Anadolu Kadını’nın Bir Çileli İsmi: YETER ŞAHİN’LE SÖYLEŞİ

Erzincan “Kiştim Evliyası”nın Yurdundan

Bir Ozan, Bir Dede Kızı, Çocukluğu ve Yaşamı Zorluklara Geçen Bir Can İnsan

Anadolu Kadını’nın Bir Çileli İsmi: YETER ŞAHİN’LE SÖYLEŞİ…

Ayhan Aydın

Sevgili ozanım bize kendinizi nasıl tanıtırsınız, nerede, ne zaman dünyaya gelmişsiniz?

Ben Anadolu kadınlarından; güneşi seven, ayı seven, doğayı seven, evreni Allah olarak gören bir deli ozanım.

Kırk altı doğumluyum. Erzincan Kiştim Köyü’nden dünyaya gelmişim. 11 kardeşin beş numarasıyım. Anadolu’da babalar hep oğlan ister, 7 kardeş anamdan kız oldu. Oğlan olanlar ölmüştü. Sonra babam tekrar evlendi, dörtte ondan (2 kız, 2 oğlan) evlat oldu. Böylece 11 kardeş olduk. Babam saf, temiz ama cahil olan bir insandı. Doğruluğu, dürüstlüğü seven, toprağı seven, yeşile tapan bir insandı. Ama ne yazık ki, toplumumuzda cehalet bir insanı iter çukura. O da öbür insanın hayatını mahveder. Babamın kafasında ikinci evlilik fikri yoktu, onun kafasına girdiler, ama o da sonradan çok pişman oldu. Tabii geçim zor olduğundan beni babam okula gönderemedi. Ben hayvanları otardım (yaydım). Ablamın kocası askere gidince beni babam ablamın yanına hizmetçi olarak verdi. Onun hayvanlarını yaydım.

Orası uzak bir yer miydi?

Bizimki dağlık bir köydü, yamaçtı, üzüm bağlarımız vardı. Ablamın köyü (Küçükkadıhan) ovalıktı, Erzincan Ovası’ndaydı. Onun hayvanlarını otlatırdım. Ordan babamlara peynir gider, (bakraçla), babam da onlara eşeğe meyve yükler getirirdi. Ama arada kalan bendim, çok ezildim.

Babama giderken, beni götür, derdim götürmezdi. Eşeğe Fırat’ı geçer giderdi, ben bakar kalırdım ardı sıra, suyu geçemezdim. Ben de ağlayarak ablamın evine dönerdim. Yirmi camuşları (sulak yerleri severlerdi) ayrıca, inekler de vardı. Hatta onlar beni ezmezdi, (gıdık gibiydim (küçücüktüm)). Acı insanı pişirir. Acı çekmek, bir de okumak insanı pişirir. Ben gider hayvanların arasına yatardım.

Neye sığınırdınız?

Erzincan Ovası’nda gözeler vardı. Taşa ip sarardım, hiç unutmam, yağmur yağdı, her taraf su oldu. Gözeler doldu, ben gidemedim, hayvanlar gitti. Ben korktum, gözeleri bulamam, diye. Karanlık çöktü, ben korktum, “Kiştimin Evliyası”  vardı, onu andım,  ona “Meçit”  diye çağırdım. (Meçit: Bir söğüt ağacı, bir sene bir dalı kurur, diğer sene başka bir dalı kurur, ama bir başka dalı yeşerir. Buna Meçit denir. Orada yatır var. Orada Hıdırellez de kurbanlar kesilir. Yemekler yenilirdi. Yeşil bir yerdir. Eski köydür. Kiştim Köyü taşındı. Eski köyü siz görmemişsinizdir. (Bu sene doğduğum köye gidip o yerleri gördüm.)

