuna gelmiştir.
Neden Bağlama?
Bunun yanıtını, geleneksel ve tarihsel süreçte aramak gerekir. Çünkü, gelenek böyle oluşmuştur.
“Antik (eski) Yunanda yedi notalı müzik variken, doğru toplumlarında müzik beş notalıydı. İbrani Kutsal Kitapları, dinsel şarkılar, ilahiler hep müzik eşliğinde söyleniyordu.
Göktürklerde söylenen bestelere “ır” ya da “yır”; sazla çalınan eserlere ise “küğ” denirdi.
Ünlü bilgin Fisagor (İ.Ö. 580-504) Tanrı sevgisini anlatırken, öğrencilerinin ellerinde yedi telli ve yedi farklı ses çıkaran sazlar vardı. Bu sazlara “Heptakort” denirdi.” Bu yedi telli sazdan, yedi gizli sesin birlik oluşturduğu inancı gelişmiştir.”Yedi ışık, yedi nota, yedi gezegen, varlığın yedi bilinci gelişiyor. Eğer insan ruhu bu yedi sesle akort edilir ve uyumlu kılınırsa ruhumuzdan dinleyeceğimiz şarkı gerçeğin şarkısı olacaktır.
Muammer Özergin; Türklerde Musiki Aletleri konulu araştırmalarında, Türklerin musiki aletlerinin en eski kalıntılarının 8. Yüzyılda başladığını söylemiştir. Söz konusu aletlerin Dümbelek, düdük ve bağlama olarak geliştiğini belirtmiştir. Bağlama gibi telli seslilerin ise ok atan yaydan geliştirildiği sanılmaktadır” demiştir.
İlk çağlarda Kopuz;
Orta çağlarda tambur veya tambure;
Daha sonralarıysa Bağlama (Divan, bağlama ve Cura) olarak gelişim göstermiştir.
(Kaynak; Alevilikte Ön Bilgiler ve Cem, Zakirlik; Gürani DOĞAN; Can Yay. 1998 sayfa 134-135)
Dünyaya bakışınız, insan, tabiat hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Dünyaya “sevgi” temelli bakıyorum. Dünya, tüm insanlığın ortak kullanım alanıdır.Bu ortak kullanım alanı yalnızca insanların değil, dünyayı var kılan en küçük zerreden, en büyük kayaya, dağa kadar; mikro canlıdan makro canlıya yani bir bakteriden, file kadar, börtü böcekten, çamlara, ardıçlara, kuşlara vs. kadar her şeyin ortak alanıdır. O halde, dünyada var olan her şeye sevgiyle yaklaşmak ve onları doğallığı içinde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Dünyada var olan nimetin herkese pay edilmesini, aç-yoksul kimsenin kalmaması, herkesin düşüncesini özgürce dile getirdiği, kimsenin kimseyi sömürmediği, inancın çıkarlar için kullanılmadığı, hiç kimsenin kendisini “merkeze” koyarak, diğerini yok saymadığı vs. bir dünya özlemim vardır ve derim ki: “Dünya ne senin ne benim/Dünya herkesin dünyası…
Aldığınız herhangi bir ödül var mı?
Eğer ödül sayılacaksa, bugüne kadar, katıldığım panellerde ve etkinliklerde aldığım 10’dan fazla plâketim vardır.
Yayımlanmış kitabınız var mı? Kasetiniz var mı?
Yayınlanmış 11 adet kitabım 15 adet kitapçığım vardır. Eserlerim şunlardır:
1-) Âşık Mahzuni Şerif; Yaşamı,- Sanatı ve Eserleri. Ürün Yay. Ankara, 1997.
2-) Mahzuni Felsefesi. Sanat Yapıtları, Ankara, 2005.
3-) Muhlis Akarsu; Yaşamı, Sanatı ve Eserleri. Can Yay. İstanbul, 2006.
4-) Derinliklerin Ozanı Âşık Daimi; Can yay. İstanbul, 2008.
5-) Yedi Ulu Ozan, Can Yay. İstanbul, 2009.
6-) Alevi-Bektaşi Edebiyatı ve Etkili Ozanları (yedi ulular dışında), Can Yay. İstanbul, 2011. (Okmeydanı Hacı Bektaş Veli Anadolu Klt. Vakfı Katkısıyla.)
7-) Tamey'in Kitabı (Bir Anadolu Kadının Yaşamı, Biyografi ve anı).AFG Matbası, Ankara, 2011.
8-) İsbir Özgür; Yaşamı, hakkında söylenenler, anılar ve şiirler. (Biyoğrafi), AFG Matbaası, Ankara, 2011.
9-) Sivas Kıyımı ve Sivas Gerçeği. Can Yay. İstanbul, 2012.
10-) Hal Söyler Dilimiz (Zamanım) Şiirler; Can Yay. 2103.
11-) Alevilik Temel Eğitim Dersleri, Şah Kulu Dergâhı, 2014, cilt 1.
CEP KİTAPLARI (KİTAPÇIKLAR)
Okmeydanı, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfının katkılarıyla çıkarılan kitapçıklar.)
1-) Alevilik Seti (Kitapçıklar)
a-) Alevilik nedir? Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
b-) Hacı Bektaş Veli; Yaşamı-İnancı ve öğretisi. Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
c-) Hızır Tapımı ve Alevilik-Bektaşilikte Hızır Tapımı. Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
d-) Yedi Ulu Ozan. (Özet), Mart Matbaa, İstanbul, 2010.
2-) Şahkulu Dergâhı’nın katkılarıyla çıkarılan kitapçıklar.
a-) Bütüncül Yönleriyle Alevilik; İstanbul Ofset Bas. 2012.
b-) Fuzuli. İstanbul Ofset Bas.2012.
c-) Kul Himmet, İstanbul Ofset Bas. 2012.
d-) Ozan ve Âşık Kimdir, Ozanlık Nedir. İstanbul Ofset Bas. 2012.
e-) Pir Sultan Abdal, İstanbul Ofset Bas. 2012.
f-) Şah Hatayi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
g-) Virani, İstanbul Ofset Bas.2012.
h-) Bâtınlikte Sayıların Anlamı ve Yedi Sayısı, İstanbul Ofset Bas.2012.
ı-) Yemini, İstanbul Ofset Bas. 2012.
i-) Şeyh Bedreddin Simavi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
j-) Seyyid İmameddin Nesimi, İstanbul Ofset Bas. 2012.
-Nejat Birdoğan Anısına, Gülyüzlüm Merhaba, Alev Yay. İstanbul, 2008. Bu kitapta, (161-191 sayfalar da yayınlanmış) 30 sayfalık bir inceleme yazısı.
