ABBAS ALTUNKAŞ
ARAŞTIRMACI
(1924 / 5 Şubat 2000)
Kendini edebiyata vermiş; dünyanın güzelliklerini, çirkinliklerini edebiyatta aramış birisi Abbas Altunkaş. Edebiyatla iç içe geçen yaşamı, derin bir duygusallıkta geçen çocukluk günleri... anıları, tecrübeler, yaşadığı dönemdeki insan ilişkileri, toplumun değerleri ve günümüzdeki durum; yazarımızdan aldığımız önemli notlar arasında bunlar var. Yaptığım söyleşiyle yazarın yaşadığı bölgedeki yaşayan Alevilik, gelenekler, töreler, ozanlarla ilgili görüşlerini sizlere aktarmaya çalıştım.
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
AYHAN AYDIN
Sayın Hocam bize kendinizi nasıl tanıtır, anlatırsınız?
Ben, Pülümürlüyüm. 1924’te doğmuşum. 1935’te, Pülümür İlkokulu’nu bitirdim. İstanbul’a geldim. Burada ortaokula başlamama rağmen, daha sonra Erzincan’da devam ettim. Sonra tekrar İstanbul’a gelip, Gaziosmanpaşa Ortaokulu’na devam ettim. Bu okulda beni en çok etkileyen hoca, Türkçe öğretmenim Vehbi Behçet Dileksiz’di. Eski yazıda bir üstattı o. Sedefle, 16 yılda bir Kuran ciltlemiş. Onun çok etkisinde kaldım. Öğretmenlerden yana talihim açıktı; gerek Gaziosmanpaşa Ortaokulu’nda, gerekse Kabataş Lisesi’nde... Lisede edebiyat öğretmenim, Nihat Sami Banarlı’ydı. Son sınıfta da Hıfzı Tevfik Gönensay’dı. Onlardan çok şey öğrendim. Kabataş Lisesi’nde hiçbir öğretmen, öğrenciye tek fiske vurmamıştır. Matematik öğretmenimiz A. Haydar Biçeçoğlu, çok güzel nefesler yazardı. Liseyi bitirdikten sonra, iki fakülteye birden yazıldım; Hukuk ve Edebiyat Fakülteleri. Bir sene Hukuk Fakültesi’ne devam ettim, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Roma hukuku uzmanlarından Alman Schwartz hocalarımdı. Fakat Hukuk’u bırakıp, iki sene ara verdim okumaya. l944’de Edebiyat Fakültesi’ndeki kaydımı yeniledim. Burada da çok değerli hocalarım vardı. Meselâ, Divan şiirinde metinler şerhi olan, Ali Nihat Tarlan gibi.
Nasıl bir insandı Ali Nihat Tarlan?
Metinler şerhinde hâlâ üstüne yoktur.
Fuzûlî çalışması nasıl?
