ÖMER ULUÇAY

ÖMER ULUÇAY

YAZAR, YAYINCI, DOKTOR

Adana sıcak bir memleket, memleket toprağının güzel bir parçası, gerçekten de kültürler, inanışlar, sevdalar, dostluklar iç içe orada. Türkiye’de neresi öyle değil ki, insanlar biraz kendilerini serbest bırakıp duygularına kapılsalar, biraz daha güzel duyguların esiri olsalar, herhalde nice zorluklar ve taş yürekler eriyip sevgi çağlayanında akacak.

Ömer Uluçay ismi ile ünlenen değerli yazarımız uzun yıllardan beri Alevilik-Bektaşilik konusunda çalışmaları ile tanınıyor, genel Alevilik çalışmalarının ötesinde de daha özel konulara giriyor. Sadece şunu söyleyelim yazdığı kitaplarla değil, yarattığı dostluklarla da gönlümüzde yer eden birisi, en son Nusayriler ama ondan önce de nice kitaplar cemler, cem ibadetleri, türbeler, söyleşiler, sohbetler, Alevi dedeleri ile, yazarlarla, ozanlarla, Fikret Otyam gibi nice gönlü ezilmiş, küsmüş, yürekleri Ahmet Arif’in dizelerindeki hasret kokuşlu insanla.

 

AYHAN AYDIN

 

Ömer Uluçay kimdir, bu konulara nasıl girdi? Sevgiler, saygılar olsun sizlere, hoş geldiniz. Hem size, hem geldiğiniz kuruma saygılar sunuyorum, bu kültüre olan hizmetlerinden dolayı da takdirlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.

Teşekkür ediyorum, konuya sıcak girişiniz için, hem de konuyu açtığınız için. Tarih düşmek bakımından bugün 22 Ekim 2002, Adana’da Hüseyin Yalçın Bey’in evinde bulunuyoruz.

Ömer Uluçay; Alevi kültürüne ilgi duyan bu konuda yazı yazan Ömer, nasıl bir Ömer’dir? Siz yurdumuzun dört bir yanını geziyor, bu işe emek vermiş güzel insanlarla birliktesiniz. Kültürün içinde doğanlar var benim gibi, Seyhan gibi, Ceyhan gibi, Kızılırmak gibi, Dicle, Fırat gibi, Nil gibi büyük engin bir ırmak olup insanlık ırmağına akan evliyalar, veliler, nebiler vardır. Bunları izlemek, incelemek bu güzelliklerin ateşinde yanmak; bir ekmek, bir çorba olup sofraya gelmek; bir söz olup gönülde, kalpte ve sonra da beyinde yer bulmak güzeldir güzel. Ama her zaman nasip olmayan bir şey, olduğunda da kadrini, kıymetini bilmek gerekiyor. Bu çeşit insanları tanıdıkça, bildikçe kendimce, halimce yanına varıp onunla sohbet ediyorum, onun ateşinde, onun sevda fırınında ben de kendimi pişirmek istiyorum. Her fırın bir başka pişirir ekmeği, fırını gözlüyorum, fırıncıyı izliyorum, çıkardığı ekmekten tatmak, doyasıya yemek istiyorum, tadı, tuzu yerinde olunca da buna dostlara davet etmek istiyorum. Gelin cemimiz var…

Bu kültür ve inançla tanışmam bir vesile ili oldu. Ben Adıyaman Kâhta ilçesinin merkezinde doğma bir insanım. Annem, babam normal Müslüman bir aile olarak ibadetini yapmakta, örf ve âdetini yaşamaktadır. Ben de bu ailenin birinci çocuğu olarak büyüdüm, peşim sıra başka kardeşlerim de oldu.

Doğumum 1943 yılı, ilkokulu ve ortaokulu zamanımda ilk açıldı, ortaokula ilk giden gurubun içindeyiz. Tabiatıyla Türkiye’nin gelişmesindeki seyri ve düzeyi özellikle doğuda göstermiş oluyoruz. Ortaokul bittikten sonra, Adıyaman Lisesine üçüncü açılış yılında kayıt oldum ve zamanında (üç yıl) mezun oldum.

Kâhta büyük bir ilçemiz, çevresindeki insanlar hemen hemen diyebiliriz ki dil bakımından, inanç bakımından homojen, tek tip, Kürt ve Sünni. Ama Adıyaman’da farklı inançtan insanlar da var. Orada kilise de vardı, Alevi de vardı, Sünni dediğimiz Müslüman cemaat te vardı, bunları Adıyaman’da gördüm. Kâhta’nın, Bizirin ve Süsyan diye iki merkez köyünün Alevi olduklarını biliyordum ve bu köylerin insanları dedemden beri bizim aileye/eve  bir yakınlıklarının olduğunu da biliyordum. Dolayısı ile bir Alevi gurubunun olduğunu, giyimi, kuşamı özellikle bıyıklarının şekli bakımından çevredeki insanlardan farklı olduklarını görüyordum ama seyrek geliyorlar, buna rağmen geliş ve gidiş seremonileri alışılmışın dışında büyük bir saygı içeriyordu.

Çocuk yaşımda ben bu farklılığı o zaman görmüş, fakat nedenini bilmiyordum. Babamdan ziyade annemle daha rahat konuşuyorduk. Annem bölgeye göre kültürlü bir kadındı, olayların nedenini sorar, bana da anlatırdı. Bir yerde onunla arkadaş gibiydik.

Adıyaman’a geldik, biz Aleviyiz diyen farklı bir gurup arkadaşlarımız oldu. Onlardan bazısının şiir yazdıklarını gördük. Alevilik nedir? Ne yaparsınız, baktık onlar da bizim gibi insanlar ama kendilerini biraz farklı görüyorlar, daha doğrusu büyük gurup bunları farklı görüyor. Nasıl olduğunu anlamadım ama bildiğim kadarıyla yakın bir arkadaşlığımız oluştu, ders araç-gereçleri bakımından birbirimizle iyi yardımlaşırdık. Daha sonradan kim var, kim yok, neyin nesidir diye birbirimize sorup etrafımıza bakınca, Alevi öğrenci gurubu ile birlikte olduğumu görmüştüm. Ama bu ne bende farklı bir duygu yaratmış, ne de arkadaşlarımda farklı bir davranışa sebep olmamıştı. Hepimiz birbirimizle çok güzel arkadaş idik.