- Irene Melikoff, Uyur idik Uyardılar (Haz. Esat Korkmaz, Demos Yay. İstanbul, 2009. Bu kitapta, (73-80 sayfalarda yayınlanmış) 7 sayfalık bir tanıtım yazısı.
Anadolu Aleviliği hakkındaki fikirleriniz, bilgileriniz nelerdir?
Alevilik, her şeyden önce muhalif bir inanç ve merkezi olana karşı gelişen bir öğreti olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, Alevilik, insanlık var olduğundan bu yana bir toplumsal anlayış ve bir felsefi inanç boyutuyla varlaşmış ve bugüne kadar da gelmiştir.
Alevilik, insanlığın, var olduğundan bu yana geliştirmiş olduğu en geçerli, en temel ve en güzel değerleri özüne katarak, o değerleri yaşatmaya çalışan, en insani değerlere sahip çıkan ve onları yaşamın pratiğinde savunan bir inanç ve öğretidir. İnancı akla taşıyan, çağı okuyan, geçmişin en üstün değerlerine sahip çıkan, çağdaş değerleri önemseyen; bilimi, aklı ve mantığı, fiziksel dünyanın verilerini vs gerçeklik olarak gören; inancı insanın iç dünyasına indirgeyerek, insanla Tanrı’yı buluşturmayı isteyen ve Tanrı’nın bilinebileceğini savlayan vs bir Bâtıni inanç ve öğretidir. Bundan dolayı da hiçbir dinin içine sığdırılacak kadar da sınırlı değildir.
Alevilik genel olarak Teozofik düşünceyle beslenmiş ve düşünsel gıdasını bilgelerden, velilerden ve mürşitlerden almıştır. Teosofik düşüncenin en önemli yanı Tanrı’nın bilinebileceğine dönük anlayışıdır. Bu düşünceye göre, Tanrı, doğanın her olgusunda ve yapısında mevcut olan özdür. O halde, Tanrı, doğanın ve dolayısıyla insanın dışında değil içindedir. İç, öz bilinirse Tanrı da bilinir. Alevilik bu düşünsel yapı üzerinden gelişmiş ve beden bulmuştur.
O halde özetlersek;
Alevi-Bektaşilik:
-Bâtıni (gizemci) -tasavvufi ve gnostik (derin ve içsel bilgi) bir inanç; dünyevi, akli ve seküler (çağdaş) bir öğreti; eşitlikçi-paylaşımcı bir toplumsal anlayıştır. Bu öğreti şiiri, müziği, (sazı-sözü), kısacası sanatı içselleştiren ve öğretisini sanatla ortaya koyan, bilgiye değer veren ve bilgiyi herkese ulaştırmayı hedefleyen bir aydınlık yoldur. Alevilik, inancı akla taşıyarak bilime, akla-mantığa uymayanları eleyen; bilgelerin, ozanların, düşün insanlarının, velilerin, pirlerin, dervişlerin vs. ortaya koyduğu kendine özgü bir inanç ve öğretidir. Bütün düşünsel değerlerini ve ritüellerini Cem’de yaşatan ve Dört Kapı- Kırk Makam’la bütünsel yapısını ortaya koyan bir inançtır.
Alevilik, temel öğretisini ve inancını yaşamın pratiğinden almıştır. O ne bir mezhep, ne bir tarikattır. Çünkü hiçbir mezhebin ve tarikatın dar kalıpları içine sığdırılamaz. Yaşamla bütünleşen, insani değerleri öne çıkaran, çağın değerlerini yaşayan ve yaşatan bir yol, düşünce, inanç ve içinde gizemsel iletiler de taşıyan bir bilgeler öğretisidir.
Yakan, yıkan, korkutan, cehennem narına atan vs. bir Tanrı anlayışını dışlayan; koruyucu, zenginlik sunucu, yardım edici, güzelliği ve iyiliği var edici vs. bir Tanrı anlayışını savunan bir inançtır.
Anadolu Aleviliğinin temel yapısı budur.
Sizce Hz. Ali nasıl bir insandı, en önemli özellikleri nelerdir?
Hz. Ali, Alevilerin ütopyalarının kimliklendirildiği bir ulu kişiliktir. Bu anlamda, Aleviliğin tüm insani ve inançsal değerleri Hz. Ali’nin kimliğinde toplanmıştır.
Buna göre; iyilik, dayanışma, barış, hoşgörü, sevgi, muhabbet, var edici enerji, güç, evrensel oluşum, vs. Hz. Ali’dedir. Hz. Ali ışıktır (nurdur), tüm gizli bilgiler ondadır, o Kuran-ı natıktır (konuşan Kuran’dır), Tanrı Ali’nin bedeninde açığa çıkmıştır, vs. Böylece Alevilik, geçmişten bugüne kadar taşıyıp getirdiği en üstün değerleri, Hz. Ali’nin kimliğinde bedenleştirmiştir.
Gerçekten de, Hz. Ali, kişilik olarak, barışçı, paylaşımcı, zeki, cesur, haktan ve hukuktan yana olan bir insandı. O, her zaman ezilen insanların safında yer aldı. Bu anlamda da İslam uygarlığında Hz. Ali, ezilen kesimin temsilcisi olmuştur. Öyle ki, aklı, bilimi, felsefeyi görüşlerinin temeline koyan insanlar veya toplumsal kesimler Hz. Ali’nin kimliği üzerinden hareket ederek O’nu kendilerine dayanak oluşturmuşlardır.
Bunu yapmalarının da dirimsel temelleri vardır. Çünkü Hz. Ali, bilgili ve olgun bir kişiliğe sahipti. Hırsı ve nefsi kendisi için kullanmıyordu. Her zaman toplumsal yararı gözeten davranışları vardı. İnandığı değerler uğruna gözünü kırpmadan mücadele eden bir insandı.
Hz. Ali, aklı öne geçiren bir insandı.
Hz. Ali, iyi huylu, temiz ahlaklıydı.
Hz. Ali, yardımseverliği, dostluğu temel alan bir anlayışa sahipti.
Hz. Ali, toplum yararına olan değerleri savunurdu.
Hz. Ali, mazlumdan ve ezilenden yanaydı.
İşte tüm bu değerleri savunduğundan dolayı, Hz. Ali’ye halifelik verilmek istenmedi. Hz. Muhammed’in isteği bile uygulanmayarak onun yönetime gelmesi hep engellendi. Bunu engelleyenler Ümmiye kabilesinin egemenleriydi. Yani Emevi ailesiydi. Emeviler, savaşlarda gasp ettikleri malı, eşyayı, parayı hep kendi yandaşlarına ve ailelerine dağıtarak halka zulüm etmişti.