Ben ona “Mucid-i Şerhi Metin” derim. Fuzûlî’nin bir gazelinin matlatındadır herhalde, “Beni candan usandırdı / Cefâdan yâr usanmaz mı / Felekler yandı âhımdan / Muradım şem’i yanmaz mı? “Yani, “Gökler, çevremdekiler ahımdan yandı, isteğimin mumu yanmaz mı?” Bu, çok eksik bir açıklama. Eski harflerde elif, güneş anlamına geliyor, güneş ufukların arkasına çekilmiş, ışıkları göğe doğru yükseldi, akşam oldu. (Beni candan usandırdı); karanlık bastı, ama sevgilim hâlâ gelmedi. Bu açıklamayla, öbür açıklama arasındaki fark budur. Fuzûlî çalışması da, diğer çalışmaları da çok önemli. O da Bektaşiydi. Son devrin Bektaşilerindendi. Arapçası ve Farsçası fevkalâdeydi. Yine orada, çok kibar, çok güzel, çok efendi bir hocamız vardı: Arapça hocamız Rıfkı Melûl Meriç. Onun da çok etkisinde kaldım. Rıfkı Melûl, bize insanlığı öğretti. Çok güzel şiirleri vardı. Öğretmenlerimizden Mehmet Kaplan, derse Namık Kemal’le girer, Namık Kemal’le çıkardı... Bu birinci sene, ikinci sene devam etti. Ne varsa, Namık Kemal, Namık Kemal... Bir gün dedim ki, “Anladık, Namık Kemal büyük şair. Ondan başka büyük şair yok mu?” Mehmet Kaplan kızdığı zaman, kapkara olurdu. Renginin kararmasından anladım ki, bana çok kızmış. Fransızcam zayıf olduğu için, imtihanlarda beni sınıfta bıraktı. Bir yoklama adeti çıkarmıştı. Bense o dönem çalışıyordum. Beni sormuş, “çalışıyor” denince, “İki karpuz bir koltuğa sığmaz” demiş. Bunu arkadaşlar bana söyledi. Ben de geldim, hemen tahtaya yazdım, “İki karpuz bir koltuğa sığmaz demişsin / Başın kadar karpuz için doğrudur / Anlaşılan büyük nane yemişsin / Çalışmak bizim için halâs yoludur”. Araştırmış, benim yazdığımı anlamış. Tezim Divan edebiyatından, imtihana gireceğim, son sınıftayız. Divan edebiyatından imtihana girecekken, kuruldaki hocalar bana, “Türk edebiyatında hicvi anlat” dediler. “Bu konu çok geniş” dedim, “Nasrettin Hoca var, Bektaşiler var, Türkiye dışındakilerin hicivleri var...” “O zaman Mehmet Kaplan’a yazdığın hicvi oku.” dediler, gülerek. Anladım ki, o hicvin etkisi bayağı fazla olmuş.... Türk Kültürü Çalışmaları Derneği’nin kurucusu oldum. Nihat Sami Banarlı, Nurullah Ataç gelip konuşmalar yaparlardı.
Edebiyata ilginiz nasıl başlamıştı?
Orta ikide Sefiller’i okumuştum. A. Kadir, Rıza Tevfik hakkında bir kitap yayımlamıştı, ben de o kitaptan Rıza Tevfik’in bütün şiirlerini ezberlemiştim. Fakülteyi bitirdim, beni Erzurum’a, Kız Ortaokulu’na tayin ettiler. Orada klasikleri okudum.
Edebiyata ilginizin ortaokulda başladığını söylediniz. Çocukluğunuzda ailesel, çevresel bir etkilenme var mıydı? O ilginin kıpırtılarını şimdi yorumlayıp, geçmişi muhasebe edebiliyor musunuz? Meselâ aileden, müzik aracılığıyla da olsa, etkilenmeleriniz oldu mu? Bu sevgiye köydeki, kırdaki yaşamınızın etkisi olmuş muydu?
Ben bu sevgiyi cemlerde öğrendim. Demelerden geldi bu sevgi. Çünkü bir Alevi çocuğuyum. Köylerimizde cemaatlar, cemler yapılıyordu.
Çocukluğunuzda cemlere katılmış mıydınız?
Çocukluğumda tüm cemlere katıldım.
Zaten Pîr Sultan Ocağındansınız, değil mi?
Pîr Sultan Ocağı’nın Emir Halil Kolundanım. Tunceli, Pülümür, Hacılı köyünde Pîr Sultan Ocağı’ndan olmayan yoktur. (Bu, bazı kaynaklarda Hacılar olarak geçiyor.) Hacılı köyü, Pîr Sultan Ocağı köyüdür. Erzincan valisi Ali Kemal de kitabında der ki, “Pîr Sultanlılar Hacılı Köyü’nde temiz, saf bir hayat yaşarlar.” Hanımın babasının dedesi, Pîr Sultan Mehmet’tir.
