MEMET TEZEL
Ayhan Aydın
Son yıllarda dedelik de yapan özellikle kökenlerinin dayandığını söylediği Seyid Rıza çevresindeki kültürün büyük etkisiyle, vefasızlık, özlem, insanlık idealleriyle dizlerini ören Memet Tezel geleneği yaşatmaya çalışan hayatın içindeki bir renkli sima, bir can insan.
Sevgili ozanım ne zaman, nerede doğdunuz, çocukluk anılarını bizimle paylaşır mısınız?
Ben Seyit Rıza’nın Oğlu Seyit İbrahim’in torunuyum.
4. kuşaktan rahmetli dedem 1925’de Dersim Ovacık Ağdat Köyü’nden Tokat Zile Ciğerbağ Köyü’ne sürgün gelmiştir.
Rahmetli babası ona bir tesbih vermiş, bir de mendil vermiş oğlum demiş; sen git benim Ciğerbağ Köyü’nde bir talibim var, Mustafakaraoğulları Aşireti’nden İsmail Sezgin ve Mustafa Çelebi, diye demiş. Dedem oraya geliyor. Konak olduğu gece İsmail Sezgin’e diyor ki, beni size emanet olarak babam gönderdi, benim orada bir filizim olsun, benim soyun orada devam etsin, Dersim’de soyum kalmayacak, İsmail Sezgin sana sahip çıksın, diyor. İsmail Sezgin hediyelerini aldıktan sonra senin Seyit Rıza oğlu olduğunun hikmetini (hümmetini) bu gece bana göstereceksin, yoksa seni kovarım, diyor. Babanın Zeynel Abidin Ocağı’ndan olduğunu biliyorum, senin de o soydan olduğunu bileyim, diyor. Gece bunlar eşiyle birlikte kendi aralarında anlaşıyorlar, nöbet tutuyorlar, bakalım bu gece bu bize ne gösterecek, diyorlar. Gece saat üç buçukta (03.30) aynı zamanda yatağının üzerinde bir ateş yanar gibi bir işaret vermiş, bunu hanımı görmüş. Beyine demiş ki; kalk ev yanıyor. Beyi de ona tamam o bize hümmetini gösterdi, tamam kafanı koy yat, olay anlaşıldı, demiş. Sabahla kalkınca komşularını topluyor, diyor ki; pirimiz için kurban keseceğim. Bunu bana Seyit Rıza emanet göndermiştir, bundan sonra o bizim pirimizdir, diyor. Bu çevre köylerin hem piri hem de dedesidir, diyor.
Böylece dedem çevre köylerde dedelik ve pirlik yapmış. Yani: Ciğerbağ, Yücepınar, Üçkaya, Alihoca, Şıh Köy, Küçük Ağöz, Karı Köyü, Aşağı Ali Hoca, Yukarı Ali Hoca, Orta Köy Ali Hoca, bu köylerde dedem dedelik, pirlik yapmış.
Dedem 1925 yılının altıncı ayın 15’nde o köye gitmiş. Oraya yerleşmiş, orada ikinci eşi Fatma Hanım’la evlenmiş. Ve oğlu Duran 1927’de doğmuş, kızı Elif Hatun 1930’da doğmuş. Yani iki tane çocuğu olmuş.
Orada o köylerde cem yaparken İsmail Çavuş’un evinde gündüzden Sünni kesimin bir kısım gidip şikâyet etmiş, bunlar bu akşam toplanacaklar demişler, karakola şikâyet etmişler. Karakoldan saat 20.00’de jandarmalar köye doğru gelirken, köyün altında köye bir km. Kala araba köye gelmiyormuş. Zile’ye doğru gidiyor ama köye gelmiyormuş. Bunu dört beş kez denemişler. Yüzbaşı da demiş ki arabayı burada bırakalım, biz köye yayan gidelim, demiş. Köye gidince onları cemin bekçileri görüyorlar onlar da haber veriyorlar, cemiyete. Dedem diyor ki, ben cemi bozmuyorum, onlar gelip bizi görsünler, sorumluluk bana ait, diyor.
Bekçiler onları getiriyorlar onlar da ceme giriyorlar. Kurbanların kaynadığını, insanların Allah’a yalvardıklarını, dua ettiklerini görüyorlar. Yüzbaşıyı oturtturuyorlar askerlerle beraber. Bir yarım saat dinliyorlar. Dinledikten sonra yüzbaşı diyor ki, Alevilik buysa bundan sonra herkes serbest, diyor. Ben karakola yazı bırakacağım, ben gitsem de bu köyde cem serbest olduğunu herkes bilecek, demiş.
Ben de İsmail Çavuş’tan, Süleyman Çavuş’tan, Mustafa Çelebi’den bunlardan duyduğumu söylüyorum. Onlar anlatıyorlardı. Dedem öylelikle orada yerleşmiş, bizler de onun torunları olarak yaşıyoruz.
Size gelelim?
Babam Duran Tezel. Annem Havva Tezel. 9 kardeşiz, 3 oğlan, 6 kız. İbrahim Tezel, Ali Tezel, Memet Tezel, Menekşe Tezel, Fatma Tezel, Sultan Tezel, Ayşe Tezel, Satı Tezel, Yeter Tezel.
Biz dokuz kardeş bir arada, bir odada büyüdük. Yaşamımızı bir arada yürüttük. Benim çocukluğum ilk aklım yetti yeteli oğlak güderdim, çobanlık yaptım. Ondan sonra bizim mal sürümüz vardı, onları güttüm. Ve on üç on dört yaşında hem davar güderdim, hem de okula giderdim. Yani okuldan davara, davardan okula giderdim. Bizim yakınımızda Yukarı Karaşıh Köyü’nde okudum. O köy bize bir buçuk saat uzaktaydı. Yani toplam üç saat eder günde. Her gün oraya giderdim. Orada okudum, ilkokul diplomasını aldım. Mezun olduktan sonra çiftçiliğe döndüm. Çiftçilikten sonra askere gittim. Askerden döndükten sonra 1980’de İstanbul’a geldim, bekâr geldim. Ve ben hatıra olarak askerden terhis olunca Erzurum’dan bir saz almıştım, 1979’un Aralığın 7’sinde. O sazımı çalar, aynı zamanda çobanlık yapardım. Halen o sazım hatıra olarak yanımda durmaktadır. Zaman zaman öğrenmeye çalışıyorum, az da olsa çalıyorum. Ve geçmişte babam yoldan uzak durdu, yolu sürmedi, cem yapmadı. O yetimdi. Baskılar vardı, geçim derdi vardı. Abilerimden bekledim bunu ve onlar da yapamadılar. Ben sordum; siz bu yolu sürdürecek misiniz, dedim. Biz bu yolu süremiyoruz, dediler. Ben de, siz süremiyorsunuz ama ben çok sıkıntı yaşıyorum, dedim. Onlar da biz süremeyiz, dediler. Onlar biz yapamayız deyince ben az da olsa, ben atamın yolunu devam ettireceğim, ben bu yolda ilerleyeceğim, elimdeki belgelerle bu işi sürdüreceğim, dedim. Elimdeki bilgi ve belgelerle ben bu yolu devam ettireceğim, dedim. Emekli olmuştum. Özellikle 2006’dan sonra kendimi bu yola adadım. Ve bir süre halk arasında sıkıntı yaşadım. Ve cemiyetlerde büyük sıkıntılar yaşadım.