Bir süre sonra Maraş Lisesinden sürgün edilmiş üçüncü sınıfa devam eden üç Alevi öğrencinin olduğunu öğrendik. Bunlar Elbistan’lı imişler, içlerinden birinin adı Ali Rıza idi, cüsse ve yaş itibariyle benden büyüktü, etkilenmiştim, bir daha göremedim, zaman zaman onun direnişine, duruşuna özlem duyuyorum, görmek isterim. Bu vesileyle öğrenciler arasında Alevi-Sünni diye bir şeyin saklı varlığını anlamış ve görmüştüm.

Adıyaman’da Alevilerin varlığını, onların farklı bir gurup olduğunu, Alevi ağası Ali Tanrıverdi’nin il encümeninde olduğunu, Dede’lerinin bulunduğunu o zaman öğrenmiştim. Çarşıda görüyordum, tanıyordum, saygın insanlardı. Ben ve benimle birlikte diğer arkadaşlara geldiklerinde tanısın, tanımasın hatırımızı soruyor ve biz de gidip ona niyaz edip elini öpüyorduk. Bu geleneksel olarak belli konuma gelmiş, toplumu kucaklayan insanlara, bölge gencinin verdiği cevap şekliydi ve bizde bunu uyguluyorduk, mutlu oluyorduk.

 

Türkiye coğrafyasında Alevi ve Sünni inancına mensup insanlar nasıl ki Osmanlı tarihi boyunca saldırı bazında karşılıklı kutuplaşma, zıtlaşma ve tamamen şiddete dayanan bir etnik ve inançsal ayrı kimliğe bürünme içinde, birbiri ile zıtlaşmamışlarsa; cumhuriyet döneminde ve günümüzde de insan gurupları arasında aslında bu sorun ciddi manada yok. Farklı yapılar, farklı unsurlar, farklı hesaplar bu iki kitleyi birbirini karşı karşıya getirmiş, iki kitlenin de zararına olacak olayların yaşanması; (Çorum, Maraş, Sivas Olayları gibi) ve bilinçli bir şekilde de Alevi Sünni soğukluğunun yaratılmasına gayret gösterilmiş, bazıları bunun planını yapmış. Bu plan tutmuyor, maya tutmuyor. Çünkü süt temiz, Anadolu toprağı sevdalı insanların toprağı, ben de Sünni kesimle iç içe yaşamış bir insanım. Ankara’nın Mamak semtinde bütün komşularımız Sünni İslam inancına sahip insanlar, ailem Alevi İslam inancına sahip ben de Aleviyim ama komşularımız tümü ile ciddi bir problem de yaşamadık. Yaşanmadı değil, Sünniler içerisinde de ön yargıları derinleşmiş, kafalarında o önyargıları taşıyanları var. Ama Ömer Uluçay gibi, Adıyaman’daki insanlar gibi, dostluk ortamını yaratabilen kesimlerimiz de yok değil.

 

Şüphesiz ki Alevi ve Sünni inanışlara sahip insanlarımız arasında bir ayrım veya problem yok, olması için bir neden de yok. Ama her nedense söylediğiniz o dönemde Sivas’ta, Çorum’da ve bize en yakın komşumuz Maraş’da hepimizi derinden etkileyen, üzen olayları yaşadık. Bu dönemde çevre vilayetlerde olaylar birbirini izliyordu. 1967 senesinde, Ben Adıyaman’da doktordum, çalışıyordum. Öğrencilik dönemimde Alevilikle ilgili bu şekilde yakın temasım bulunduktan sonra, , Adıyaman’a döndüğümde ilişkilerim bir başka boyutta idi ve bilinçlenmem de daha farklıydı. O noktada uyanık olunması gerektiğini hem Sünni gurubun insanlarından ve hem de Alevi kesiminden işitiyor ve kaygumuzu dile getiriyorduk. Herkes bunun bir felaket olduğunu, bize gelmemesi için ne yapılması lazımsa ona hazır olduklarını, iki baştan gayret sarf edildiğini iyi biliyorum.

Bilindiği gibi Anadolu’dan, insanlarımız kafileler halinde Hacca gitmekte ve bunun için düzenlemeler yapılmaktadır. O ki bu insanlar hayır hesenat yoluna çıkmaktadırlar, bari hayır kurumlarımıza da yardımcı olsunlar diye düşünülüyor ve Kızılay’a yardım babında makbuzlar getirilirdi, gidecek hacı adaylarından gönüllü bağış esasına dayalı bir yardım toplama işlemi vardı. Bu işlemler, kurumun yöneticileri olarak devlet katında ve gerekse yardımı toplayan hekimler tarafından olumlu karşılanıyordu. Zeki Adıyaman adında bir hocamız il Kızılay Başkanı idi, bana makbuzlar getirdi, ben makbuzları personele verdim. Hayli bir bağış topladık ve ilgilisine ulaştırdık ve onlar da bundan oldukça mutlu oldular, teşekkür ettiler, bana ve personele küçük armağanlar getirdiler yani bir kadirşinaslık gösterdiler. Bu vesile ile gerek müftülükle, gerek dini cemaatlerin önde gelen insanları ile aramda çok güzel sevgi bağı da oluşmuştu.

Ben Adıyaman’a doktor olarak tayinle gittiğimde, Sayın Ali Tanrıverdi Alevi aşiretinin reisi ve dolayısı ile yönetime katılan kişisi idi. Haber göndermiş beni ziyaret etmek istediğini söylediler, gelişini bekledim. Doktor Ömer, hizmetli Osman, gelen Ali’dir, hoş geldin sefa geldin. Bana dedi ki; “-doktor bey senin adın nedir”, dedim ki “-sevgili ağam adıma mı bakacaksın, sözüme mi bakacaksın?” “ - Allah, Allah” dedi, “ben bunu hiç duymamıştım, bu yaşımda hiç de böyle bir tanışma olmamıştı, ben tahmin ediyorum senin adını”. Biraz muhabbet oldu, konuşma arasında “-Bekir değil” dedi, “Osman da değil”,, dedim o da değil, dedi ki “-Ömer de olsa zararı yok”. Dedim, “ben Ömer”im. Dedi ki;”- bizim münakaşamız isim ile, boncukla değil, biz insanın özünü seviyoruz, bu ismi koymuş koymamış önemli değil, ama sen önemli bir şey söyledin.” Ali Ağa bunu gidip kendi cemaatinde köy odasında anlatmış, sonradan haberler geliyor; “Aleviler seni çok sevmiş!”O sevgi, bu sevgidir, aramızda sürüp geliyor.