Pîr Sultan Ocağı, dedelik, cem, cemaat, toplanma, birlik dedik. Çocukluğunuz bu ortam içinde geçti, buralardan etkilendiniz. Bize o dönemdeki cemlerden, dedelerden, semahlardan, kültürel, sosyal atmosferden bahsedebilir misiniz?
Köyün ileri gelenlerinin evinde cemaat olurdu. Şimdi cem evi diyorlar, bizim köyde iki “dam”vardı. Birisi Abbasoğulları’nın Büyük Damı, birisi de bizim hanımın Seyit İsmaillerin Ulu Damı. Genellikle cemaatler Ulu damda yapılırdı. Büyük dam, Rus işgalinden sonra kullanılmadı. Büyük damda yapılan cemaate, çevre köylerden de insanlar gelirdi. Karda, kışta gelenlerden hiçbiri dışarıda kalmazdı. Misafirler, evlere yerleştirilirdi. Lokmalar genellikle ibadet bittikten sonra yapılırdı. Tüm katılanlar, musahipler, cemde görülürdü. En son, “Allah / Muhammed / Ya Ali” diye, sırtımıza vururlardı. Klâsik bir Alevi cemaatında, lokmalar gelişigüzel dağıtılmaz. Evvelâ lohusa hanımlara gider. Sonra, hasta olup da gelemeyenlere gider. Sonra lokmalar dağıtılır, cemaat de biter. Cemaate gitmeden önce, herkes mutlaka yıkanırdı. Bütün küsler barışırdı. Cemaate küs, komşundan helâllik almadan gidemezsin. Zaten dede, “Herkes birbiriyle görüştü mü, barıştı mı, kimsenin kimseden alıp - vereceği var mı?” diye sorar. Bizim dedeler Tercan’dan gelirdi.
Pîr Sultan Ocağı’na niçin başka dedeler geliyorlar?
Dedeler kendi kendinin pîri olamaz ki. Onun pîri de başka yerden geliyor. Bizim pîrlerimiz, Ağuiçen’e bağlıydı. Hasan Şahan vardı, rahmetli oldu. Babası Mehmet Dede, Haydar Dede, Hasan Efendi gelirlerdi, Tercan’ın Başköy’ünden.
Dedeler kimlerdir? Alevilik yolunda ne gibi görevler üstlenmişlerdir? Günümüzdeki Alevi dedelerinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Emevi ve Abbasiler ne kadar Ali sever varsa, büyük baskılar yapmışlardır. Binlerce insan öldürülmüş, sürülmüştü. Alevi dedeleri ellerindeki sazla, Ehlibeyt sevgisini (orduları, medreseleri, üniversiteleri olmamasına rağmen), güzel Türkçeleriyle Ali kültürünü, sevgisini bugüne getirmişlerdir. Eski çağları düşünelim. Radyo, televizyon, gazete yok. Kuş uçmaz, kervan geçmez yollar... Köylerin birbirleriyle bağlantısı yok. Alevi dedesi köyden köye gidiyor, bugünün medyası, iletişim aracı gibi, köyden köye haber götürüyor, umut taşıyor, köyün sorunlarını hallediyor. Alevi kolay kolay şehre inemezdi. Ama Alevi dedesi hâkimdir, savcıdır, öğretmendir, doktordur... birçok vazifeyi yüklenmiştir. Bütün bunlarda, sözlü kültürü kullanır. Şimdi, bir eksiğimiz var; hoca olacaksan, okula gideceksin, Kuran’ı Kerim’i, Arapça’yı bileceksin. Papaz olacaksan, yine Latince’yi, Hıristiyan tarihini, inancını bileceksin. Haham da aynı şekilde. Bugün Alevi dedeliğinin en büyük talihsizliği okumaktan, kadrolardan yoksun olmasıdır. Bir adam Sünni olsun, Hıristiyan olsun Türkçe’yi iyi kullanır, saz çalar, Kuran ve ilâhileri bilir, Aleviliği az - çok bilir ve dede olduğunu iddia edebilir.