Aynı zamanda hayat boyu bana her konuda destek olan ve bu yolun candan neferlerinden eşimi de söylemek zorundayım. Çünkü kendisi tam bir Anadolu kadını ve Alevi anasıdır; Satı Ana. Çocuklarım ise; Seyit Alican, Seyit Yusuf. İki oğlum Alevilik yolunda yoğrulmalarını, hizmet etmelerini istiyorum.
Neydi sıkıntının kaynağı?
Beni kabullenmediler. Sen Seyit Rıza torunu değilsin, dediler. Bilenler dahi inkâr etti. 2006’nın haziran ayında İzzettin Doğan beni Cem Vakfı’na çağırdı. Ben hem toplantıya girdim, hem de görüştük. Yanımda eşim vardı. Sanatçı Murat Kızıl vardı. O zaman Ali Rıza Uğurlu da vardı. İzzettin Hoca o gün beni görünce; Seyit Rıza’nın kendisi geldi, dedi. Ve kalktı görüştük. Görüştükten sonra bize kendinizi bana nasıl kanıtlarsınız, dedi. Dedim ki elimde bir arşiv var ama o yetersiz. Saklı olanı mı getireyim, yoksa elimdekini mi vereyim, dedim. Dedi ki elindeki deliller yeterlidir, ben göreyim yeter, dedi. Döndü Ali Rıza Uğurlu’ya dedi ki; ben başkanım sen de Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanısın ama biz düşünememişiz ama bak o dede çok büyük bir çalışma yapmış, ben bir profesör olarak ben bile düşünemezken, o türbeyi bile kanıtlamış, dedi. En büyük delil türbedir, dedi. Seyit Rıza torunu olduğuma inandı. Benim şüphem kalmadı, dedi. Ben hizmetimi bütün taliplerimle, elimden geldiğince yapıyorum. İl il geziyorum, köy köy geziyorum. Davet gelen her tarafa gidiyorum. Soyumu kanıtlamaya çalışıyorum, hizmet yapmaya devam ediyorum.
Bir gün CEM Vakfı’na geldim. Ali Yüce’yle görüştüm. Dedim ki benim biraz eksiklerim var, ben burada eğitim almak istiyorum, dedim. Ali Yüce kabul etmedi. Biz sana burada eğitim veremeyiz, dedi.
Niçin?
Tam açıklayamayacağım. Ama bana sıcaklık göstermedi. Ben çok üzüldüm. Gittim o anda Ali Yüce’ye bir şiir yazdım, getirip eline de verdim.
Seyit Rıza kimdir?
Seyit Rıza dediğimiz zaman Dersim’de Seyit İbrahim’in oğludur. Seyit Rıza’nın iki tane eşi vardır: Biri Diyap Ağa’nın kızı Elif Hatun, diğeri Elazığ’dan valilik yaptığı dönemde Kırgan Aşireti’nden evlendiği Besi Ana’dır. Besi Ana Elazığ’da onun hizmetçisiymiş, onun arkadaşları diyor ki, sen onunla evlen nasıl olsa buradadır. O da kabul ediyor, onunla evleniyor. Ondan da dört çocuğu olmuş.
Seyit Rıza’nın 7 tane oğlu var. Seyit Hasan, Seyit Memet, Seyit Hüseyin, Seyit İbrahim, Seyit Risiki, Seyit Yusuf, Seyit Ali.
Rus ordusunu orada Dersim ordusuyla püskürtmüş, oradan çıkarmıştır. Erzurum, Erzincan o zaman ki savaşta Dersim’in ordusu düşmanı çıkarmıştır. Yani o zaman Diyap Ağa’nın, Seyit Rıza’nın ve Alişir’in ve Zarife Ana’nın desteğiyle düşman kovuluyor. Şimdi bakıyorum ki, Türkiye’de maalesef bazıları çıkarları için Seyit Rıza’yı karalıyorlar. Devlette onu düşman gibi görüyor. Peki, o düşmandı da niçin düşmana karşı savaştı? O nasıl düşman olur? Ben bunu kabul etmiyorum. Ben bu iftiraları kabul etmiyorum.
Dersim’in Türkiye’yle ters düşmesini yalan yanlış, kasıtlı olarak çeşitli şekillerde anlatıyorlar. Olay şöyledir; Nazimiye’de bir karakol yapılmıştır o tarihte, o karakola Şeyh Sait görüşmeye geldiğinde orada bazı insanları örgütleyerek maddi manevi yardım yaparak, ona yandaş olmak isteyenler de burada birilerini tembih ederek bir düzen kurulmuştur. Bir tane bayanı akşam geç vakit karakolun başındaki çeşmeye göndererek, orada kadını tembih etmişler, sen testini doldururken üstünü başını yırt orada bir çığlık at, de ki askerler bana tecavüz etti, de diyorlar. Dersim’in ilk kıvılcımı budur. Ve orada halkla asker çatışıyor. Ölü ve yaralı oluyor. Ölü ve yaralı olduğundan dolayı, oradaki devlet yetkilileri Dersim’i tam tersine anlatıyorlar, devlete yanlı rapor veriyorlar. Ve ondan sonra Dersim’le Türkiye’nin arası açılıyor. Dersim Katliamları devam ediyor o sürede. Aslında Dersim devlete de karşı değildir, hiç bir suçu da yoktur. Oradaki giden yanlış rapor yüzünden insanların katliamı 1937 yılına kadar devam ediyor.