Ne yaptım ki ben, iyi davranıyorum, hizmet ediyorum. Beni sevmişler, severse de iyi yapmış, münasip olmuş, ama niye sevmiş? Senin sohbetini sevmiş, Ali Ağa ile böyle bir sohbet olmuş. Kamber Dedeoğlu bölgenin dedesi, demiş ki; “ben bu çocuğu merak ettim gidip göreceğim”, beni Pişinik’te Ali Ağanın evinde yemeğe davet ettiler. Böylece benim için, Alevi cemaatinin kültür olarak yaşama biçimini, insani ilişkilerini ve içsel yapısını görmek, yaşamak, tanımak, sevmek imkânı doğdu. Hepsine sevgilerimi, saygılarımı ve şükranlarımı sunuyorum. “Göçenlere Hak rahmet eylesin”, diyorum. Kalanlara da sevgiler, saygılar sunuyorum.

İlişkilerimiz böyle olunca bizden uzak diğer vilayetlerde, o döneme kadar insanımızın yaşamadığı müessif olaylar oldu. Adıyaman’da da herkes tedirgin, gergin, ortam barut gibi. Anlatıyorlar, “Alevi diye çok hakarete, şiddete maruz kalıyoruz, sabrediyoruz”. Bu arada provokasyonlar da oluyor. Kamber Dede’nin oğlu, arkadaşım Ağa (Hüseyin), şehir merkezinde sebepsiz yere ve tanımadıkları birisi tarafından tartaklanarak kafası darp ediliyor, yaralanıyor, hastanede yarası dikilip kafası sarılıyor. Bununla, Aleviler merkezde dövülüyor havası yaratılmış ve haber Alevi kesimine ulaşmış, büyük bir infiale neden olmuştur. Bunu gören çevrenin diğer insanları “Aleviler çevreden şehre baskın yapacak” diye bir bekleyişe, tedirginliğe giriyor. Daha sonra benim haberim oldu, bu olay 3–5 saatin içerisinde hızlı bir seyir izledi. Duydum ki, Hüseyin’in kafası kırılmış gittim gördüm, durumunda endişe edecek bir şey yok, “nasıl oldu” diye sordum? “Hiçbir şey bilmiyorum, sebepsiz yere, tanımadığımız bir adam karşıdan geldi, elinde sopası varmış, aniden başıma vurdu ve kaçtı” dedi. Benim toplum önderleriyle, müftü ile tarafların önde gelenleriyle görüşmelerim oldu. Biraz zaman tanınmasını, bir yanlışlık yapılmaması gerektiğini, bunun bir provokasyon olduğunu, bölgemizdeki insanlar arasında böyle bir husumetin bulunmadığını söylüyordum, zaten hepimiz birilikte bunu yaşıyorduk. Zorla ve kasden yaratılmak istenen karşıtlık ortamı oluşmak üzeredir. Taraflar, genç yaşımdaki davranışlarımı sevgi ile karşıladılar, beni kırmadılar, biraz sabır gösterince, sağgörü galip geldi ve çatışmasız olayı geçiştirmiş olduk. Adıyaman bölgesi kozmopolit yapısına rağmen hiçbir olaya sahne olmadan bu tehlikeyi atlatmıştır. Bu işte sağduyu sahibi insanların hepsini saygı ile minnetle yâd ediyorum, dolayısıyla Adıyaman yaralanmadan bugünkü huzurlu ortama kavuşmuştur, hepsine teşekkür ediyorum.

 

Siz avukatlar, mimarlar, mühendisler, tabipler, öğretmenler geniş halk kitleleriyle en çok teması olan meslek gurubuna sahip olan insanlarsınız. Özellikle öğrenciler bakımından öğretmenler olup geniş halk kitlesinden genç, yaşlı, ihtiyar, çocuk belki branş bakımından ayrım olabilir ama genellikle doktorlar olur. Geniş kitlelerle kucaklaşma olabiliyor, eczacılar mesela. Fikret Otyam derki, kendi çocukluğunu anlatır, eczaneleri varmış bütün insanlar gelir, konuşurlarmış, görüşürlermiş, fikir alış verişi oluyormuş oradan çok şey kaptım diyor, Alevilikle ilgili çalışmalara ana kaynakların birisi de o olmuştur.

Sizin biraz daha işin içine girmenizde mesleğinizin bir etkisi var mı? Hekim olmak bakımından insanlara salt, organik fiziki yapı, beden gibi yaklaşmayıp onu insan olarak; ruhu ile canı ile ve rahatsızlığı ile kavramaya, görmeye çalışırsanız başka bir varlığa muhatap olduğunuzun bilincine ve sorumluluğuna erişiyorsunuz, bu da zaman içinde oluyor.

İnsanların ruhları farklıdır. Bazısı insanlara başlangıçta daha yakındır, bazısı hançere, musikiye daha yakın, bazısı da pençe vurmaya daha yakın… Ama bizim gözümüz gül tutandadır. Geçenlerde Tufanbeyli’den 80 yaşında bir amca gelmişti, biraz yarenlik yaptık, derdini sorduk. Muayene etmem için uzandı, dedim ki; muayeneye başlamadan önce bir şartım var, buyurun, dedi. Dedim ki bana Karacaoğlan’dan bir şey oku veya Dadaloğlu’ndan. Dedi ki ben Karacaoğlan’dan okuyayım. Okudu ve sonunda şöyle diyordu; “Engin ol gönül engin ol” teşekkür ettim. Gönül engin olunca, gönül sevda dolunda, dilde söz olunca, dinleyen cemaat olunca, güzellikler doğuyor.

Nereden düştüm bu kazana, kaynıyorum kaynıyorum, kaynadıkça coşuyorum, belki taşıyorum ama mutlaka dereler, tepeler, dağlar, güçlükler aşıyorum, kaynadıkça safileşiyorum, safileştikçe kabuklarımdan, kişisel duygularımdan arınıyorum. Biliyorum ki insani öz’e vakıf olanlar, ermişlerin, bilmişlerin dediği Hak noktasında Hak dile geliyor Hakk konuşuyor.