Dede olmak için, Peygamber soyundan gelmek, ya da bir ocağa bağlı olmak lâzım. Dede olmadığı halde dedeliğe soyunanlar olursa, bunlara dikme denir. Diyelim bir ziyaretgâhtasınız; bir adam var, etleri pişirir, halka dağıtır, dualar ve birkaç ilâhi filan okur, ona dede demezler, dikme derler. Bugünün dedelerini bekleyen başka şeyler de var; çalmak, söylemek güzel de, eğitim şart. Eğitimsiz dedeler, halkın gerek inançsal, gerekse gündelik sorunlarına çözüm üretemez, yararlı olamazlar.
Sosyal ve kültürel bakımdan kendisini geliştirmemiş bir dedenin gençler tarafından kabul görmesini de bekleyemeyiz. Bu nedenle dedeleri bir araya toplamalı, sorunlar bizzat yüz yüze görüşülmeli, bilim adamı ve araştırıcılarla beraber, sorunların çözümü üzerinde düşünülmelidir. Bizde ağalık yoktu, bu düzen yoktu. Bir dede öldüğünde, en büyük oğlu dedelik yapardı. Bizim oralarda, pîrin pîri mürşittir. Benim dedem Mehmet Dede, sakallı, son derece bilgili, insanları kaynaştıran, birleştiren bir insandı. Ondan çok şey öğrendim. Dedelerimiz, aynı zamanda çalıp, söyleyen kimselerdi. Dede, her şeyden önce Kuran’ı, İslâm tarihini bilmek zorundadır. Hadislerin doğrusunu, yanlışını birbirinden ayırabilmelidir. Dede konuştuğu zaman, Hıristiyanı, Sünnisi, ateisti, ateşperesti onu dinleyebilmeli. Yani dede; ilmiyle, mantığıyla, bilinciyle örnek olmalıdır. Kuran bizde büyük bir bahtiyarlık ve hediye olarak kabul edilir. Meselâ biz kızımıza, yörede bulunan en eski yazmalı Kuran’ı Kerim hediye ettik. İnsan öldüğünde, Kuran okunur. Bizde cenaze namazını da dedeler kılar. Cenaze namazı var, fakat bayram namazı yoktu. Hızır orucu tutulurdu. Bugünün dedeleri, toplumun ihtiyaçlarına yanıt verememektedirler.
Rahmetli Hikmet Kıvılcımlı bir gün bana: “Alevi dedeleri birer halk adamıdır. Çoğu fakirdir. Diğer tarikatların din adamlarına bak, hepsi zengindir, insana yukardan bakarlar. Hepsi emreder, ceberutturlar“dedi.
CEM Vakfı’nın “Alevi Dedeler Toplantısı” yapıp, onları bir araya getirmeyi, fikirlerini derleyip, toparlamayı hedeflediği bir çalışması var. Onun hazırlıkları içerisindeyiz.
Bu, çok iyi, sonuçları çok yararlı olur. Bir adam duydum; kendisini dede olarak tanıtıp, menfaat sağlıyormuş. Düşünebiliyor musunuz, bu adam Sünni’ymiş. Bu tip rezaletlerin giderilmesi lâzım.
Genel olarak bir cem nasıl başlayıp, nasıl nihayetleniyor-du? Tabii birbirinden farklı cemler var; Görgü Cemi, Musahiplik Cemi gibi, ama geneli nasıldı cemlerin?
Bizim cemlere yönelik en büyük iftira, içki içildiğidir. Ben böyle bir şey görmedim. Gidin Tunceli’ye, cemde içki içmeye kalkın, orada kalmanıza imkân yoktur, barınamazsınız. Balkanlar’da, Bedreddiniler’de olduğu söyleniyor, duydum, görmedim. Gözcü, süpürgeci, “Süpürgeci Selman / Kör olsun Mervan / Zuhur etti Mehdi-i Seyyid-i Sahib-i Zaman / Allah, eyvallah, nefes pîrdedir / Biz üç bacıydık, Gürûh - u Naci’ydik, Kırklar ceminde süpürgeciydik“diye dua okurdu. Su dağıtılır, “Ay ışığı süt gibi / Yezit ürür it gibi” denirdi.