Rahmetli dedem mahkemeye gittiğinde sürekli söylüyormuş; benim tek bir suçum varsa Alevi olmak, benim başka hiçbir suçum yok, diyormuş. Bir mahkemede diyor ki, hâkim bey hep çapulcuları dinledin, benden tek bir cümle almadın, diyor. Tüm Dersim’e ihanet ediyorsun, ama asla ben boyun eğmeyeceğim, diz de çökmeyeceğim, diyor. O arada hâkim sinirleniyor, ben sana danışacak değilim, kararımı ben kendim veririm, diyor.
10 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda aniden bir karar geliyor, Atatürk Dersim’e gelmeden hemen Seyit Rıza’yı idam edin, diye bir karar geliyor. O karar da Cuma günü geldiğinden yetişmiyor, cumartesine denk geliyor. Cumartesi günü hâkimler sorumluluk kabul etmiyorlar, duruşmaya çıkmıyorlar. Oradan askeriyeden yedek hâkim getirerek idam kararını verdirttiriyorlar, gece saat: 03.00’de.
İdam sehpasına gidecekleri saatte, ısrarla söylüyor; beni çocuklarımdan önce idam edin, diyor. Hasan, Hüseyin, Risiki, çocukları...
Ve onlar da tam tersine şart koşuyorlar ki biz seni de çocuklarını da idam etmeyelim, diyorlar. O da şunu diyor ki, ben yolumdan vaz geçersem, Kerbela benden davacı olur, Atam Hüseyin benden davacı olur, diyor. Öyle deyince, mademki sen öyle diyorsun, biz önce Hüseyin’i idam ediyoruz, diyorlar. Şimdi gördüm mü, bak Hüseyin’i şimdi kurban ediyorsun, diyorlar. O da hiç önemli değil, İmam Hüseyin için oğlumu kurban veririm, diyor.
Sıra Hasan’a geliyor. Hasan’a soyu ihanet etti, onu zehirletti, diyor. Ben Hasan’ı versem ne olur, vermesem ne olur, o da İmam Hasan yolunda şehit olur, diyor.
Risiki de, benim ailem hep mağralarda tarandı, Munzur’a atıldı, ailem, tüm efradım şehit edildiği için o da şehit olsa ne olur, diyor.
Sonra bacısının oğlu Fındık Ağa’yı idam ediyorlar.
Sıra dedem Dersim’in piri Pir Seyit Rıza’ya geliyor.
Hakim bir kez daha soruyor, ikrarından dönüyor musun, dönmüyor musun?, diyor. Ben davamdan dönersem Hz. Hüseyin ve Kerbela benden davacı olur, diyor.
İkincisi Pir Sultan’ın yolunu devam etmem gerekir, onun izinden gitmeme gerekir ki, neslime hatıra kalsın, neslim böylece devam etsin, diyor. Böylece idam ediyorlar.
Gece götürüp Tujik Baba Dağı’yla Elazığ arasında o derede on iki kişiyi bir mezara koyuyorlar.
Şu anda da halen devlet bunu açıklamıyor, onların kabirleri nerededir, bilmiyoruz.
Biz de torunları olarak ve halkı olarak bunun bir an önce açıklanmasını istiyoruz.
Biz her ne kadar sürgüne de gitsek ata yurdunun özlemini ve onların yaşadığı yerleri unutmadık ve unutmayacağız.
Bu yüreğimizde taşıdığımız bir çıbandır, o Dersim’in öyküsü.
Bu güzel sözler bir şaire, ozana yakışır? Şiirleriniz de var zaten ozanlık yönünüz var?
Ben yaşadığım hayatımdan o kadar üzgünüm ki, her attığım adımda çok düşünerek korkunç bir zamana gittiğimin farkındayım. Ama o tehlikeleri göre göre ve tuzakları bile bile Cenab-ı Allah bana öyle bir cesaret vermiş ki, bunlar beni ister iyi düşünsünler, ister kötü düşünsünler ben onları bile hoş görüyorum. Ben onları affediyorum, ne yazık ki onlar beni affetmiyorlar. Doğru konuştuklarımı hep yanlış anlatıyorlar. Bu dünya malında benim gözüm yok. Hiç bir zaman da dünya varlığının kabul etmedi. Çok adam görüyorum ama insandan bir tane görüyorum.
Acaba neden kazanlarımız bu kadar haramla kaynadı ki, hep birbirimize yanlışı anlatıyoruz.
Bir acı soğan yesek de hep tatlı konuşsak. Yediğimiz acı soğan olsun da hep dürüst olsak olmaz mı?
Tere yağ balla beslenenler, villalarda yaşayanlar işte bizi bu hallere düşürdüler.
Ben o tür düşünceleri asla kabul etmiyorum ve de asla sahip de çıkamam. Çünkü çok farklı düşünüyorum. Ne ararsam insanda arıyorum. Dönüp durdukça oturup ağladıkça, kıbleme döndükten sonra yine ben insanı görüyorum. İşte şu yaşadığımız kâinata sahip çıkmak lazım. Kâinatın kabesi yine insandır.
Pirine gitmeyen, mürşidine gitmeyen, rehberini bilmeyen Kırklar Meclisi’nden oturup niyaz etmeyen, kabesini bilmeyen nedir? Tutuyorum bazı zengin arkadaşların “sarayına köşküne”, evine gidiyorum. Bakıyorum ki kâinatın dünya malını o kadar kucaklamışlar ki, bizi küçümseyerek hiçe sayıyor, benliğe bürünüyorlar. Ama kendi gözümle baktığım zaman ne bakayım ki, etrafında yılanlar, çıyanlar her türlü mahlûkatın içinde kalmış da farkında değiller, bir de beni küçük görüyorlar.
Ben düşünüp taşınarak hiç bir şey demiyorum, insan kalbi kırmıyorum, ona bir şey demek istemiyorum, etrafındaki mahlûkatı ona deşifre etmek isteniyor.
Koyun koyun bacağından, keçi keçi bacağından asılır ya, herkesin mezarı ayrı ya, diyorum ki var kim ne yaparsa yapsın.
Dünyadaki varlığım bellidir; Erzurum’dan aldığım bir kırık sazım, bir eşim, iki çocuğum… Ben sadece sayarım ki, varlığım bunlardır, başka bir şey yok.
Ummana daldığımda bunu görüyorum. Ummana dalmak öyle basit bir olay değildir. Yaşayarak, görerek, ezilerek dövülerek, her yerden kovularak, dışlanarak, sen ne keder küçülürsen o kadar büyürsen, ama ne kadar büyüklerinsen o kadar zalim olursun.