Bu durum Hz. Ali’ye olan ilgiyi arttırmış ve tarihsel süreçte de Hz. Ali ezilen insanların simgesi, önderi yapmıştır. Hz. Ali Muhaliflerin sesi ve enerjisi olmuştur.
Kendisi de muhalif bir inanç ve öğreti olan Aleviliğin Hz. Ali’yle buluşması diyalektik bir olgudur ve olması gerekendir.
Kerbelâ ve Hz. Hüseyin için neler söyleyeceksiniz? Niçin tüm Alevi - Bektaşi ozanları Kerbelâ için matem şiirleri yazmışlardır? Kerbelâ Olayı size ne ifade ediyor?
Kerbelâ, insanlığın dramıdır.
Kerbelâ, acıdır, hüzündür.
Kerbelâ, zulümdür, kıyımdır.
Kerbelâ, eziyettir, gaddarlıktır.
Kerbelâ, görüntüsü insan ama kendisi insan olamamışların başvurduğu şiddettir,
cebirdir vs..
Kerbelâ, zalime başkaldırıdır. Güçlünün karşısında susmamak ve korkmamaktır.
Kerbelâ, zulüm’e direnmek ve onu yok etmek için savaşım vermektir.
Kerbelâ, zalimliğin, baskının, doruk noktasıdır.
Kısacası Kerbelâ, insan olanlarla, insan görünümlü insan olamamışlar arasında ki mücadeledir.
Kerbelâ, bu mücadele sırasında zalim Yezit ve onun yandaşlarının yaptıkları insanlık dışı uygulamalarla, acımasızca şehit edilen Hz. Hüseyin ve dostlarının simgesel adıdır.
Kerbelâ, zalime asla biat edilmeyeceğinin göstergesidir.
Alevilik inancında Kerbelâ Olayı büyük bir öneme haizdir. Çünkü orada bir insanlık dramı yaşanmıştır. Aleviler bu drama duyarsız kalamazlardı.
Aleviler, dünyanın neresinde olursa olsun, adları ne olursa olsun, Hz. Hüseyin’e bağlıdırlar. Onun için oruç tutarlar, yas tutarlar. Onun çektiği acıları bir nebze de olsa hissetmek için çile çekerler.
Aleviler sadece yas tutarak İmam Hüseyin’i anmazlar. Aynı zamanda ondan her defasından bir şeyler öğrenirler. Dünya döndükçe, insanlar var oldukça Kerbelâ unutulmayacaktır. Çünkü insan olmak, zalime başkaldırmak, mazlumun yanında olmakla eşdeğerdir. İşte Alevilik de bunu yapıyor.
Kerbelâ’nın anlamı iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada kutsallığı, mazlumu, aydınlığı temsil etmektedir.
Alevilik de şiir ve müzik olmazsa olmazdır. Alevi düşün dünyası şiir çok temeldir ve bütün düşünsel besinler ve yol bilgileri şiirlerle anlatılır ve geleceğe aktarılır. Dolayısıyla, Kerbelâ olayı da ozanların dizelerinde her zaman işlenmiş ve her Alevi ozanının şiirinde yer almıştır.
Mersiye, ağıttır. Ağıt, acıların, hüzünlerin, sızıların, duyguların vs. yansıtılmasıdır. Mersiye, Kerbelâ’ya duyulan acının sunulmasıdır. Cem’lerde, Hz. Hüseyin’i anmak için mersiyeler okunur ve orada bulunan canlar Hz. Hüseyin’in ve kerbelâ da şehit düşünlerin acısını iç dünyalarında yaşarlar ve onları yaşatırlar.
Alevi - Sünni farklılaşması ve Alevilerle Sünniler arasındaki kaynaşma hakkında neler düşünüyorsunuz?
ALEVİLİKLE, SUNNİ İSLAM ARASINDAKİ FARKLAR
1-Alevilik, tasavvufi batini yorumu esas alır. Sunilik Ehl-i Sünnet’e uyar.
2- Alevilik, Ehl-i Beyt’e ve Hz. Ali’ye bağlıdır. Sünnilik, dört halifeyi de önemser.
3- Alevilik, sevgi ve aşk ile Hakk’a gitmeyi esas alır ve bu anlamda ibadeti öze indirger. Sunilikse pratik ibadete önem verir.
4-Alevilikte 4 kapı 40 makam, 3 sünnet, 7 farz, 12 erkân vardır. Sünnilik de 5 vakit namaz, İslam’ın 5 şartı, imanın 6 şartı vardır.
5- Alevilikte de Hac, zekât (paylaşım) vardır. Sünnilikte de bunlar vardır. Ama uygulamaları ve anlamları farklıdır.
-Alevilikte, hac anlayışı gönülleri fethetmektir.
-Alevilikte, zekât değil paylaşım vardır.
-Alevilerde, cem vardır. Secde âdemedir. İbadetinde musiki ve aşk vardır.
-Alevilikte, Kâbe gönüldür.
6- Alevilikte Muharrem orucu, Hızır orucu, 48 Perşembe orucu, Nevruz bayramı vardır. Sünnilikte Ramazan Orucu vardır.
7-Alevilikte Cem Töreni ve niyaz vardır. Sünni inancında bunlar yoktur.
Doğa da ve makro evrende tek bir gerçeklik yoktur. Bir bahçe de bile binlerce renkte çiçekler mevcuttur. Ama her çiçek kendi varlığıyla özgün, ortaya koymuş olduğu nesnellikle bir güzellik katmaktadır. Ama hepsinin toplamı da o bahçeyi oluşturur. Böylece “bir” ve “çokluk” bir arada bulunmaktadır.
Toplumlar da bir çiçek bahçesi gibi düşünülmelidir ve her topluluk, toplumu oluşturan özgün bir parça (her parça farklı bir kimlik ve beden) yani çokluk ve her toplum da yüzlerce farklı özgün yapıdan oluşan bir bütündür. Bu topluluklar barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşayabilirler. Yeter ki bu bilince ulaşabilsinler. Bir arada kardeşçe yaşamanın sırrı, bilinçli olmakla, kendisi dışında başka gerçekliklerin olduğu bilinirse olasıdır. Önemli olan bu bilince ulaşmaktır.
Bu bilince ulaşınca Alevi de, Sünni de, Yahudi de vs. bir arada yaşamasını bilir.
Tasavvuf hakkında neler söyleyeceksiniz?