Köyünüzde, çevrenizde yatır, evliyalığın, evliyaların izleri var mıydı?
Köyün mezarlığında çok güzel bir yatır vardı. Üstü kubbeliydi. Bizim yörede buna “Haftımal” denir. Oraya gidilir, kurbanlar kesilir. Bizim tarlanın üstünde, bir ziyaret yeri vardı. Bir de Sayıplı Yaylası’nda bir ziyaretgâh vardır. Buraya sonbaharda insanlar çıkar, kurbanlar kesilir... Kalesipi’den bahsetti, Ali Yaman. Bizim Ulu damda mumlar yanardı. Bir de bir direk vardı, havada dururdu. Direğin altı oyuktu. Bütün millet gelir, oraya niyet eder, toprağından bir kere ağzına alırdı.
Kuran’ı Kerim’in okunması, Düvazde Kızılbaş Ozanları’nın şiirlerinin okunması... Bütün Alevi cemlerinde var bunlar. Peki, Pîr Sultan Ocağı’nda özellikle Pîr Sultan’ın şiirlerinin cemlerde daha fazla okunması durumu var mıydı?
Pîr Sultan’ın, Kul Himmet’in demeleri, Şah Hatâyî okunur ve isimleri geçtiği zaman, millet eliyle niyaz ederdi. (Elini öpüp, alnına koyması). Bizim cemaatlerde Kuran okunduğuna şahit olmadım. Arapça duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Pülümür’ün 68 köyünden 64’ü Kürtçe konuşuyordu. Kürtçe’nin en iyi şeklini okuldayken öğrendim. Pülümür’ün 68 köyü de Alevidir. “Ta ezelden bize Kızılbaş derler / Kuran’ı okuyan dil de kırmızı”derlerdi dedeler. Ortaokulda Yunus’la tanıştım.
Köyde, keçiler bir tarlaya girmiş, bir kadın da bağırmış, çağırmıştı. Koca Mustafa isimli birisi dedi ki, “Mal da yalan, mülk de yalan, gel biraz da sen oyalan bacım, ne bağırıyor, kendini üzüyorsun?” Yunus düşüncesiyle de böyle tanışmıştık.
Gerçekleri dile getirmek zorundayız. Onları araştırmak gerekiyor. Elbette bir Kürt kültürü var… Biz gerçeklerin izindeyiz. Kürt kültürü hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
l935’de Dersim olayları olmuştu. Orada bir kırım filan olmamıştı. l935’deki isyan kansız geçmişti. O teslim olma olaylarında, bir kız ağlayarak, bağırarak kaçıyor, ben onu görmüştüm.
Dersim’de, 38’de ne olmuştu?
1938’de, yaylaya çıkmıştım. Sayip Yaylası çok yüksek bir yer. Bütün Dersim köyleri görülür oradan. Baktık ki, yangınlar var. Bir günde köy sarıldı. Askerler, bize de geldiler. Bizim evde bir büyük boy aynası var. Ben güzel bir Türkçe’yle, “Hoş geldiniz” dedim, şaşırdılar. “Ne arıyorsunuz burada?” dediler. “Burası benim evim” dedim, çekip gittiler. Köyden Pülümür’e geldim. Beypınarı’nda arkadaşım Seyfi’ye rastladım. “Seyyid Mahmut’u, oğlu Ali’yi öldürdüler” dedi. “Ortalık karışık, millet huzursuz” dediler. Baba Düzgün o arada kaçmış. Kaymakam Baba Düzgün’ün hayatını teminata alınca, teslim oldu. Onu sürgün ettiler, ama öldürmediler. Kâmil bir insandı. Ben Kürdüm, ama Türkçe öğretmeniyim. Yaşar Kemal’in güzel bir sözü var: “Ben Kürdüm, ama Türk romancısıyım”. Yöremde, köylerimde Türk - Kürt; Alevi - Sünni ayrımı görmedim.