Diyorum ki; şu Dersim’e bir gün yolum uğrasa Atamın o topraklarını doya doya öpsem. Onların bastığı taşı toprağı kucaklasam. O Munzur’un simgesini bir görsem. O Güzel Atama ve o tüm Dersim şehitlerine söyleyecek çok sözüm var. Ben onları birer evliya olarak kabul ediyorum. Onlara söyleyecek çok sözlerim var. Her ne kadar ben Tokat’ta doğup büyümüş olsam da, o Ağdat, Sosis, Vanık, Cevizli Köyü, Havalel Köyü atamın yaşayıp gezdiği yerler her zaman yüreğimde bir yaradır, herkes öyle bilsin. Bülbülü altın kafese koymuşlar, illa vatan, illa vatan, demiş.
İşte benim de vatanım Dersim’dir.
Dersimlilere soruyorum; ben bu vatanın sürgünüyüm, o yolun da yorgunuyum, kâh yaralı, kâh ta o Dersim’in insanlarının kimini sevip kimisini dışlamasına da çok üzgünüm.
Onlar bana ne derse desin ben onların hepsini seviyorum. Neden diyorsan; orası benim atamın yurdu olduğu için.
Seyit Tezel der ki; dertlerim bitmez ama söyleyip anlatmakla kimse anlamaz. Çünkü çıkarlar bizi çiğnedi. Menfaatler için kellelerimiz kesildi. Üç kuruşa beş kuruşa bizi satanlar oldu. Sanmasınlar ki biz bunu bilmiyoruz. Ne kadar sürgün de olsak hepsinin farkındayız.
Siz Dersim’in Piri Seyid Rıza’yla, Atatürk’ü yan yana getirdiniz, resimlediniz. Ama birçok insan sizi yadırgadı, anlamadı?
Atatürk İmam Rıza Soyundandır. Ve Elazığ’da dedemle Vali Ali Cemal’in Konağı’nda bir karşılaşmaları vardır. Atatürk dedem Seyit Rıza içeri girince ayağa kalkıyor. Vali de ona soruyor; sen herkesin önünden kalkmazdın, Paşam neden ayağa kalkıyorsunuz, diyor. O da diyor ki, Seyit Rıza soyca Seyittir, ve bizim de pirimizdir. O Zeynel Abidin soyuna mensup bir insandır, bizler de İmam Rıza’lıyız, o yüzden kalkıyorum, diyor. Yoldan da, yaştan da benden büyüktür, bir saygı itibariyle ayağa kalktım, diyor.
Ben de bunu bildiğim için ona büyük saygı duyuyorum. İkisinin resmini elbette bir araya getirdim.
Seyitler kimlerdir?
Hz. Adem’den devam ederek 124 bin Peygamber (nebi) vardır, son nebi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Muhammed Mustafa’nın soyunu da Aliyel Murteza devam ettirmiştir. Ve On İki İmamlar’ın yolunu sürenler, Ehlibeyt’in tamamı Aleviliği temsil eden ve Ali soyundan olanlar hepsi aynıdır; Alevi Kızılbaş dedeleri, Bektaşi Babaları, ozanlar, dervişler hepsi birdir. Hz. Hüseyin Kerbela’da oğlu Zeynel Abidin’e emanetlerle birlikte Zeynel Abidin Ocağı olarak postu da ona teslim etmiştir.
Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Horasan Pirleri’nden bugüne kadar, atalarımızdan, o neslin soyu olduğumuz için, aldığımız postun varlığını devam ettiriyoruz.
İşte Seyitler; Âdem Atadan bugüne Hakk dinine inananları ve o soydan gelenleri ifade ederler.
Şu anki zamanda dikme dedelerin tamamı talibi yozlaştırıyor. Bu olmaması gereken büyük bir yanlıştır. Kurumların karar alıp gerçek Seyitleri ön safha alıp, onlara yol açmaları gerekir. Böylece bugünkü üzücü tablo da ortadan kalkmış olur.
Gerçek Seyitler, gerçek dedeler hangi özelliklere sahiptirler?
Gerçek dedeler, Seyitler; Seyitler dediğimiz zaman hepsi gerçek soydan o geçmişin soyundan olmalıdır. Tüm Seyit çocukları, dedeler illaki o soydan olmak zorundadır ama bu yetmiyor. O işin erbabı olmalıdır. Tamamen bilgi donanımında, hizmete yakışır olmalı, talip talipliğini, Seyit Seyitliğini bilmelidir.
Ben çok görüyorum; hizmeti az veya çok bilenler hemen dede ilan ediyorlar. Bu bence büyük yanlıştır. Ben isterim ki üzücü bir tablo olmasın, herkes kendi makamını bilmelidir. Kimse kimsenin önüne geçmemelidir.
On iki hizmeti yürütürken, mutlaka hepimiz bir canınız orada bir eksiklik yok. Talibiyle, rehberiyle, mürşidiyle orda bir can olup lokmalarımızı yapıyoruz cemimiz bittiği anda, kemaletiyle, camaletiyle, Ehlibeyt’in yolunun yolcusu olduğunu hiç unutmasın. Bazı dedeleri görüyorum, diyor ki sen kurban kesmemişsin, senin müsahibin yok seni ceme almam, diyenler var. 25-30 yaşında insan müsahip tutmaz. Ama insanın çekirdekten yetişmesi gerekir. Demek istediğim 5 yaşındaki çocuktan başlayarak tüm canlarımızı cemlere almamız gerekir. O lokmaları yemesi gerekir ki, o yolu görerek, alışarak, hiç kimseye danışmadan müsahibini tutabilsin. O girerse, tanırsa cem olursa o yol ona aşılanmış olur, o da yapacaklarını bilir. Eğer ceme girmese neyi görecek, ne öğrenecek, nasıl müsahip tutacak? Ben çok cemlere katılıyorum, gelen insanları çocukları cemlerden çevirdiklerini görüyorum. Senin daha müsabin yok, diyorlar.
Gerçek dede kendini hizmete adamış, bütün canları kucaklayarak cenazesinde, düğününde, bayramında ve hastalığında tüm olan eksik ve yanlışları görüp onları tamamlaması gerekir.