Tasavvuf, Tanrı ile evrenin birliğini savunur. Alevi Tasavvufu, bir yaratılışı ön görmez. Alevi öğretisinde, yaratma eylemi yoktur. Alevi Teolojisi, evrenin, var olandan (Tanrı’dan) fışkırarak oluştuğunu öne sürer. Buna göre, evren, Tanrı’nın açığa çıkmasıyla oluşmuştur. Buna “Sudur” denir. Sudur öğretisine göre, doğa, Tanrı’nın görünüşe çıkarak var olmuştur. Tanrı’nın açığa çıkışı bir çağlayanda, boranca akan suyun fışkırması şeklindedir. Tasavvuf düşüncesi, fizikte ki “Kuantum Potansiyel Alanı” kuramına benzemektedir.
Fizikte Kuantum Potansiyeli kuramını ortaya atan Fizikçi David Bohm’a göre, Çevremizde bulunan tüm nesneler, varlıklar, olaylar, ayrı ve birbirinden bağımsız gibi görünseler de, bu sadece bir illüzyondur. Çünkü evren de bulunan tüm varlıklar birbirileriyle derin bir bağla bağlıdırlar. Her şey birbiriyle sonsuz bir birlik içindedir. Yok oluş da bir illüzyondur ve hiçbir şey yok olmamaktadır. Yok olduğunu sandığımız şey, sadece bizim görüş alnımızın dışına çıkmakta ve daha üst bir evrene geçmektedir.( Emel Keskinkılıç; Tanrı İnsan da Uyur, İnsan da Uyanır; Sınır Ötesi Yay.2012, 226).
Kuantum Potansiyeli kuramına göre, mikro evren de bir mekân, yer, biçim vs söz konusu değildir. Mekân, yer ancak makro evrende vardır. Kuantum evrende, her şey bir bütünlük içindedir. Bu anlamda Kuantum Potansiyelinde mekânsızlık ve bütünsellik geçerlidir ve bu kuantum alanıdır. Bu anlasa uzayın tamamıdır. Görünür evren, kimlik kazanmış ve biçim almış olan maddesel ortam veya mekân, Kuantum Potansiyel Alanının parçacık kazanmış ve görünür olmuş durumudur. Bu anlamda bu kuram, görünür evrenin üstünde, görülmeyen, algılanmayan gizli-kapalı başka evrenlerin olduğunu ortaya koyan bir kuramdır.
İşte tasavvuf, görünür âlem dışında, görülmeyen âlemlerinde olduğunu ortaya koyan, söz konusu âleme ulaşılabilineceğini söyleyen, bir düşünsel, derin algılar yolculuğudur.
Alevilikte, tasavvuf anlayışı çok önemlidir. Aleviliğin tüm yapısını, iskeletini
Tasavvuf oluşturur. Alevi tasavvufu, tümevarımcı (yani varolandan hareket ederek, Tanrı’ya ulaşır) bir yöntem kullanır. Vahdet-i mevcutçudur. Buna göre vücut mevcuttan oluşur. Ama mevcutta vücuda dönüşür. Aslında ikisi birbirini var kılar. Ama insan bilincini vücuda taşıyan, mevcuttur der. Olgulardan, olaylardan hareket ederek, yani somuttan, soyuta vararak, oluşu çözümlemeye çalışır. Yöntemi akıl ve sezgidir.
Alevi-Bektaşi öğretisinde, var oluşun nedeni sevgiye bağlanır. Alevi tasavvufuna göre, Tanrı gizli bir hazineyken (Küntü Kenz) kendi kendine yabancıydı. Oysa Tanrı mutlak güzelliği, sevgiyi, bilgiyi kendi içinde barındırıyordu. Kendi gizliliğinin, kendisini göstermeye engel oluşturduğunu anladı ve kendine döndü. Tanrı kendine dönüşle güzelliğinin farkına vardı. Güzelliğini ortaya koymak ve bu yabancılaşmadan kurtulup kendini açığa çıkarmak istedi. Bu yüzden mutlak olandan, değişir olana yöneldi. Evren, Tanrı’nın mutlak olandan sıyrılıp, kendini açığa çıkarması, görünür olmak istemesiyle oluştu.
Alevi öğretisine göre, evren Tanrı’nın güzelliğini yansıtan bir aynadır. Yani Tanrı’nın kendisidir. Güzele âşık olan, güzel olanı seven kişi, aynı zamanda Tanrı’yı da sevmekte, Tanrı’ya âşık olmaktadır. Çünkü görünen her şey, Tanrı’nın yansımalarıdır. Evren, Tanrı’nın kendisidir. Evrenin tümü Tanrı, Tanrı ise evrenin tümüdür. Bu anlamda Tanrı evrenin dışında değildir.
Örneğin, bir bahçe de bulunan her bir çiçek, bir evren bir doğaysa; bahçe o her bir çiçeğin toplamıdır. Tüm parçacıklar bir bütünü oluştururken, bir bütünden de sonsuzca parçacıklar açığa çıkar. Burada bütün ve parçacıklar birbirinden ayrı değildir ve hepsinin kaynağı aynıdır. İşte tasavvuf, bütün ve parça ilişkisini ortaya koyan ve her bir zerrenin var olan bir kaynaktan oluştuğunu belirten bu ana kaynağın da “Tanrı” olduğunu söyleyen bir felsefi inançtır.
Tasavvuf, teozofik bilgeler tarafından ortaya konmuş ve bu bilgeler tarafından geliştirilmiştir.
Yunus Emre, Seyyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal gibi ozanların şiirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yukarıdaki ozanlar, teozofik ozanlardır. Bu ozanlar, ozan olmalarının ötesinde, birer bilgedirler. Bunlar, iç dünyalarında yaptıkları düşünsel yolculuklarıyla, derin ve sezgisel algılarıyla, normal insanların göremediklerini görebilmişlerdir. “Gizil Nesnellik” dediğimiz fizik biliminde “parçacıklar dünyası” denilen ve insanın duyu organlarına kapalı ve gizli olan ama varolan nice nesnelliğin farkına varmışlar ve onca “sırlı” değerlerin ortaya çıkmasını sağlayarak, o değerler içerisinde var olan potansiyel enerjileri keşfederek, onları insanlığın hizmetine sunmaya çalışmışlardır.