Kürt kültürü ve Dersim ayaklanması üzerine bir şey söylemek istemiyorsunuz. Ben Alevilik, Kızılbaşlık üzerinde biraz daha durmak istiyorum öyleyse. Bu inanç, kültür, felsefe hakkında neler söyleyeceksiniz? Sünnilikten ve diğer inançlardan farklı yönleri nelerdir? Size ve diğer insanlara neler sunuyor?
“Alevilik, Ali’yi sevmektir” deniyor. Tayyip Erdoğan da Ali’yi seviyor, ama Alevi değil. Hz. Ali’yi, Hz. Ali’nin tarihini okuyan herkes Alevi olamaz. Aleviliğin şartları var. O şartlar da şunlardır: “Allah - Muhammed - Ali “üçlüsüne inanmak. “Hz. Ali’yi candan sevenler / Yorulup yollarda kalmaz inşallah”. “Mehdi mağarada sır oldu gitti / Allah bir, Muhammet, Ali diyerek” Aleviliğin çok büyük bir yanı var; yabancı kültürlerin bozuk yansımalarına, yabancı emperyalizmine teslim olmamak. Alevi deyişlerine, şiirlerine, ilâhilerine bakınız; su katılmamış Türkçe’dir. Deyişlerde, tabiat, insan, Tanrı, Ehlibeyt sevgisi var, İslâm Mitolojisi bile var. “Gitti Lokman, gelmez oldu Eflâtun / Oyuldu yaralar, sere dayandı” diyor. Alevi kültürünün kaynaklarında Bizans, eski Yunan inançları, Hint felsefesinin izleri var. “Hacı Bektaş kuş oldu, Hacı Bektaş’a geldi” deniyor. Kuş olup uçmak, Hint felsefesinden geçmedir. Alevi inancında su, ağaç çok önemlidir. Alevi ziyaretgâhlarının hemen tümü, çeşme veya ağaç yanlarındadır. Dersim’de büyük yemin de ağaçla ilgilidir. Bir değnek uzatırlar, bu Hz. Ali’nin kılıcı yerine geçer, “Doğru söylediğine bunun üzerine yemin eder misin?” denir. Bizim cemaatlerde, asılır o damın direğinde.
Yörenizdeki ilginç bir gelenekten bahsetmiştiniz özel sohbetimizde?
Bizim köylerde, “Martın Kara Çarşambası” diye bir çarşamba günü vardır. Kuşburnunun büyük bir dalını getirir, ikiye ayırırlar, uçlarını bağlarlar. Martın Kara Çarşambasında, çevrede ne kadar akarsu varsa, hepsinden birer bakraç su getirilir, kazanlarda kaynatılır. Bütün ev halkı yıkanır ve o çubuğun içinden geçerler.
Misafirperverlikte eşi görülmemiş şeyler yaşadım. Biz misafire, misafir ağırlamaya çok alışıktık. Birgün, Kürtçe’sini söyledikten sonra, Türkçe “Bugün misafir gelmedi, başım ağrıyor”, demişti anneannem. Bu lâfı söyledikten biraz sonra, bir atlı kapıyı çaldı. Anneanneme bunu söyleyince, sevindi. Gelen bir Ermeni’ydi. Babamın samimi arkadaşıydı. Onu ağırladık, derken bir komşu dedi ki, “Bu Ermeni’ye bu hürmet niye?” Babam da, “Bu eşiği aşanın, aşıp da içeri girenin, dini, imanı, kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği sorulmaz” demişti. Gözlerim hâlâ yaşarıyor. Köyümüzde bir düğün vardı. Biz de ona gideceğiz. Mart sonu, her taraf çamur çelpeşik, derken kapı çalındı, bir dilenci. Ayağını çıkarıp, girdi. Babam ayaklarını yıkadı, sofraya buyur ettiler. Annem ve babam kilere gittiler. Çocukluk bu ya, merak edip ben de arkalarından koştum. Babam anneme dedi ki, “Eğer ona ayrı bir sofra kursaydın, bu gece seni boşayacaktım.” tasavvuf budur, Alevilik budur, kardeşim.