Dedenin görevi bütün taliplerini dolaşıp hatta talibi olmayanı da dolaşıp aynısını yapacak. Bir kişinin bir sıkıntısı varsa, onu gidermek için elinden gelen çabayı gösterecektir. Talip de orada dedenin varlığının olduğunu bilmeli. Eğer bu hizmetleri yapmazsa talip dedeye, dede de talibe hizmet veremez. Hizmetin başlangıcı dededen olmalıdır ki, talip onu son zamanlarda fark eder. Dede hizmet ederse talip onu bilir.
Dedenin taliplerinin dışında da görevleri var mıdır? Toplumsal olarak mesela?
Ne dediğinizi anladım. Ben dedelerde bir öncülük görmüyorum. Dedeler keşke önce kendi hatalarını anlasalar. Dedeler topluma öncülük yapamıyorlar. Eğer bir eksik bir kusur varsa bu suç dedededir. Çünkü bakıyorum da dedeler taliplerine dedelik yapamıyorlar. Böyle dedelik olmaz.
Mesela ülke meselelerinde, toplumsal olaylarda hangi eksiklikler var?
Toplumsal olaylarda da dede talibine sahip çıkıp onları aydınlatmalıdır. Ülke meselelerinde her nasihatinde çocuklarınızı okutun, çocuklarınıza sahip çıkın ve örgütlere, örgüt mensuplarına sıradan yetiştirilen bir filizin onlara kaptırmamak için emek ister. Dede toplumsal olaylarda; partiler karşısında da görevini yapamıyorlar. Dedeler aktif değiller, pasifler.
Dedeler artık kısır çekişmeleri bir tarafa bıraksınlar.
Sömürü var, çevre sorunları var, gençler var, bir de gezi olayları vardı?
Gezi Olayları’nda on iki gece orda çadırdaydım.
Niçin?
Oradaki gençlerimize sahip çıkmak için.
Nasıl bir sahiplik?
Orada her türlü insan ve her türlü örgüt olduğundan oradaki gençlerimizi en azından bilgilendirme konusunda ve orada herhangi bir yanlışa yönlendirilmemeleri için birileri onları kendi menfaatlerine kullanmasınlar, diye toplumsal bu büyük olayda onların yanında yer aldım. Ve onlara sahip çıktım. Toplumun hepsi nasıl yönlendirildiyse bizim de gençlerimiz öyle yönlendirildi. Bizim görevimiz onlara sahip çıkmalıydık. Çünkü orada haklı bir dava vardı, haksız duruma düşmememiz gerekirdi. O konuda da çok gururluyum, eşimle beraber on iki gün çadırdaydık. Orada yemek yaptık, çay yaptık, elbise bulduk. O hizmetleri Satı Ana’yla birlikte biz yaptık. Gece gündüz oradaydım. Yatakları, battaniyeleri temin ettik. Gönderen kurumlara minnettarım.
Neler konuşuyordunuz, gençlerle?
Alevi gençleri davet ediyordum, yanlış yapmayın, toplumsal olarak ne gerekiyorsa onu yapalım, diyordum. Aleviliği anlatıyordum, lokmaları dualıyordum. Orada cem yapmaya çalışıyorduk. Bizde cesaret vardı, ben çok mutluydum. Öyle mutluyum ki, o anları unutamıyorum. Yine olsa ben hazırım.
Üstelik de ben zaten bütün mitinglerde ön safta olmam gerekiyor. Hakk ve Adalet bunu emreder. Biz öncü olmazsak diğer insanlar ne yapsınlar? Tüm dedeleri de böyle davranmaya davet ediyorum. Çünkü gençlerimizin önderiyiz.
Halk ozanları sizce kimlerdir?
Halk ozanı deyince; benim aklıma gök gibi gürleyen, yağmur gibi yağan, sel gibi akan; yürekten aldığı zaman hiç sağına soluna bakmayan, yüreğinde olan tüm yarasını ve sevgisini ortaya döküp, yazana kişi aklıma geliyor. Ozan da budur.
Gerçek bir ozan toplumu için ne ifade eder?
Gerçek bir ozan önce halkı için canını, başını feda eder ve çıktığı yolda geri dönüş yapmaz. Dönüş yaptığı zaman ozan sayılmaz. Çünkü tüm insanların ışığı ve anlayışı olan güzel insanlarımız gerçekleri göre göre, bile bile, söyler yazar.
Sizce en büyük Alevi halk ozanları kimlerdir?
Pir Sultan, Şah Hatayi, Dadaloğlu, Köroğlu, Kul Himmet, Teslim Abdal gibi ozanlar.
Bunların özellikleri nelerdir?
Tamamen canı gönülden vatanı için, milleti için, davası olan inancı için yazıp, tüm halka örnek olan insanlardır. Bunların en önemli bir özelliği de, davalarından geri dönmemeleridir.
Ozanlar eserlerinde en çok hangi konuları işlemişlerdir?
En büyük işlediği konu halkı uyandırma, cehaleti ortadan kaldırma ve insanlara insanlığı tarif eden ozanlardır.
Doğa var, sevgi var, aşk var?
Doğa dediğimiz zaman; dünyada tüm varlıklar var oluşuyla güzeldir. Ve doğanın güzelliğini gördüğümüz zaman Hakk’tan gelen rengârenk yaratılışın bize ne çok örnekler verdiğini anlayıp, yaradılışın manasını keşfedebiliriz.
Doğaya şöyle baktığımız zaman; Hakk’ın bir hikmetinin var olduğunu anlıyoruz. Doğanın içinde çok sayıda renkler yaratılmıştır, bunu fark edenlere ne mutlu. Eğer bunları fark edemiyorsa ben şahsım için söylüyorum demek ki boşuna yaşıyoruz. Önemli olan bu doğayı fark etmektir.
Peki, sevgi nedir, aşk nedir?
Sevgi demek; insanlarda güzel bir paylaşım demektir. Birbiri ile güzel anlaşarak, konuşarak tüm sorunları çözüp ihtilaf yaratmamak sevginin olmazsa olmazıdır. Sevgi denen şeyin değerini bilip, sevgiyi sevgi gibi bilip karşındaki insanın asla kalbini kırmamak, konuşurken bile onu incitmemeye dikkat etmek gerekir. Kırdığı zaman acaba büyük bir yanlış yaptığının farkına varır mı, bu insanoğlu ve bunu kazanmak ne kadar güç olduğunu görür mü? Bence hayatta önemli olan insanın kalbini kırmamaktır.