Bu ozan-bilgeler, Tanrı’nın, doğanın ve insanın bir bütün olduğunu, görünen evrenin dışında, farkına varamadığımız sınırsız gerçekliklerin bulunduğunu; ana kaynakta ne varsa, parçada da onun olduğunu ve dolayısıyla, bütünle-parçayı birbirinden ayrı düşünmenin yanlış olduğunu şiirleriyle dile getirmişlerdir. Bu ozan-bilgeler, “bütünü biliyorsak, zerreyi; zerreyi biliyorsak bütünü bilebiliriz; çünkü zerre neyse bütün, bütün neyse zerre de odur” demişlerdir. Bu anlmada da, insan da Tanrı’nın bir parçasıdır diyerek, insanı Tanrı’dan ayrı düşünmemişlerdir. Bu düşünsel boyutun vardığı son nokta; Tanrı bilinebilir; yeter ki gerekli bilince ulaşılabilsin…
Ben, söz konusu bu ozan-bilgelerin şiirlerini incelediğimde, o dizelerde ki felsefi Derinliği görebiliyorum. Bu derinliği fark eden herkes bunu bilir.
Sizce bu isimler neden ölümsüzler arasına katılmışlardır?
Bir şey, eğer bir şey, bir başka şeyi besliyorsa, başka şeylere enerji veriyorsa, bir
başka şeylere eylemsellik katıyorsa o ölümsüzdür. Çünkü o, bir başka şeyde yaşıyor demektir. Esasında evrenin bütünü ölümsüzdür. Çünkü her şeyi besliyor. Çünkü her şey enerjidir ve gördüğümüz, algıladığımız bütün mevcudat da “enerjinin farklı yoğunlukta ki halleridir”. Toplumsal anlamda da bu böyledir. Toplumsal düşünce, kültürel her olgu, insansaldır ve her kültürel değer, kendisinden önce varlaşan başka değerlerden beslenir. İşte, Bu ozan-bilgeler, kültürel besin kaynaklarının içinde, en üst noktalarda yer edinmiş olan ve kendilerinden sonra gelen insanlara düşünsel boyutlar kazandırmış, değerler yüklemiş ve önemli besinler sunmuş olduklarından, düşünsel dünyada da “ölümsüzleşmişlerdir”.
Bir ozanın, bir bilgenin düşüncesi, başka insanlar da yaşıyorsa, o ozan veya bilge de o düşünce de yaşıyor demektir. Örneğin “Bir ben var, O da benden içeri” dediğimiz de, hem bilincimize Yunus Emre gelir. O dizeyle birlikte Yunus’un ismi de belleğimizde yeniden uyanır. Örneğin, “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” dizesini okuduğumuzda, bu dizeleri ortaya koymuş olan Pir Sultan Abdal, zihnimizde uyanır ve yeniden doğar. Vs…
Bu sözler veya dizeler aynı zamanda insanların, toplumsal yaşamda ki davranışlarına, düşünsel yapılarına da etkide bulunur ve onların kendilerini toplumsal olaylar karşısında nasıl davranış göstereceklerinin de “ışığı” olurlar. Böylece, ozanların ve bilgelerin ortaya koymuş oldukları değerler, insanlara aydınlık sağlarlar ve bunlar da insanların kendilerini denetleme ve test etme olanağı sağlarlar. İşte “ölümsüzlük” buradadır.
Atatürk ismi size neyi ifade ediyor? Atatürk’ün Türk insanına getirdikleri nelerdir?
Atatürk, Türkiye Cumhuriyet’inin bütünsel bedenidir. Laik Cumhuriyetin, düşünsel ve üstün değerlerin varlaşmasını, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerde bulmak olasıdır. Bu anlam da Atatürk, bu ülkenin enerjisi, kurucusu, yansıtıcısı, bütünleyeni ve sürdürücüsü olmuştur.
Atatürk, yaşadığı çağın büyük devrimcilerinden birisidir. Atatürk’ü bütüncül
yönleriyle anlamak için “aydın” olmak gerekir. Aydın, önyargısız bakan, olguları ve olayları bağıntıları içinde görebilen, bir gerçekliği “bölüp/parçalamadan” onun bütünselliğini yansıtacak şekilde ele alan vs bir insandır.
Aydın; yaşadığı evreni, dünyayı, toplumu ve insanı tanıyan veya tanımaya çalışan insandır.
Aydın, çağının sorunlarına eğilen, bu sorunları araştıran, olay ve olgular arasında ki nedensellikleri kurabilen; var olan sorunlar karşısında çözüm üreten veya üretmeye çalışan, toplumsal değerleri sorgulayan ve bulduğu çözümleri tüm insanlığın yararına kullandırılmasını sağlayan ya da sağlamaya çalışan insandır. Aydının yönü ve duruşu her zaman ileriye doğrudur. Bu anlamda da aydın devrimci ve ilerici görüşleri benimseyen kişidir.
Aydın insanın düşünsel alanı geniş, kavrama yetisi ve sezgisel gücü gelişmiştir. Aydın geçmişi araştıran, bugünü doğru yaşayan ve gelecek konusunda sözü olan bir bilinç taşır.
Aydın karanlık ve aydınlık arasında ki savaşımda aydınlıktan yana tavır geliştiren olmalıdır.
Aydın, duruşu halkın yararına olan bir duruştur. Sömürüye, zalime, yoksulluğa ve her türlü haksızlığa karşı koyandır aydın.
Aydın, toplumun öncüsü olan, toplumu dönüştüren, bilimsel düşünen, derin felsefi görüşleri olan, sorgulayan, araştıran, yaşanılanların farkında olan, dünü bilen, bugünü yaşayan, geleceği kuran, kendinden çok toplumun yararını düşünen, kendini aşan, topluma örnek olan, topluma ışık saçan… insandır.
Bu anlamda Atatürk, gerçekleştirdiği devrimlerle gerçek bir aydın olduğunu göstermiştir. Çünkü aydın olmak, aynı zamanda toplumu ileriye taşıyacak toplumsal kurumları gerçekleştirmekle eşdeğerlidir.
Aydın, ileri görebilen ve geleceği tasarımlayan ve tasarımladığı şeyleri pratiğe uygulayan; yani düşündüklerini eyleme dönüştüren insandır. Ama her eylem, her görüş ve düşünce “aydın” kavramıyla uyuşmaz. Burada kıstas; yapılan eylemin, gerçekleştirilen olgunun toplumu öncekinden daha ileriye taşıyorsa doğrudur. Aydın olmakla, entelektüel olmak arasında ki en önemli farklılık budur.
Şu bir gerçek ki aydını olmayan bir ülkenin veya bir toplumun geleceği de karanlık olur.
Aydını olmayan bir toplumun devimimi ve dönüşümü çok uzun bir süreç alır.