Benim Alevilik çalışmalarıma nasıl ilgi duyduğumu ve başladığımı, dostlar bana soruyorlar. Buna cevap olsun diye bir anımı anlatmak istiyorum: Ali Ağa, bizi köy odasına davet etti. Köy odasının biraz tasvir yapayım ve sizleri de odaya götüreyim. Adıyaman’ın kuzeyinde Pişinik Köyüne gidiyoruz. Pişinik köyü Ali Ağa’nın köyü, Bey’in ve aşiret ağasının köyü. Köyde konağa varıyoruz, konağın duvarları kesilmiş taştan, konak iki katlı, geniş kapıdan giriyoruz, merdivenleri çıkıyoruz; bir koridor ve soldan odanın kapısı, üst kat olduğu gibi odaya, oda misafirlerine hizmet edecek şekilde bölünmüş mutfak var, aşağıda ahırın yanında tuvalet var, su akıyor...

Misafir odaları, oturma odası. Divan odası, meydan direksiz, yanları tahta döşemeli taban halı serili, rengârenk çeşitli desenler ve halı yastıklar, yaslanma yastıkları. Oturduk, cemaat dolmuş, yemek vaktidir, insanlar sigara sarıyor, birbirlerine ikram ediyorlar, dedeye, ağaya, bey’e sigarayı sarıyor, gelip önünde duruyor temanna ediyor, naz ediyor, niyaz ediyor ve bir gül verir gibi elde sarılmış bir sigarayı ikram ediyor. Elini öpüp, diz üstü geri giderek, geliyor yerine oturuyor. Böyle bir ilişkiyi ilk defa görüyorum. Görevimden dolayı vilayetin başka köylerine de gidiyorum; aynı kültürden olanlara, ayni dilden konuşanlara, birlikte yiyip içen insanlara da konuk oluyor ve fakat böyle bir davranışa tanık olmuyordum. Orada da dumanlar tüttürülüyor, kalabalık oluyor, şeyh oluyor, sigarayı ikram ediyorlardı ama böyle bir temannah olmuyordu. Kimi yerde de, oturan oturduğu yerde parmaklarının arasına sigarayı alıyor, bir fiske ile karşıdakinin göğsüne vuruyordu. Akadaşlık işareti, bununla yarenlik yapılırdı. Su isteniyor, cemaati dinlemeyen birisine gönderiliyor, “ben su istemedim”, deyince “Dede gönderdi” diyordu. Sonradan öğreniyordum ki  “başa tabi ol”, diyordu.

Herkes beni dinlesin, demiyordu ama dinlemeyeni görüyor onu bir şekilde kendisine tabi olmaya, cemaati tek elden dinlemeye, varsa bir niyazı meydana söylemeye alıştırıyordu. Ben bunların hepsinin anlamını sonradan çözdüm. Böylece okudukça nağmeyi, güzelliği görüyordum. Ben ilk defa böyle bir yere oturdum; bir yanımda Dede, karşısında Ali Ağa beni de, mihman Ali’dir ilkesi gereği, sonradan öğrendim, başa oturtmuşlardı. Ben hicap ediyorum ama “senin yerin burasıdır, burada oturacaksın”, dediler. Odada edep erkân oturuluyor, eğer bir rahatsızlığı varsa, bacağını altına alıp dizini destek tutuyor. Yaklaştı ama guruptan böyle kafeste okuyan keklik gibi, yaklaştı geldi, yaklaştı geldi ama hep beni gözüne kestirdi onun gelişi de benim dikkatimi çekti.

Aşağı yukarı 50 yaşlarında bir köylü; sakalları uzamış, bıyıkları uzun, elindeki sigaradan belli ki dumandan sarı kesilmiş ama gözleri parlıyor, hem beni dinliyor, izliyor ama sorusunu sormak, cevabını almak ve adeta beni imtihan etmek ister gibi yer değiştirerek bana doğru ilerliyor. Bir çay servisi yaptılar, peşinden ayran dağıttılar. Ama adam coşuyor aradan zaman geçti ille soracak, yaklaştı geldi olmadı, niyaz etti Dede’ye, elini öptü onun yanına oturdu, anlaşıldı ki cemaatte de saygı gören birisi. Onun gözü bende. “Kimdir bu dedi? Adı Ömer dediler, peki Ömer söyle bakalım Hz. Hüseyin’i niye katlettiler, söyle bakalım Muaviye neden böyle yaptı, söyle bakalım Ayşe etrafına adamlarını topladı da neden Hz. Ali’ye karşı çıktı, Deve Savaşı nasıl oldu?”

Aradan zaman geçmiş Camel Savaşı diye bir şey biliyorum, İslam Tarihi diye bir şey biliyorum, biliyorum ama ben bunların cevabını sadece öğretmene veriyordum. O zamanda notumu alıp geçiyordum. Şimdi bana lise dersinden soruyor, bu lisede kalmış. Adam sordukça cevap çıkmaz oldu, ben ne olduğunu bir türlü bilemedim, hiç de cevap veremedim.

Dede baktı ki enden hiç cevap yok, sonradan nasıl olduysa elini sırtıma koydu, “bunun sözüne kanma bu alışmış belli sorulara her gelene soruyor, kimse bundan not alamıyor, sen kendini üzme, dışarıda bir hasta varmış ona bak da gel”, dedi. Kalktım, fakat aklım halen sorularda kaldı. Gittim diğer odada yaşlı bir hasta yatıyor; karnı yamru yumru, bacakları şişmiş, karnı su toplamış, nefes alıp vermekte sıkıntı çekiyor, kollar zayıflamış, her bir şekliyle işin sonuna gelmiş bir insan. Muayene ettim, ne göreyim? Tedavi dönemini geçirmiş daha doğrusu tedavinin etkili olmayacağı bir kanser hastası ile karşılaştım. Şimdi döneceğim bunun da sorusunu soracaklar. Belli ki bu zamana kadar bu hasta birçok yere gitti geldi, ama mesleğimde kendime güveniyorum.

Bir güven ile geldim yerime oturmaya, odanın kapısından görünmem ile birlikte hepsi birlikte kıyam edip ayakta beni karşıladılar. Babamdan yaşlı insanların öylesine bana saygı göstermelerini hayatımda ilk defa gördüm ve çok mahcup oldum, geldim ellerini öpmek istedim, bırakmadılar. Dediler ki “ önce sen otur,  biz sonra otururuz”. Ben oturdum, Dede sordu; “hastada ne var”? Dedim ki “Allah sağlık versin ama maalesef hastamız bir kanser hastası son dönemde görülüyor”. Dede birden coştu maden bulmuş gibi sevindi, gözlerinin içi parladı, birden hiddetlendi beni soruya tutan adama,”bak Hüseyin bildiğini söylüyor, o hastayı İstanbul’dan getirmediniz mi? Evet. Kanser değil mi? Evet. Bak “ölüyor” diye eve getirmediniz mi? Evet. Bak adam biliyor, ama senin sorduklarını bilmiyor, onu da öğrenecek, biraz sabır et”. Dedim ki, “Dede bildiğim bu idi, bunu da söyledim. Ama söz bundan sonra sizin bu sorduğunuz konuların ben yabancısıyım, benim bulunduğum kültürde, çevrede Hz. Ali’yi, Hüseyin’i biliyorum ama mersiyeler okunup, bunun adına ağıtlar yakılıp, cemlerde onun adına dövünüldüğünü ne gördüm ne de biliyorum. Bu bir ayrı kültürdür, bunu araştıracağım, öğreneceğim, öğrendikçe doğruları hem yazacağım, hem de söyleyeceğim, bu benim namus borcum olsun”, dedim. Ve halen o borcumu ödemeye gayret ediyorum.