Pîr Sultanlar, Fuzûlîler, Alevi inancının büyük şairleri olmalarının yanında, kendilerinden sonra da etkileri yüzyıllar boyu sürmüş, büyük isimlerdir. Alevi ozanları ve şiirleri hakkında neler söyleyeceksiniz?
Bizim köyde Molla Ali vardı. Hoca değildi, ama ilgisi çok fazlaydı bu konuya. İki ayağı felçliydi, Pîr Sultan’dan bahsetti, güzel şeyler söyledi. Ben de, “Biliyor musun Ali amca, Pîr Sultan da bizim gibi bir kul” deyince, elindeki bastonu bana fırlattı. Zor kurtuldum elinden. Çünkü bizim oradakilere göre, Pîr Sultan evliya, bu bir; ser çeşmenin başı iki; Pîr Sultan’ın adına, başı üzerine yemin edilir, bu büyük yemindir, üç. Pîr Sultan’ın şiirlerinde, demelerinde dile gelen her şeyi dinleyenler kabul edip, istisnasız uygularlar. Kendilerini ona göre ayarlıyorlar. Alevilik inancı, gelenek ve görenekleri, ancak onlarla yaşamakla öğrenilir. Erzincan’da Alevi - Sünni karışık köyler vardır. Sünni köylerinde, öğün vakti olmadıkça bir teki sana, hiçbir şey ikram etmez. Ama Alevilere gidenlere mutlaka ikramda bulunulur. Bu, Alevi geleneğidir. Aleviler; Türk - Sünni - Kürt ayrımı yapmazlar.
Pîr Sultan üzerine bir şiiriniz de var sanırım?
Şöyle bir dolaştım meyhaneleri
Canlara can katan sâgâr kalmamış.
Çiğnedim yerle bir peymâneleri
Derdimle dert olur bir yer kalmamış.
Adını anan yok canın canânın
İzini süren yok Pîr-i mugânın
Sayısı azalmış ehl-i imânın
Hak için dizini döven kalmamış
Pîr Sultan oğluyum, adım dillerde
Şiirin kokusu kalmış güllerde
Pîrlik peşkir gibi gezer ellerde
Seyyidlik bâbında cevher kalmamış.
Fuzûlî hakkında konuşacaktık?
Fuzûlî’nin hayatı, aşktır. “Aşk imiş her ne var âlemde” diyor. “Ben güzele taparım” diyor. Plâtonik aşkta, güzele secde etmek vardır. Fuzûlî’nin şiirlerinin büyüklüğünü kelimelerle anlatamayız. Zaten sayısız şair, ozan, yazar onun büyüklüğünün etkisinde kalmışlar ve ona da şiirler yazmışlardır. Divan şiirinde belli kalıplar dışına çıkabilen çok az şair vardır. Bunlardan birisi, Fuzûlî’dir. Onun en büyük eseri, “Hadikad - üs üs Süedâ”, kasideleri içinde de “Su Kasidesi” şaheserdir. Bir de “Kerbelâ Mersiyesi”... Nazım Hikmet de dahil olmak üzere, Fuzûlî’nin etkilemediği şair yoktur.
Sizin de Hz. Hüseyin için bir dörtlüğünüz var, değil mi?
Ya Hüseyin, yükseldin yüce Allah’a kadar,
Kerbelâ canlarıyla Hz. Şah’a kadar.