Aydını olmayan bir toplumun insanları edilgen ve kaderci olur.
Aydını olmayan bir toplum, demokrasiyi yaşayamaz. Bilimi, sanatı, bilişimi, felsefeyi toplumsal yaşamın hücrelerine işleyemez.
Aydınlığı yaşayamayan bir ülkede çağdaş değerler oluşturulamaz.
Aydınlanmadan ve aydından korkan yöneticilerin uzun süre bulunduğu bir ülke gelişmesini gerçekleştiremez. Başkalarının maşası ve güdümlüsü olur.
Aydın, sorgulayan, araştıran, yargılayan, tartışan ve kafa yorandır. Bugün demokrasi adına ortaçağ karanlığını savunanlar kendilerini “aydın” diye sunuyorlar. Oysa bunlar entelektüel olabilir ama “aydın” olamazlar. Toplumu çağdaş dünyadan geriye taşıyacak olan hiçbir eylem, görüş ve düşünce “aydın” kavramı içinde değerlendirilemez.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da Atatürk önderliğinde Laik bir Cumhuriyet kuruldu. Ardından da birçok Devrimler gerçekleştirildi. Bu devrim aslında Avrupa'da 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşen "Rönesans" hareketinin "Anadolu" da yaşam bulmasını sağlayan bir devrimdi.
Yani "Kemalist Devrim" dediğimiz şey bir "Aydınlanma" hareketidir.
Aydınlama Hareketi, Avrupa'da gelişen reformlar sonucunda "Halk Hareketleriyle" gerçekleşmiştir. Yani Avrupa’da Rönesans aşağıdan yukarıya doğru ve halkın bu hareketleri sahiplenmesiyle varlaşmıştır. Oysa Anadolu'da "Aydınlanma Devrimi" yukarıdan aşağıya yapılan devrimler sonucunda gerçekleşmiştir. Bu da sancılı olmuştur ve bundan dolayı da birçok sorunlarla karşılaşılmıştır. Yani “Anadolu Aydınlanması” çok acılı ve zorlu bir konumda, kendini var etmenin koşullarını yaratmaya çalışmıştır.
Atatürk Devrimlerinin özü, seküler ve çağdaş bir toplum yaratma düşüncesine dayanır. Ortaçağın bütün karanlıklarını aşmak ve insanı insanlaştıracak olan üstün insani değerleri toplumun en geçerli değerleri yapmak, bu devrimlerin ana mantığını oluşturmuştur.
Avrupa Seküler (dünyasal, çağdaş) bir toplum anlayışını yaşama geçirmiş yani dünyasallaşmayı sağlamıştır. Bu nedenle de inançla, dış gerçekliği birbirinden ayırmayı başarabilmiştir. Artık o ülkelerde "Din" egemenliğinde bir yönetimin gelme olasılığı bugünkü koşullarda olanaksızdır. Çünkü halk "Kilisenin" egemenliğini yıkmıştır. Bu yönüyle de inancı vicdanlara indirmesini bilmiştir.
Oysa İslam ülkelerinde dünyasallaşama dediğimiz olgu yani çağdaşlaşma (Sekülerizm) gerçekleştirilememiştir. İnanç yaşamı belirleyen en önemli güç olma özelliğini sürdürmüştür ve sürdürmektedir. Onun için ülkemiz Seküler bir toplum olmadığından, toplumu Seküler kılabilmek için Laiklik anlayışı geçerli kılınmıştır. Laiklik, insanımızı ve toplumumuzu çağdaşlaştırma, özgürleştirme eylemidir. İnanç ağırlıklı yapıdan, aklı öne geçiren bir anlayışı geçerli kılmanın yöntemidir. Bu da kişiyi özgürleştirme, kişiyi kendin kılmanın en önemli ayağıdır.
Anadolu Aydınlaması (Atatürk Devrim ve İlkeleri) özünde insanımızı dünyasallaştırma, çağdaşlaştırma hareketidir. Ama ne yazık ki, bu devrimler 1946’lı yıllardan itibaren “karşı devrimci” hareketler sonucunda tam başarıya ulaşamamıştır. Eğer bu “Devrimlere” sahip çıkılmazsa ve “Aydınlanma” eylemi devam ettirilmezse her an geriye (Şeriat”a, Din Devletine) dönüş söz konusudur. Bu durum günümüzde (2014) de geçerlidir.
Çünkü İslam bir "Devlet" dini olarak doğmuştur. İslam'ın hem ekonomik, hem Hukuk, hem politik ve hem de belirli bir toplum modeli vardır. İşte kimilerinin anlayamadığı veya anlamak istemediği de budur.
Atatürk, tam anlamıyla “aydın” kavramının içini dolduran bir insandır. Çünkü gerçekleştirdiği her eylem, savunduğu her görüş ve düşünce, toplumu bulunduğu konumdan çok daha ileriye taşımak olmuştur ve de bu söylediklerini yaşama geçirmiştir.
Aydın, eylemcidir. Yaşamı dönüştüren ve yaşama yeni şeyler katandı.
Bu Tanım tam da Atatürk’e yakışmaktadır.
Türkiye’nin geri kalmışlığını nelere bağlıyorsunuz?
Türkiye’nin geri kalmışlığı, hayatın pratiğini okuyamayan, bilimsel düşünceye kendisini kapatmış olan; her toplumsal olayı ve olguyu “iman ve inanç” temelin de arayan; aklı ve bilimi dışlayan; sanata hor bakan; çağın değerlerine yabancılaşmış olan ve büyük bir yoğunlukla gelenekten beslenen vs. bir toplumsal model de ve çapsız yöneticilerde aramak gerekir. Ülkemizde de olan budur. Tarihe bakıldığında bu görülecektir. Bilime, akla ve tekniğe önem verenler ilerlemiş, aydınlık ve çağcıl değerlerin oluşmasına katkı sağlamışlar bu değerleri dışlayanlar geri kalmışlardır. Bugün bile bakabilen göz ve bilinç, bu gerçeği açıkça görebilir. Bir Ortadoğu’nun durumuna bir de gelişmiş ülkelerin konumuna bakın…
Sizce bu toplumu neler değiştirebilir?
Bilim, akıl ve yetişmiş, teknik yönü ileri seviyeye ulaşmış bir bilinç ve çağdaş değerler, bir toplumu ileriye taşıyan en büyük motor güçtürler. Bütün bunların ana kaynağıysa “akıldır”. Aklı dışlayanlar, başkalarına bağımlı kalanlardır. Tarihin sayfaları bu gerçeklikle doludur. Bu anlamda laboratuardır. Bu anlamda deneylerle, testlerle doludur. Nerede akıl öne geçmiş orada ilerleme ve gelişme olmuştur. Nerede “dinsel ve geleneksel değerler” öne geçmiş, o toplumlar geri kalmışlardır. Dünya bunun örnekleriyle doludur. Hiç uzaklara gitmeye gerek yoktur; bugünkü dünyaya bakın, bu gerçeklik hemen görülecektir.