 

Türk kültüründe şiirin ve manilerin çok özel bir yeri var. Özellikle halk katında da daha büyük bir yoğunluk var. Yani Aleviliği anlamak biraz da ozanları anlamaktan geçiyor galiba öyle mi hocam?

 

Alevilik kültürünün sözcüsü saz ( bağlama, tembur) ve âşık’tır. Aşık, normalde halk içinde aşıktır, aşkını sevdasını anlatır, günlük meşgalelerini şiirlerinde, nefeslerinde dile getiriyor bunları aktarıyor, geçmiş kültürü aktarıyor, yanlışlıkları aktarıyor, bunları vurucu şekilde söylüyor, sesini sözünü tele bindiriyor nağme ile süslüyor, böylece herkesin öğrenebileceği, kolaylıkla sevebileceği bir şekilde ortaya koyuyor. Ben yaşamım ve bölgem itibarı ile köy odalarında mersiyelerin okunmasına, anlatılmasına deng bejlerin türkü ve destan anlatmalarına, Alevi gurubunun saz eşliğinde hem dini, hem sosyal olayları aktardığını yaşamış birisiyim. Annelerimiz her anne gibi ninni söylemiştir; kendi melodisince, kendi bildiğince. Öyle sanıyorum ki Anadolu’daki insanımızın mayası, hamuru türkü ile yoğrulmuştur. Anadolu havzasında, coğrafyasında Frigya notalarını biliyoruz, daha sonrakileri görüyoruz, göçler çeşitli kültürel etkileşimler hep bunu okşaya gelmiş, dolayısıyla Alevi kültürü dil anlatım üslubu içerisinde bir güzellik taşıyor.

 

Siz Sünni kökenli bir insan fakat farklı aile yapısı olan ve meslek onun devamında da bu inanç ve kültürü çok iyi gözlemleyen bir isimsiniz, çok eserleriniz var. Eserlerinizle, yazdığınız makalelerinizle bu hoşgörü ve sevdayı buram buram görüyoruz. Sünni İslam içerisinde, Sünni akideleri kendine rehber almış, belli bir inanç formunu yakalamış ve Türkiye’nin de geniş halk kitlesini temsil eden insan gurubunun içindesiniz, diğer bir gurup olan ve İslamiyet’i çeşitli nedenlerle kendince yorumlayan bir büyük ikinci geniş kitle Alevi Bektaşi kitlesi ile ilgili çalışmalarınız hem de kitap boyutunda.

Bir aydın olarak, bir yazar olarak, bir tabip olarak geri dönüp bir değerlendirme yapmanızı isteyeceğim. Alevi İslam inancı, Sünni İslam inancı iki İslam inanç gurubu; günlük yaşantısında, yemesinde, içmesinde, giyiminde, konuşmasında, tavrında büyük benzerlikleri olan bu iki büyük inanç gurubudur. Konumuz inanç açısından olduğu için inançsal yapı olarak Aleviliği ve Sünniliği alıyoruz, kültürel başka etnik vs. bu konuları katmıyoruz. İki büyük inanç gurubu var, siz çoğunlukta olan Sünni İslam inancından gelen daha az bir gurupta olan Alevi İslam inancı konusunda eserler veren bir insansınız. Bu iki gurup içerisinde ibadetleri, inanç akidelerini yerine getirme konusunda çok farklılıklar var yani namaz, oruç, hac, zekat belli ibadet rütüellerini yerini getirmede Sünni İslam inancının kesin kuralları var. Aleviliğe baktığımız da ise temel ibadet cem, dedelik kurumu, fakat bu iki form birbirinden de biraz habersiz bir şekilde bu topraklarda yaşamışlar, yaşıyorlar.

Biz Müslüman’ız, diyor Aleviler. İslam inancı içerisinde kendilerini nitelendiriyorlar. Fakat Sünni İslam inancını savunan önemli halk kitleleri, yazarlar, ilahiyatçılar, tarihçilere göre de; onların inanç akideleri içerisindeki formların çok büyük bir kısmı inançla ilgili değil. Belki hakaret etmeyen, belki Aleviliği olduğu gibi kabul eden guruplar var ama nihayetinde deniliyor ki, ibadet diyorsun; bunun içinde saz var, bu nasıl oluyor, semah var, bu nasıl oluyor? Yani Aleviliğin ibadetle ilgili ritüellerini, akidelerini Sünni İslam inancını kabul eden halk kitleleri de, yazarı da, aydını da, ne olursa olsun önemli ölçüde benimsemiyor.

Sizin olaya tarafsız bir bakışınız var, Aleviliği inceliyorsunuz. Elbette İslam dini ile ilgili araştırmalarınız, okumalarınız, o yapıyı incelemeniz de olmuştur. İki yönlü sorayım; siz nasıl bakıyorsunuz, ibadet olarak, inanç olarak Aleviliğin rütüellerine, İslam dairesi açısından nasıl değerlendireceksiniz; cemi, semahı, bu ibadet İslam ibadetinin neresindedir? Bunu gerçekten o kesim nasıl değerlendiriyor?