Sevgili ozanım gençleri çok seviyorsunuz ama neden herkes gençleri sevmiyor ve onlara yeterli önem verilmiyor?
Gençlerin baharını her insan farkına varmadan, kışa çevirmek istiyor ve de davranışlarında bir eksik yapabiliyor. Gençleri gençler gibi görmek, onlarla güzel bir sevgi paylaşmak, onlarla konuşmakla, onlar kendini daha güzel bir şekilde ifade eder. Gençleri çoğumuz anlayamadığımız için fikirler bağdaşmıyor. Çünkü bizim geçmişimiz şu an ki teknoloji gençliği ile çok farklı olduğu için biz kendi gözümüzle onlara bakıyoruz. Ben örneğini Gezi Parkı’nda tüm gençlerle bütünleştiğimde anladım ki bizde çok eksik var. Bizim çağımızın teknolojisi ayrı idi, şu an ki çağın teknolojisi daha farklı. Öncelikle gençlere saygı duymalıyız ki fikir birliğine varalım.
Bugün Alevi geleneği tam yaşatılamıyorsa bunun sorumluları sizce kimlerdir?
Önce aile birliği sağlanamıyorsa, bütünleşme olmuyorsa burada bu gelenekler yaşamaz. Önce bu topluma önderlik yapanların; kendi hanesinde birliği sağlamak o birlikle beraber insanlara örnek olarak güzel davranışlarda bulunmaları gerekir. Bu birlik, bütünleşme gayretinde tüm toplumun da çalışması gerekir. Yani dedeler, babalar, ozanlar, vakıf dernek başkanları, sanatçılar, bu topluma iyi örnek ve önderlik yapmalıdırlar.
Sizce halk ozanları mesajını halka verebilmiş midir, halk bunu alabilmiş midir?
Ozanlar her zaman için bir aydınlıktır, doğan güneş gibi, yağan yağmur gibi ozanların bir bereketi vardır. Fakat maalesef insanlar, ne o doğan güneşi anladılar, ne de yağan yağmuru anladılar. Anlayan varsa çok az bir kesim anladı, aslında değerine bakarsak ozanlarımız bir mücevherdir, her söylediği sözde kırk kelime vardır ama nedense kimse bunu çözmek istemiyor.
Ben ozan dediğim zaman çok düşünüyorum, dinlediğim zaman cümle cümle anlamak istiyorum. Çünkü onun içinde büyük bir bereket var, herkes bunun farkında mı?
Ya kadınlar… Siz Satı Anaya âşıksınız, herkes sizin gibi eşine sadık ve âşık olsa bunda sorun kalır mı?
Analar deyince önce doğduğum bir ana aklıma gelir. Düşündüğüm zaman anaların hepsini annem gibi görmek zorundayım çünkü onlar da ana. Ana olmak kolay değil, ananın görevi daha farklı. Bir evlat annesinin büyüklüğünün farkında değil. Zaman zaman yaş kemali bulduktan sonra bir etrafına bakar, bir döner kendine bakar, bir de eşine bakar, o zaman ateş bağrına düşer, benim de bir annem vardı, acaba neden o zaman onun kıymetini bilmedin, onu anlayamadım, der. Hata kusur kendimden fark ederim; keşke onun da kıymetini bilseydim.
Tüm geleceğe şunu söylüyorum; ana anadır, hiçbir ananın birbirinden farkı yoktur. Çünkü biz kendimizi fark edersek o karşımızdaki bir melektir.
Bir Azerbaycanlı gelininiz oldu ve bu vesile ile oraya da gittiniz. Biraz Azerbaycan’dan bahsedin?
Azerbaycan’a konuk olduğumda benim geldiğimi duyan dernekler, federasyonlar, ozanlar davet ettiler insanlarla görüşmelerim oldu, sohbetlerim oldu, ziyaretlerim oldu. Ve üç kere televizyon programına davet edildim. Orada bir güzellik gördüm ki oradaki insanlarımızın bizimle bir farkı yok. Derneklerde toplantılar düzenlediler, ozanlar etkinlik yaptılar, beni davet ettiler ve bir bir aile fertleri davet ettiler. Bakü de çok güzel, sıcakkanlı insanlarla diyalog içinde olduk ve orada benim hısımlarım olduğu için, onlarla daha iyi kaynaşma, onları daha iyi tanıma fırsatı buldum.
Gelenekler Türkiye’dekilere benziyor mu?
Gelenekleri aynen bizim gibi. Fakat orada seyitler olmayıp Alevilikle ilgili dini konular işlenmediğinden büyük bir boşluk var. Ben orada kaldığım sürece gecesiz, gündüzsüz lokmalar, kurbanlar, davetler… Zaman bize yetmiyordu, vize tarihi hemen doldu geri dönmek zorunda kaldık. Benim Seyit Rıza torunu olduğumu duyunca bana daha büyük bir ilgi gösterdiler.
Bir de Azerbaycanlı Alevi ozan Fahrettin Salim ile buluştunuz?
Her türlü olanaksızlık içinde bize büyük ilgi gösterdi. Ozanımız benim Azerbaycan’a geldiğimi duyduğu anda göstermiş olduğu ilgiden dolayı konuyla ilgilenince oradaki durumun gerçekten içler acısı olduğunu gördüm. Orada Aleviliğin bilinmediğini, Aleviliğin orada yaşamadığını gördüm. Buna çok üzüldüm. Orada Aleviliği anlatacak yazarlara, gerçek dedelere, ozanlara büyük ihtiyaç var.
Bu konuyu açtıkları zaman Azerbaycanlı kardeşlerimiz çok güzel bir duygu ile Aleviliğe sahip çıkacaklarına inanıyorum. Ondan başka da bir konu işleyeceklerini tahmin etmiyorum.
Sizce Hz. Ali kimdir, nasıl bir toplum önderidir?
Hz. Ali deyince önce gönlümde bir ışık gibi doğar ve Âdem ile aynı zamanda dünyaya güneş gibi doğduğunu biliyorum. Ali olmasaydı Aleviliğin gündemi belki de olmayacaktı. Babasından sonra oğlu Hüseyin’in dik duruşu ile Kerbela’da ödün vermediğinden ve ben Aleviyim, özüm atamdır. Benim gibi ödün vermeyenler, benim gibi dik duruşu ile duranlar Şah İsmail gibi, nesimiler gibi, Hallacı Mansur gibi, Seyyid Nesimi gibi, Pir Sultan gibi, Seyid Rıza gibi, Denizler gibi, Mahirler gibi, Yusuflar gibi dik duruşunu sergileyenler Ali’nin yolunda demektir.