Şu bilinmelidir ki, dünya da hiçbir kimse “imanla, inança” bir uçağı yapamaz ve uzaya bir araç gönderemez. Ama “akıl- bilim ve teknik” gönderir.
Sizce demokrasi nedir? Gerçek bir demokrasinin yaşabilmesinin şartları nedir?
Demokrasiyi anlamak için, öncelikle bu sözcüğün etimolojisine bakmak gerekir. Demokrasi, yunanca “Demos”(Halk) ve “Kratos” (İktidar) sözcüklerinden oluşan ve halkın iktidarı anlamına gelen bir sözcüktür. Demokrasi, günümüz dünyasında ulaşılmış olan en ideal yönetimdir. Demokrasi, Cumhuriyet’in şekilselliğini ortadan kaldıran ve ona nitelik kazandıran özdür. Özdür çünkü demokrasi daha çok uygulamayla ilgilidir.
Bir devletin Cumhuriyet’le yönetilmesi o toplumun çağdaş insanlığın değerleriyle yönetildiği anlamına gelmez. Sorulması gereken şey “Nasıl bir Cumhuriyet” sorusudur. İşte bu “Nasıl Cumhuriyet” sorusu o Cumhuriyetin niteliğini de belirler. Bu sorunun yanıtı eğer “Demokratik Cumhuriyet” ise; o zaman da Demokratik Cumhuriyet’in olmazsa olmazlarının geçerli olup olmadığına bakılır.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; Laiklik yoksa o Cumhuriyet demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; halkın örgütlenme özgürlüğü yoksa o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; yönetim denetlenmiyorsa, halk yönetime katılamıyorsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te eğer; halk kendi geleceğine kendisi karar veremiyorsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer bilimsel ve akla dayanan bir eğitim sistemi yoksa orada çağdaş bireyler oluşturulamaz. Çağdaş düşünceye sahip olamayan bireylerle Demokratik Cumhuriyet korunamaz. Çağdaş düşünce ve çağdaş değerler egemen değilse, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer bilgi üretme, bilgi edinme, bilgi sağlama ve bilgiyi aktarma yoksa o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer kurumlar ve kurumların kuralları herkes için aynı derecede uygulanmıyorsa, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer var olan kaynaklar üretime yönlendirilmiyorsa, yoksulluk ve yoksunluk artacağından; yoksulluğun var olduğu böylesi bir Cumhuriyet asla Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer yapılan bütçe “halk için” yapılmıyorsa; üretilen katma değer adilce pay edilmiyorsa ve üretime katılan halk; tüketim aşmasında söz sahibi değilse; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; azınlıkta olanlara, çoğunluğun baskısı varsa; o Cumhuriyet Demokratik olamaz. Çünkü demokrasi aynı zamanda “azınlıkların” da hakkının korunduğu yönetimdir.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; erdemli olmak en temel niteliktir. Eğer, erdemli, ahlaklı, başkalarının haklarına saygı gösterme, sevgi, barış, dostluk... v.s gibi değerler geçerli değilse, o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Bir Demokratik Cumhuriyet’te; eğer hoş görü kültürü egemen değilse; o Cumhuriyet Demokratik olamaz.
Atatürk; "Cumhuriyet erdemli bir ahlaka dayanan yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir... Cumhuriyet yönetimi erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. " sözleriyle bizlere Cumhuriyetin niteliklerini öz bir şekilde dile getirmiştir.
Cumhuriyet’in demokratik Cumhuriyet olabilmesi için, laikliğin bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi ve (özgürlük, eşitlik, dayanışma, insan hakları, güven, iş, vs) gibi çağdaş değerlerin geçerli kılınması gerekmektedir. Laiklik olmadan, üretmeden, adil paylaşım sağlanmadan, özgürlük sağlanmadan, açlık-yoksulluk vs ortadan kaldırılmadan bir birey, bir toplum, bir yönetim asla “demokratik kılınamaz.
Sizce Halk Ozanları toplumsal olarak ne gibi işlevleri yerine getirmişlerdir?
En önemli işlevleri, halkın dilini kullanarak, onların sorunlarını dile getirmek ve Onların sözcüsü olmaktır. Halkın ozanı, halkın zihni, vicdanı, belleği ve konuşanıdır. Halkın ortak aklını ve ortak değerlerini ve de halkın çıkarlarını savunan, halka ışık olan ozanlar, onların güneşidir, ışığıdır.
Halk Ozanlığı geleneğinin günümüzde devam ettiğine inanıyor musunuz?
Evet, doğada boşluk yoktur ve toplumlarda da boşluk olmaz. Bu anlamda da biçim ve üslup değişse de, öz değişmez ve bu anlamda, halk ozanlığını sürdüren ozanlar vardır ve olacaktır da… Geçmişin halk ozanları daha çok köy kültüründen, gelenekten besleniyorlardı, günümüzün halk ozanlarıysa daha çok kent kültüründen ve çağdaş değerlerden beslenmektedirler.
Ama öz olarak, halkın sorunlarını dile getirmek, halka kendisini adamak ve halkın öncüsü olmak gibi işlevsellikler sürmektedir.
Hangi ozan ve ses sanatçılarıyla dostluğunuz var?
Mahzuni Şerif, en yakın tanıdığım ozanlardan birisiydi. Günümüzde birkaç ozan-sanatçıyla görüşüyorum. Berrin Sulari, Fevzi Kurtuluş, Ali Ekber Eren, Tuncelili Helin, Cem Çelebi hemen aklıma gelenler.
Sinemaya, tiyatroya gidiyor musunuz?
Çok fazla değil. Uzun süredir gitmiyorum.
Şimdiye kadar kaç Alevi - Bektaşi anma etkinliğine katıldınız?
Birçok etkinliğe, panele ve açık oturuma katıldım.
Halk ozanlarının genel sorunları sizce nelerdir? Çözümlenebilmesi için neler yapılmalıdır?
Halk ozanlarının en büyük sorunu, ilgisizlik ve ekonomik sıkıntılardır. Çözümü Çok zordur, çünkü gerçek bir halk ozanına egemen anlayış zaten destek vermez. Bu durumda halkın, ozanına sahip çıkması ve en azından onun albümlerini alarak dolaylı yollardan da olsa bir katkı sağlaması gerekir.