 

Temelde insanın din seçimi konusuna varıyor bu soru. Bu noktadan öyle görüyorum ki hiç kimse kendi dinini seçmiş de, olmuş durumunda değil başlangıçta. Bir topluma doğuyorsunuz, bir kültüre doğuyorsunuz, bir anadan doğuyorsunuz, onun dinini alıyorsunuz, sütünü emiyorsunuz, babanın koruması altında büyüyorsunuz. Bir kafileye katılıyorsunuz, örf ve âdeti buradan öğreniyorsunuz, sevmeyi, yakarmayı, ağlamayı varsa şiddeti, konuşmayı, feragati bunlardan öğreniyorsun. Belli bir süre sonra olgunlaşınca gördüklerinde, bildiklerinde, öğrendiklerinle arada bir tezat oluşursa o zaman kendinle bir çatışma noktasına varıyor, içinde bir şüpheye düşüyorsun. İşte bu şüphedir “insanı nura koşturan”. Kendisi ile çatışıyor, sorguluyor, yeniyor veya yeniliyor. Yeniliyor düzene, sisteme, yapılanlara tamamıyla katılıp daha iyi yapma gayretinde bulunuyorsun veya ondan ayrılıklar, sapmalar görerek belki de ondan ayrılarak başka bir noktada duruyorsun. Bu, kişinin kendi iç dünyasında, kendi inanç sistemini; olgunlaştırma, realize, rasyonalize etme, aklileştirme veya sevdaya tutkun bir insan için bunu aşka dönüştürme işlemidir.

Ayet-i kerimelerde Kuran açısından namaz, niyaz, Kuran’ın okunması, ibadet edilmesi olduğu gibi; insana yardım etmenin, kendi bedenini sevmenin, sıhhatini korumanın, çocuğunu sevmenin, hanımını sevmenin, başkasına yardım etmenin, doğayı korumanın, hayvanlara iyi davranmanın, çalışkan olup ekmeğini kazanmanın ibadet olduğu da bellidir. İbadet sadece belli zamana ait, belli şekildeki bir törenden ibaret değildir.

Onun içindir ki bir âlimin, bir saatlik tefekkürü, bir zahidin sofinin; bir ömürlük ibadetinden, inlemesinden daha eftaldir, yücedir, denilmiş.

Alevilik inancında, devrin gereğine göre, çatışmanın yoğunluğuna göre, sorunların çözümüne göre “ulu ozanlar”ın sayısı değişti; 3, 4, 7 oldu ve 7’de kalmış durumdadır.

Bunlardan birincisi; ben Kızılbaş’ım, memleketin Kızılbaş memleketi, ordum Kızılbaş ordusu, inancım Kızılbaş’tır diyen Şah Hatayi’nin, yazdığı divanı, şiirleri, nefesleri tasavvufi anlatımları, İslam’ı yorumlaması işin özünü oluşturuyor. Yol içinde yol ararsan, yol Muhammet Ali’nindir, din içinde din ararsan, din Muhammet Ali’nindir… Demek ki Aleviyim, diyen insanlar Muhammet Ali’nin gemisindedir. Bu necat gemisidir, Peygamber, “her kim ki sahabelerimden birine uyarsa o kurtulmuştur” diyor. Gökteki yıldızlar gibidir ona yol yön gösterir, diyor. İnsaniyeti, sevmeyi, güzelliği gösterir, buyuruyor. Hz. Ali’yi takip eden de şüphesiz ki buna dahildir, Ehlibeyte tabii olanlar şüphesiz ki buna dahildir.

Ahzap Suresinin 33’ncü Ayeti; “kirden” haşa “pislik”ten arındırılmış insan olarak kafile olarak, kabile olarak, insanlar olarak isimlendirilmiş, tasnif edilmiş bir gurubun yaptıkları Hz. Muhammet’in ailesinden ayrı değildir”. Yaşama biçimi, insani değerleri bundan ayrı düşünmemiz mümkün değildir.

Hacı Bektaş Veli törenlerinde bir dönemde bazı arkadaşlar, Aleviliğin bazı unsurlarını esas alarak ve önceliyerek, ana ses ve renk sayarak Aleviliği bir “din” olarak takdim etmek istediler. O toplantıda ben ve küçük oğlum Mehmet Zafer ile birlikte oturuyorduk, bana dedi ki, baba bunlar senin gibi anlatmıyor, bunlar farklı söylüyor, sen konuşmuyorsun.  “Oğlum dur, konuşmacıyı dinleyelim”,  dedim. “Hayır, baba buna reaksiyon göstermen lazım”, diyor. Konuşmacı Alevilik ayrı bir dindir diyor ve divanda kurulu 4 kişi biri de dede olmakla beraber bu minvalde konuşma yapıyorlar. Sonunda bizden önce daha yaşlı olanlar, yol içinde menzilde durduklarına inandıklarım vardı, onların konuşmalarını bekleyelim, ben de kanaatimi söyleyeceğim, sadece yazmakla kalmayacağım, ortamı geldiğinde ilgilisine düşündüklerimi kalbi isteklerimi sunacağım takdir kendilerinindir, diyeceğim. Beklediğimiz, işaret ettiğim kişiler kalkıp “sizi bu konuşmadan dolayı tebrik ediyoruz, çok güzel konuştunuz” dediler ve toplantı dağıldı.

Bir gurup kişi yapılan konuşmayı onaylıyor, alkışlıyor, başka bir kişi kendi kanaatini belirtmeye adeta çekiniyordu. Çünkü tek tip bir konuşma oldu, böylece beklendi, ama sonunda “gel oğlum bu gurup belli olmuştur, belli bir kanaate, fikre, guruba ulaşmış insanlar böyle bir konu altında birlik olmuş bunu aktarmak istiyorlar biz de bunları saygılı olalım dinleyelim en azından ne dediklerini öğreniriz” dedim. Hakk’a yürüdü yolu açık olsun, Nejat Birdoğan, ismen söylememde bir şey yok, çok seviyordum, hürmet ediyordum, hizmetlerine teşekkür ediyorum ama farklı fikirler beyan ettiğini de arz etmek istiyorum. Toplantının sonunda kendisine bir şey söylemek istiyorum: “Sayın abim, muhterem abim, ayrı bir din oldun, seni çok tebrik etmek istiyorum, izleyenin çok olsun, bu dinin adına Alevi diyorsun, Ali İslam’dan ayrı değildir, Ali Muhammet’ten ayrı değildir, dedim. Pençeyi vurunca Allah Muhammet Ya Ali, diyor. Bunu nereye koyacaksın? Ayrı bir kitap mı yazacaksın, yazdınız mı, onu okuyabilecek miyiz, bunun peygamberi kim olacak? Siz mi, bir başkası mı? İnsan yücedir; kim olursa olsun, olmaz diye bir şey düşünmüyorum. Ama mevcudu başka bir şekle inkılâp ettirip söylediğiniz zaman doğacak sorulara da cevap vermemiz gerekiyor. Ali adına cemaati toplayacaksınız, Ali adına beyit söyleyeceksiniz, bunu çalacaksınız, bunun adına vecd haline gelip semah döneceksiniz, Hakk’a döneceksin, pervane olup Hakk’a varmak isteyeceksin, sonra da buna başka bir isim koyacaksın? Kişisel tercihler, isimlendirmeler ayrıdır, ama herkesin bildiği, kabullendiği bir şey varsa onu olduğu gibi ismi ile korumak lazımdır. Güzellikler eklemek, süslemek mümkündür ama herhalde adını değiştirmemek lazım”. Böylece bu konuyu arz etmiş oldum.