Hz. Hüseyin hakkında neler söylersiniz?
Pir Seyit Rıza Elazığ buğday ambarında Abdurrahman Alpdoğan, müfettiş İbrahim Talat, Malatya Emniyet Amiri İbrahim, İhsan Sabri Çağlayan’ı görür görmez, sen Ankara’dan beni idam etmeye mi geldin, diye heybetlenir.
15 Kasım gece saat 3’de ifadesi biter, son sözünüz, derler. Sen namaz kılar mısın, derler. O da, ben namaz kılmam; özüm Ali’dir, kimliğim Hüseyin’dir der onun için gerek görmüyorum, der.
Son sözün var mı derler, dışarıda bir dolaşıp geleyim ondan sonra, der.
95 yaşındaki yaşlı dışarıda kar göbekte ve dışarı çıkar; ey yapılan zulüm ve heybetler, işkenceler zulümler; ben evladı Kerbelayım ayıptır zulümdür, cinayettir, yalancı şahitlerin yalanı ile benden tek cümle almadan bana idam kararı çıktı, der.
Üç evladımla beraber Hasan, Hüseyin, Hüsiki, der..
Önce der ki beni çocuklarımdan önce idam edin ki gözüm görmesin.
İhsan Sabri Çağlayan yolundan dönersen idam etmeyiz, eğer dönmezsen önce Hüseyin’i idam ederiz gözünün önünde ve Hüseyin’i idam ederler.
İşte gördün mü Hüseyin gözünün önünde idam ettik, derler.
Soğukkanlılıkla Hüseyin atam Hüseyin yerine kurban oldu, der.
Hasanı da zehirlediniz, Hisiki de benim soyumun adına gidiyor, der.
Ben size diz çökmedim bu da size dert olsun, der Dersinin Piri; Pir Seyit Rıza.
O İmam Hüseyin’in yolundan giden gerçek bir yol önderidir. Hepimize örnek bir büyük toplum ve inanç önderidir.
Söyleşi; İstanbul, 1 Ağustos 2015
Mehmet Tezel’in Şiirlerinden Örnekler
KİME MUHTACIM?
Allah akıl fikir vermiş,
Dostlar kime muhtacım ben,
Tevekkül ve zikir vermiş,
Dostlar kime muhtacım ben.
Beyin vermiş düşünürüm,
Bu faniden tanışırım,
Yollar gibi aşınırım,
Yaradana muhtacım ben.
Gözlerimle görüyorum,
Ayağımla yürüyorum,
Hakk’a doğru varıyorum,
Keremine muhtacım ben.
Yolumuz uludan ulu,
Yaratan gözetir kulu,
Yardım eyle şahım Ali,
Himmetine muhtacım ben.
Seyit Mehmet ham ederim rahmana
İzin ver gireyim ben dergâhına,
Meyletmem ki bu dünyanın malına,
Bir lokmaya bir hırkaya muhtacım ben.
ÇEKTİM ELİMİ
Vefasız dostlardan çektim elimi
Dar günümde beni sormadılar ki
Gündüz hayal gece kâbuslar gördüm
Rüyamı hayra yormadılar ki
Yıllar bir yel gibi geçti habersiz
Var mı ola benim gibi kadersiz
Eyyüp gibi derde düştüm çaresiz
Yarama merhemi sürmediler ki
Ömrüm boyu koşturdum zamansız
Yüreğim yanıyor külsüz dumansız
Nankörlere söz söylemek anlamsız
Kör oldu gözleri görmediler ki
Seyit Tezel sözlerim hak edenlere
Zor gününde dostu terk edenlere
Serimi veririm ben erenlere
Cahiller halimi bilmediler ki
DEDEM
Zaman çok değişti ortam bozuldu
Gel ki halimizi göresin dedem
Sahte pirler çıktı talip bozuldu
Yola şer karıştı bilesin dedem
Tilki kendisini aslan sanıyor
Boş bulmuş meydanı dönüp duruyor
Bu vaziyet bedenimi yoruyor
Bunları bir ikaz edesin dedem
Bu yolda ser verdin geri dönmedin
Bedenin yok oldu ama ölmedin
Zalime sen hiç boyun eğmedin
Bize de bir destur versen dedem
Seyit Mehmet ödün vermem yolumdan
Dolu içtim ecdadımın elinden
Hak Muhammed Ali düşmez dilimden
Torunundan emin olasın dedem
BULUR İNŞALLAH
Kışı yaşamadan baharı gördük
Bunun sonu iyi olur inşallah
Toplumun ahlakı karma karışık
Kullar bundan bir ders alır inşallah
Büyük şehirlerde kalmadı huzur
Köşe başlarında kapkaç hazır
Kimi padişahtır kimisi vezir
Arayan mevlasını bulur inşallah
Ülke parsellendi pasta çok büyük
Fakirin sırtında eksilmedi yük
Çalışan kesimin boynu hep eyik
Haklılar hakkını alır inşallah
Seyit Mehmet birlikte vermeyelim ödün
Tehlike geliyor bakın adım adım
Çakıltaşı vermemiş benim ecdadım
Vatandaş huzur bulur inşallah
AĞLAYAN KAYALAR
Dertlerim çoğaldı yalan dünyada
Ağlayan kayalar sordu halimi
Haykırdım avazım çıktığı kadar
Cahiller bilmedi bu ahvalimi
Bir insan olarak geldim cihana
Akıl fikir vermiş yaradan bana
Hayretle bakarım devri zamana
Mecnun olan gezer sahra çölünü
Ömür gemisinin yolcularıyız
Gönül sarrafının incileriyiz
Yaralı yüreğin sancılarıyız
Lokman hekim kendi sürsün elini
Seyit Tezel yazarçizer duygularını
Dertlerim kaçırdı uykularımı
Dostlara sunarım saygılarımı
Bülbül arzu eder gonca gülünü
İNŞALLAH
Neslimizi kırk parçaya bölenler
Dünyada maksudun bulmaz inşallah
Gece gündüz çağırın mevlaya
Ettiği yanına kalmaz inşallah
Zalim vicdanını koymuş cebine
İçi öfke dolu sığmaz kabına
Sonunda çıkacak hak divanına
Orada yüzleri gülmez inşallah
Bu fanide hep düşünür cebini
Fark edip düşünmez yerin dibini