Ayhan can, bana iletmiş olduğun gönderiyi, olabildiğince yanıtlamaya çalıştım. Birbirine yakın gördüğüm soruları kaldırdım. Umarım, yararlı olmuştur.
Bu aralar yoğun olduğum için geciktirdim.
Hoşça kal…
Süleyman ZAMAN
17.09.2014
Görüşme tarihi: 12.09.2104
Nüfusa kayıtlı olduğu il: İstanbul
İlçe: Fatih
Köy: Keklikpınar (Ömeran, Sivas/Divriği)
Köyün hane sayısı: 35
Köyün nüfusu: 150
Köyde yaşayanların sayısı: 9
Şehre göç edenlerin sayısı: 141
Köyde konaklama yeri var mı? Varsa kaç kişiliktir? Yoktur.
Köyünüzü çevreleyen Alevi / Bektaşi köyleri var mıdır? Var.
Çevre köylerin dini inanışı (Adet olarak)
Alevi (7)
Bektaşi ( )
Alevi - Bektaşi ( )
Sünni (1 )
Çepni ( )
Tahtacı ( )
Türkmen (5)
Varsa Piriniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen Ocağı.
Rehberiniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen/Erzincan.
Mürşidiniz hangi ocaktan gelir? Ağuçen Ocağına bağlı dedeler.
Varsa köyünüzdeki dergâhın ve türbenin adı: Yoktur.
Türbedeki zatın soyağacı, özellikleri: Yoktur.
Köyünüzdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Geleneksel yapı içinde kutsallık yüklenen Çınar ve Çam ağaçları ve bazı taşlar vardır.
Çevre köylerdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Tekke (Avşar) Köyünde; Hüseyin ABDAL
Hüseyin Abdal, Horasan’dan Anadolu’ya gelen ulu bir mürşittir. Anadolu’ya gelince Hace Bektaş Veli Dergâh’ına gitmiş ve burada uzun yıllar hizmet etmiştir. Daha sonra da Anadolu’yu aydınlatmak için yola koyulmuş, gezmiş, dolaşmış ve en sonunda Sivas’ın Diviği İlçesi’nin Tekke (Avşar veya Güvenkaya) köyüne gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Burada, kısa sürede insanların ilgisini çekmiş ve gösterdiği üstün nitelikli kişiliğiyle sevilmiş ve bıraktığı enerjiyle de ölümsüzleşmiştir. Hakk’a yürüdükten sonra da orada yaşayan halk, onun adına türbe yapmış ve onu ölümsüzleştirmiştir. Hüseyin Abdal, abdal yani ermişlik, velilik aşamasına ulaşmış bir ulu zattır. Hangi tarihlerde yaşadığı tam olarak bilinmemektedir. Yaşamı hakkında ki bilgiler tamamen rivayetlerden ibarettir. Ama önemli olan Hüseyin Abdal’ın bir mürşit veya “abdal (ermiş, Hak dostu) olduğu gerçeğidir.
Civar köylerdeki türbe, dergâh var mı? Yellice Köyü: Molla Yakup Türbesi
Türbedeki zatın soyağacı, özellikleri: Molla Yakup’un, XVl. Yüzyılda Yellice köyüne geldiği ve buraya yerleştiği, burada üstün bir kişilik gösteren bir derviş olduğu rivayet edilir. Hakkında çok fazla bir bilgi yoktur.
Köyünüzdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Yoktur.
Çevre köylerdeki ziyaret yerleri ve yatırların adresleri: Yellice Köyü, Tekke Köyü.
Yörenizde bir kültür veya dini inançsal anma etkinliği yapılıyor mu? Yapılıyorsa, tarihi nedir? Tekke Köyün de Hüseyin Abdal etkinliği yapılmaktadır.
Etkinliğe kimler, hangi bölgelerden gelmektedirler? Çevre köylüler ve Hüseyin Abdal’a gönül gözüyle bağlı olan dostları gitmektedirler.
Eğitim durumunuz? Lise 2 terk.
Kaç yaşındasınız? 1956 doğumluyum ve şu an 58 yaşındayım.
Mesleğiniz ya da işiniz nedir? Emekliyim. Meslek olarak Kütüphanecilik ve Muhasebecilik yaptım.
BİLİN Kİ İŞTE O, GERÇEK BİR DOSTTUR
Uzak mekânlarda olsa da bile
Korumaklı hisle gelirse dile
Özünde yok ise bir katre hile
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Yaşama sevinci öze katarsa
Sevgi ışınını cana saçarsa
Zihninde inayet erki açarsa
Görün ki, işte o gerçek bir dosttur
Can olup bir cana, canan olursa
Sanal boyutunda meyler sunarsa
Sevgiyi akıtan kaynak pınarsa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Işınlar gönderip, erkler verirse
Zorda kaldığında sana gelirse
Ab-ı hayat olup, teni beslerse
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Arkadaş olup da eğer Maral’sa
Merhemler üretip, yara saransa
Uzamları aşıp cana varansa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
Sevgisiz olanı özde kovarsa
Suna gibi su da yâri ararsa
Sevgi frekansı sevi sararsa
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur
ZAMANIM hayrandır, dostça sevene
Şüphe duymaz asla, dostça güvene
Açıktır sinesi dostça gelene
Bilin ki işte o, gerçek bir dosttur…
26.09.2014
İNSAN OLAN İNSAN GİBİ DAVRANIR
Ne demeli bunca zalim insana
Lanet olsun onca cana kıyana
Elbet cani denir, canlar alana
İnsan olan insan gibi davranır
Deryanın içinde küçük noktayım
Savaşla, açlıkla geçiyor çağım
Ölüyor çocuklar, talandır bağım
Meyveli ağaca herkes çullanır
Çekilmese açlık herkes tok olsa
İnsanlar, insanla dostluklar kursa
Dünyada muhabbet ve sevgi kalsa
Sevgi ortamında herkes dost kalır
Asla aklım ermez dalavereye
Bilmem ki insanlık gider nereye
İlaç bulunmaz ki yara bereye
İnsanlığı bozan, insan mı tanır?
Kobani’de zulüm almış yürümüş
İnsanlığa uzak, maske bürümüş
Kadın, çocuk yerlerinden sürülmüş
İnsanlıktan insan olan utanır
ZAMANIM insanı almalı temel
İnsanlığa hizmet olmalı emel
İyilik sunmalı hemen her amel
Erdemsiz kendini insan mı sanır?
29.09.2014