 

Dedeleri nasıl gözlemliyorsunuz. Dedelik kurumu önemli bir kurum, sizce dedeler kimlerdir? Konu Alevi kesiminin başlangıçta Hz. Peygamber’in, Ali’nin ve Ehlibeytin uygulaya geldiği seremonilerden ibadet şeklinden ayrılması, ayrılmaya mecbur kalması, camilerde, cami giriş ve çıkışlarında Hz. Ali’ye yapılan hakaretlerden dolayıdır. Emevi Devletinde bu cemaat camiden ayrılmış bir cemaattir, camide yasaklanmış bir cemaattir, camiye gidiş de olabilecek en şiddetli cezaya, hakarete maruz kalmış insanlardır. Ama bu insanlar aradan geçen bunca zamana rağmen aynı sadakatle oraya dönecek mi, dönmeyecek mi? Buna insanların kendileri karar vereceklerdir. Hiç birisi namazı, orucu, haccı reddetmemiş. Ancak bunun yeterli olmadığını, buna bir öz kazandırmak gerektiğine, kişinin davranışları ile bunu hak etmesi gerektiğini söylemektedirler. Bu bence de doğrudur.

Bir şekilcilik değildir din ve inanç, sadece ziyarete gidip dönmek değil, bunun gerekli koşullarına, manevi koşullarına sahip olmayı gerektiriyor. Bu konu belli bir noktaya gelmiş olmakla birlikte benim kafamı da karıştırıyor. Bugüne kadar yaptığım çalışmalarımda kendimi bir noktada görüyor ve bir eser hazırlıyorum. Bu eserimin adı da “Hangi Din?” İşte bu nokta dinler arasında seçme yapmanın zorluğunu görüyorum, kaldı ki bir dine girmiş insanların davranışları farklı, diyelim ki bir gemiye binmiş, bir geminin her tarafı güverte, kaptan köşkü değil ki… Bunun tayfası var, ambarı var, rotası var… Her şeyi var. Buralarda da insanlar var, bunların her birinin ufku farklı, ihtiyaçları farklı, davranışları farklı. İnsanları tarlada ve denizde çalışarak ekmeğini çıkarmak isteyen grup, ticaretle uğraşan diğer bir grup, yönetici grup, diye sınıflandırabiliriz. Her bir grubun aynı dindeki tercihleri öncelikleri hatta davranışları farklıdır. Öyle ise din , bir noktada, herkesin gönlünde inandığı, kendi dünyasında tanıdığı gibidir.

Alevilik, bence İslam’ın içinde, Caferi hukuk anlayışı içinde, kendi yaşama biçiminde bir inanıştır. İnanışların kişileri, dinlerin kültürleri ve fakat kültürlerin de inançları vardır. Safi bir din, mutlak tek bir şekilden bir düşünceden ibaret değildir, bir sentezin ürünüdür, böyle oluşuyor. Kuran’ı Kerim buyuruyor; ilk din İslam’dır, diye. Yani kendinden önceki gelmişleri de mana itibarı ile güzel yanlarını da İslam’a say, deniyor. Böylece evrensel boyutta evreni ve tüm insanlığı kucaklamak istiyor.

Alevilik, güverteden, geniş ufuktan bakan bir İslam’i anlayıştır, diyorum. Buna göz, gönül sevdasını da katıyor. Kuran’i ahkâmı buna göre yorumluyor, bir tasavvuf bohçasında İslam sofrası takdim ediyorum ve ben tasavvufu bu noktada dinleri tasavvuf bohçasının zenginlikleri olarak görüyorum. Yani önce tasavvuf, önce gönül, sonra konuk olacak. Tabi o olmadan konuk olmaz.

Dedeler, bu güzelliklerin yaşama kültürünün öncüsüdür, taşıyıcısıdır, sevdalısıdır, adalet dağıtanıdır, umut verenidir ama bazen de ceza verendir. Toplumda umut veriyor ama yanlışlıklar da oluyorsa ona dur, diyecek bir kurumun, hatta bir kişinin olması gerekiyor. O da toplumda dedelik kurumudur. Dedelik kurumu, tabiatıyla Alevi kültüründe öncü ve odak noktası olacak ama bunların gelişi nasıl olacak? Yani kökten mi sürecek, daldan mı bitecek, yoldan mı olacak, belden mi olacak? Bektaşilik bunu çözmüştür; yolu yol eylemiştir, emaneti ehline teslim eylemiştir. Ocakzadeler ocağın külünde, ocağın ateşini muhafaza etmiştir. Ama günümüzün şartlarına göre yolu açık ve nuru tutmak için emanet ehlinde olacak. Ehli cemaatini görecek, cemaatini daha ileriye, daha güzele götürmek için gayret gösterecek, fedakârlık gösterecek. Bence dedelik budur; babalık ve rehberlik bunun yardımcıları, alt kademedeki kollarıdır. Daha dar çevrede farklılıklar olabilir ama farklılıklar birleşmeyi engelleyecek şekilde olmamalıdır. Farklılıklar bir halının desenleri gibidir, birbirini tamamlayacak. Tek bir şeyde yarış vardır; hizmette ve doğrulukta.

 

Genel olarak çalışmalara nasıl bakıyorsunuz, gelecekle ilgili düşünceleriniz nedir veya neler bekliyorsunuz? Şu ana kadar yayınladığınız kaç kitap var ve yayınlamak istediğiniz kaç kitabınız var, bir de Nusayriler hakkında var sanırım, bu konularda ne dersiniz? Yayınlanmış 20 eserim var. Bunlardan 2 tanesi şiir kitabı. Halen yayın sırası bekleyen 2 eser daha var. Ve hazırlanmış başka eserlerim de var. Tasavvuf ilgimi çekiyor. Aleviliğin 72 milleti bir nazarla görmeyen bizden değildir, prensibine göre bu kadar farklı gurubu, inanışı yaşama zevkini bir destede birleştirmek için öbürlerine varlık hakkı tanımak gerekiyor. Bununla, herkes kendi katı kuralı içerisinde tek doğru benimkidir, demediği ve farkları hoş gördüğü için, barış içinde birlikte yaşamak mümkün olmaktadır. Bu da tasavvuftur, diyorum.