Susamış dudaklara, sonsuza kadar umutsun,
Harika gezegende sonsuz. sabaha kadar.
Pîr Sultan Abdal, Fuzûlî, Şah İsmail Hatâyî gibi, benzer dönemlerde ve benzer coğrafyalarda yaşayan ozanların, şairlerin birbirlerine etkisinden bahsedebilir miyiz? Ya da birbirlerinden haberdar olma durumları var mıdır?
Şah İsmail Hatâyî’yle Pîr Sultan’ın birbirlerini etkiledikleri bir gerçektir. İkisi de Alevidir, ikisi de Ali’yi seviyorlar. Muharremde, bütün Alevi köylerinde Hadükad - üs Süedâ okunur.
Çağdaş Türk edebiyatının Alevi yazınından, söylencesinden, halk ozanlarının şiirlerinden yeterince yararlandığına inanıyor musunuz? Ya da çağdaş Türk yazarları, Aleviliği biliyorlar mı?
Biz bilmiyoruz ki, onlar da bilsin. Bir kere halk ozanları, senin de belirttiğin gibi, dedelerle beraber bu yolu süren, bugünlere getiren kişilerdir. Onlarda da yozlaşma yaşanıyor. İletişim araçları ve günümüz dünyasının şartları da bu yozlaşmayı etkiliyor. Günden güne bu gelenek de ortadan kalkmaktadır. Tarih içindeki Alevi değerlerine yeteri önemin verildiğine inanmıyorum. Yeterince yararlanılmadı, Alevilikten, Alevi kültüründen. Alevi Aleviliğini, Sünni Sünniliğini tam bilemiyor. Toplumsal kopukluklar, sorunları artırıyor. Geçmişten getirdiğimiz değerlerimize toplumun hiçbir kesimi sahip çıkmıyor. Böylece yerimizde bocalayıp duruyoruz.
Siz bir yergi ustasısınız. Toplumsal bozuklukları, insanlar arası çarpıklıkları, adaletsizlikleri çok güzel hicvediyor-sunuz. Toplum olarak da buna yabancı değiliz.
Anadolu insanı hicivden soyutlanamaz. Hele Alevilerin yergileri, daha da bilinçlidir, çünkü çok zulüm görmüşlerdir. Elbette kaba kuvvette, bağnazlığa karşı gelirler. Aleviler ne Arap, ne de İran emperyalizmine boyun eğmişlerdir. Ne diyor? “Yâr elinden dolu içmiş deliyim / Üstü kan köpüklü meşe seliyim. “Arapça konuşmak başka, şu derinliği olan şiiri konuşmak başka. Yaşamımda karamsarlık nedir, bilmem. Karamsar olmadığım için, topluma, insanlara, düşüncelere açık bir bilinçle bakarım. Fakat onların eğri ve doğru taraflarını da elimden geldiğince ortaya koymak vazifem. Ben bu emri toplumdan alıyorum. Çünkü toplum da çok karamsar.
Sancılı toplum şiirlerle, yergiyle ortaya koyuyor acılarını. Siz de onun temsilcilerindensiniz.
Şimdi bakınız, Semra Hanım bir gün dedi ki, “Çocuklarımın tek dikili ağacı yok.” Halbuki varlık içinde yüzüyorlar. Bu hanım, toplumla alay etti.
Tığ-ı teber, Şah-ı Merdan, Ahmet ve Efe
Ne dikili bir ağaç, ne küçücük bir büfe
Bu yoksul prenslere gelin arka çıkalım
Hanedan hatırına kaldıralım şerefe.
Bu dörtlük, Semra Hanım’ın o yersiz yakınmasından çıktı.
14 Şubat l998, ÜST BOSTANCI / İSTANBUL
(Yazarımızı söyleşi için ve hastalığından dolayı kendisini ziyaretimde Sadık Göksu ve Ali Yaman da vardı.)