Hak doldurur erenlerin kalbini
Onların testisi dolmaz inşallah
Seyit Mehmet Hakk’a doğru gidenin
Emeği zay olmaz ikrar güdenin
Ulular aşkına sohbet edenin
Muhabbet gülleri solmaz inşallah
MAMİKO’DAN
Soyum Mamiko’dan suyum Munzur’dan
Özüm Ovacık’ta bedenim darda
Dostlar uzaklaştı kaldım zindanda
Azrail peşimde dolaşır durur
Zalimin zulmüne eğmeyiz boyun
Şahı Kerbela’dan geliyor soyum
Mazlumlar üstünde oynanır oyun
Feryadım semaya ulaşır durur
İkrarımız tamdır şahlar şahına
Nasip olsa varsam ben dergâhına
Adunun yaptığı kalmaz yanına
Günler geçer zaman yarışır durur
Seyit Mehmet Hakk’a varmak dileğim
Onulmaz derdime derman bulayım
Dağlar yol verin dosta varayım
Arılar kovanda çalışır durur
BAKTIM ÂLEME
Baktım şu âlemin gidişatına
Meskeni değişmiş yolu değişmiş
Gönül pazarına uğradı yolum
Âlimler değişmiş ulu değişmiş
Farkına varmadım geçen günümün
İmtihanla geçen garip ömrümün
Bahri ummanlarda yüzen geminin
Rotası değişmiş yolu değişmiş
Göç ettik gurbete geçim derdinden
Ayrı kaldım mekânımdan yurdumdan
Ben koşarım insanlığın ardından
Töresi değişmiş şanı değişmiş
Seyit Mehmet der ki şaşarım böyle gidişe
Gülmeyi unuttuk azaldı neşe
Ömür yazı bitti yaklaştır kışa
Çarkı değirmenin unu değişmiş
SEYİT İBRAHİM’İN TÜRBESİNE
Sene yirmi beşte sürgün geldim
Ciğerbağ köyünü mekân eyledim
Seyitoğlu olduğumu söyledim
Dostlar kucak açtı eyledi beni
Benim soyum kaldı Dersim ilinde
Bülbülüm öterim gülün dalında
Kırklar meydanında pirin yolunda
Dostlar kucak açtı eyledi beni
Zile ilçesini ben mekân tuttum
Ciğerbağ köyüne göz gönül kattım
Burada evlendim yuvamı yaptım
Eşim, çocuklarım eyledi beni
Seyit Memet, İbrahim’in torunu
Çekerek çayından içer suyunu
Hacı Bozun köprüsünün yolunu
Boylayan köylüler söyledi beni
DURURUM
Bir robot misali gurbet ellerde
Çalışır oturur yatar dururum
Sanki altın gibi ömrüm sarrafta
Her gün gram gram satar dururum
Gönül ister yüce dağları aşmak
Pirin huzurunda kaynayıp coşmak
Bülbülün figanı güle kavuşmak
Dikenin dalında öter dururum
Gençliğim sır oldu çark-ı devranda
Hasat vakti savrulurum harmanda
Bir sal misaliyim bahr-i ummanda
Dalgalar içinde batar dururum
Seyit Tezel anlayana bu sözüm
Hep kışa çevrildi baharım yazım
Ulu çınar gibi yaşlandı özüm
Kesilir, biçilir, biter dururum
SEYYİD RIZA’YA
Sene otuz yedi Dersim karıştı
Yaşı doksan yüce dağları aştı
Halkı için deni canından geçti
Kırk gözeler ağlar Seyit Rıza’ya
Düzen ailesini perişan etti
İbrahim Tokat’a sürgün gitti
Ciğerbağ köyünde bir mekân tuttu
Zile kucak açtı Seyit oğluna
Bu köyde evlendi bir yuva kurdu
Mevlam duran diye bir evlat verdi
Ciğerbağ köyünde ömrü son buldu
Ecel burada geldi Seyit soyuna
Seyit Mehmet dedesini görmedi
Babam uzak durdu yolu sürmedi
Dedem öldü ama gerçek ölmedi
Yolu sürmek düşür Seyit soyuna
MUNZUR DAĞI
Munzur Dağlarında büyük fidanlar
Uğruna verdik gencecik canlar
Onca yıllar geçti ağlar analar
Unutamam dostlar yüreğim yanar
Seyit Rıza dedemin varsam yanına
Bu canım kurban olsun onun yoluna
Gönlüm gitmek ister Dersim iline
O yüce insana diyeceğim var
Babamın babası seyit İbrahim
Dilimde tesbihtir her dem söylerim
Ziledir kazam Tokattır ilim
Dedemin yolunu sürerim canlar
On iki gözeler akar durmadan
Teselli olamam ki gidip görmeden
Mehmet Tezel tatlı canını vermeden
Mevlam nasip etse görsem dostlar
YA ALİ
Memleketi parça parça böldüler
Özgürlüğü elimizden aldılar
Cemevine cümbüş evi dediler
Halimiz perişan yetiş ya Ali
Cüppeliler gezer her bir köşeden
Vatandaş teselli arar şişeden
Payımız azaldı huzur neşeden
Kaybolup gidecek yetiş ya Ali
Yedi düvel sarmış idi vatanı
Mervan soyu tanımıyor atamı
İncittiler yerde şehit yatanı
Gaziler ağlıyor yetiş ya Ali
Çocuk sıfır yaşta tanır hocayı
Arapçadan öğretirler heceyi
Çekirdekten yetiştirir cüceyi
Tehlike çoğaldı yetiş ya Ali
Bunlar Avrupa’nın olmuşlar iti
Endişem var bu gidişat çok kötü
Bedevinin kuralları pek katı
Seyit Mehmet bekler yetiş ya Ali
ALİ DEDE
Bir maruzat için geldim yanına
Canım kurban erenlerin yoluna
Hizmetin var ilim irfan yoluna
Benim de fikrimi al Ali Dede
Altının kıymetini sarraf bilir
Yolu bilen talip meydana gelir
Elbette arayan mevlasını bulur
Benim özüm belli bil Ali Dede
Sabah erken kalkan dede oluyor
Ayık insan gerçekleri görüyor
Hazırcılar bana hesap soruyor
Ara eksiğimi bul Ali dede
Seyit Mehmet ben davamdan dönmem
Aduların seviyesine inmem
Baykuş gibi viraneye tünemem
Bülbülün ilacı güldür Ali Dede