Alevi kültürünü incelemek için çalışmaların koordine edilmesi lazım. Ehlinden, ilgilisinden sorup yazmak gereklidir. Sıradan bir kişinin Alevi toplumu adına kitap yazması, inancım budur, diye açıklaması ve olabilecek yanlışların da tüm Alevi toplumuna mal edilmemesi gerektiğini görüyorum. Bu açıdan da araştırmacıların kafalarındakini doğrulamak için deliller aramak yerine bulduklarını değerlendirmesini öneriyorum. Böyle olunca kafamızdakine göre bir yapı oluşturmanın yerine mevcudu görmüş ve değerlendirmiş oluruz.

Şüphesiz Alevilik fikriyatı içerisinde de farklı görüşler vardır, konuşanı konuşmayanı vardır, yazar gurubunda farklılıklar vardır. Alevi grubunun kendi dışındaki Sünni, dediği İslam gurubunu anlaması gerektir. Kendi konumunu daha iyi belirlemesi için Alevi yazarların Kuran’ı Kerimi çok iyi incelemesi ve değerlendirebilir konuma gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Kişiler son dönemlerde daha iyi öğrendikleri ideolojilere göre bir Alevilik yorumu yapmaktadırlar. Bazı felsefi kanaatlerini Alevilik budur, diye takdim ediyorlar, saygı duyuyorum. Alevilik içinde ayrı bir mekân açabilirler ama Aleviliğin tamamı budur, bu çadırın altındadır, diyemezler. Çünkü sığmaz. Kişisel tercihler, Alevilikte de farklı meşrepler olabilir, yaşama biçimi, vecde geliş şekli, bir seremoni şekli olabilir. Nitekim sadece Aleviler böyle yaptığı için İslam’ın içindedir, dışındadır tartışmasına değil, Alevi grubunun içinde sayılmayan ve fakat aynı şekilde devran dönerek ibadet eden, vecd durumuna geçen insanlarımızın olduğunu televizyonlardan görüyoruz. Bunlardan Rufai’lerin olduğunu biliyoruz, Kadiri’lerin olduğunu biliyoruz, Ruşeni’lerin olduğunu biliyoruz, Mevlevi’lerin olduğunu biliyoruz. Körfez krizi döneminde televizyon göstermişti, Bağdat’ta bir caminin içinde namaz sonrası şahıslar tef çalmak sureti ile semah dönmüşlerdi.

Biz de cami anlayışı ibadet şekli farklı boyuta gelmiş durumdadır. İnanç hiçbir zaman kavga nedeni değildir. Kişiyi daha güçlü ve mutlu kılmak içindir. Din kavga unsuru değil, bilakis kavgayı ortadan kaldırmanın unsurudur. Sevgi isteyecek, adalet isteyecek. Sünni İslam’ın bazı seremoni ölçütlerinin de zaman zaman basında tartışma konusu olduğunu görüyoruz. Din konusunda toplumumuz bütünü ile yeniden bir değerlendirmenin ve daha güzeli bulmanın arayışı içindedir.

 

Son dakikalarımız ama Nusayrileri almadan bırakmayacağım. Nusayriler kimlerdir, inanç yapıları nasıldır, Alevilik içinde nasıl değerlendirirsiniz?

 

Nusayrileri; Hz. Ali’yi seven grup olarak mütalaa ediyorum. Hz. Ali’yi seven gruplar dünyanın her bir yerinde farklı meşrep içindedirler, bu bakımdan Nusayriler de kendilerince bir grupturlar. Kuran’a tabidirler, Kuran ahkâmına tabidirler, ibadetleri Kuran okumak şeklindedir, birkaç mescitleri vardır. Caferi mezhebine göre diyanet işlemlerini, nikâh işlemlerini, cenaze işlemlerini yürütmektedirler. Fetvalarını Kuran ve İmam Cafer’in hukuk ve şeriat ahkâmına göre vermektedirler. İnanç sistemi içerisinde İmam Hasan- ül Askeri’nin hizmetinde bulunan Muhammed Bin Nusayri’ye tabii bir grupturlar. Ehlibeyt tertibince amel etmektedirler, inanmaktadırlar. Bu sebeple de farklı gruplar tarafından zaman içinde, tarih içinde, çok çeşitli zulümlere maruz kalmışlardır. Bugün için ülkemizde kalan Nusayri grubunu, ülkemizin modern yasalarına uyan, uyum kabiliyeti ve dayanışması yüksek, ticaretle meşgul olan, barışık, sevecen, sadık ve çalışkan, okuyan insanlar olarak mütalaa etmek ve tanımlamak mümkündür.

Nusayrilerin toplantılarında ibadet, daha çok Kuran’dan ayetler, sureler okunmaktadır. Şeyh, Hz.Ali’nin hutbelerini okumakta, nasihatlar etmekte, yolun ulularını anlatmakta ve onların faziletlerini örnek göstermektedir. Dualar ederek İslam’ın özü olduklarını, Kur’an ve Ehl-i Beyt’e tabi olduklarını, Hz. Muhammed dönemindeki uygulamayı özlediklerini, namazın İmam Cafer ahkâmına göre kılınması gerektiğini, Kur’an’ın tamamının şart olduğunu söylemektedirler. Tenasuha, hayrın Allah’tan, şerrin nefisten geldiğine inanmaktadırlar. Batini ibadetleri sırdır. Gün gelir de Alim sırrın açar bir gün.

 

Din öncüleri var, şeyhler. Ne deniyor din öncülerine? Din öncüleri şeyh’lerdir. Resmileşmiş bir kurum yoktur. Ancak babadan oğula geleneksel yöntemle yetişmektedirler. Türkiye dışında ayni inançtan grupların ve eğitim kurumlarının, mercilerin bulunması, grubun Arapça bilmesi ana kaynaklara ulaşıp öğrenmeleri, anlatmaları daha kolay olmaktadır.

 

Hocam çok teşekkür ediyoruz. Soracağım sorular çok ama sizin için daha fazla bir zaman dilimi ayırmak istiyoruz. Ben teşekkür ederim, gözlerinden öpüyorum.

Söyleşi; 22.10.2002 – ADANA