Babamın ocağı El’Abbas’tır. Ben de ya El’Abbas, ya Celal Abbas kurtar beni, diye ağlıyorum. Yani biz Celal Abbas soyundanız. Babam dedeydi. Eniştemin tarlasında icar olan (yarı yarıya eken) insan ablama soruyor, nasılsın Gülperi Ana diye?  Haydar Ağa, mallar geldi de, Yeter gelmedi, diyor. Peki, Yeter giderken hangi tarafa götürdü malları, işte sol taraftaki tarlalara götürdü. Çünkü Haydar Ağa’yı eniştem giderken tembihlemiş, ailem sana emanet, ille Yeter’e dikkat et, diyor. Çünkü çocuklar ufak, onlara da bakıyordum, ablam hasır örerdi, sulak yerlerden cim biçer, onları beraber deste yapar, halı örer gibi, tezgâhta hasır örerdi. Ondan sonra da, kağnı arabasına bindirir, şimdiki Üzümlü o zaman Cimin’di, oraya götürür (belki satar, değiştirir) kuru üzüm, incir ve diğer ihtiyaçları getirirdi. Bir küp pekmez, içine fare düşmüş, ben açık koymuşum, (Ablamı kaybettik, ruhu şad olsun ama (1957’ler)) fare düşen küpteki tüm pekmezi bana yedirdi; hayat bu, fakirlik işte.

Haydar Ağa beni bağıra bağıra buldu, aldı götürdü. Senin okula gitmen lazım oğul  (bizim orada sevdiğine oğul derler), ben de ağlayarak onun sırtında elini tuttum. Dedim ki, okula gitsem, Cemal Gürsel’i görebilir miyim? Atatürk gibi şapkası var. O da elimi sıktı, dedi ki, sen okula gitsen büyük adam olacan. Yok, emi ben büyük adam olmak istemiyorum, ben kitap okuyayım yeter, çünkü ben okumayı, kitap okumayı çok seviyorum, dedim. Ertesi gün sabah oldu. Ablam hayvanları sağmaya gidecek. Bana dedi ki, sepeti al eline, git bahçedeki gülleri topla. Gül şurubu olacak, çünkü misafirlere şurup veriliyordu. Ama gülleri köyün mallarını yayan çobanın oğlu topluyordu. İsmi Cemal ama Cemo, derlerdi. Dudaklar çatlamış, yorgun, perişanlık, fakirlik… Ağlayarak, dedi ki, Yeter kimse duymasın. O zaman üçe kadar okumuş, Erzincan’da sınava girmiş, okulu kazanmış ama gidememiş. Yeter diyor, ben bunları toplayacağım, Erzincan’a gideceğim, bunları satacağım, bunları harçlık edeceğim, diye ağlayarak söylüyor. Ben zaten okumak istediğim için, ben de topla bunları çabuk kaybol, dedim. Hayatımda ilk defa söylediğim yalan buydu: sepet nerde, gülleri topladın mı oğul? Dedi ablam. Ben de, bilmiyorum abla, birileri toplamış, dedim. Bu hayatımda söylediğim bir yalandır. (O çocuğun babası Kürt Cemo, anası Kürt Cemile’ydi. Karı koca ve çocuklar köyün çobanıydılar. Cemile dağ köylerinden gelmişti. Dağ köylerindeki sular temizdi. Köyün suları pisti. Cemile der ki, bu köyün suyu çok pis der, biner trene gelir Ankara’ya. Ankara’ya dilekçe verir. (İnönü başta sanırım.) Bunun sonucu köye sontaj açılır, köye su gelir. O çocukta okudu, subay oldu. Şimdi ise emekli olmuş.)

Hiç boş zamanınız oluyor muydu, arkadaşınız var mıydı? Nasıl mutlu oluyordunuz?

Yaklaşık on yıl o köyde kalmıştım.1963’de kendi köyümdeydim. Ben o zaman eğlence bilmezdim ama hayvanları çok severdim. Gece dışarda, kapının önünde yatardık. Göz ağrısı çok çektim, gözlerim ağrırdı. Sinek çoktu, çok sıcaktı, dışarda yatıyordum. Bir ara ablam şehire gittim. Ablam bana da kendisine de elbise almış, o zaman bana Sümer basmasından elbise dikmişti, ona çok sevinmiştim.  Eniştemin amcası Haydar Dede, köyün ileri geleni, zengin, durumu iyi, her Perşembe onun evinde cem olurdu.  Ahırında Hızır’ın Ayağı, diye bir taş ziyareti vardı. Hızır oraya ayağını basmış, derlerdi. Her Perşembe evinde cem olur, Hızır Ayağı’nı ziyaret ederlerdi, orada ağlarlardı, sızlarlardı, oraya lokma getirirlerdi. Haydar Dede üç dört saat cem tutardı. Ben derdim ki, o kurban olayım diline, bu ne kadar çok okumuş, ne kadar çok şey biliyor, derdim. Hâlbuki onun okuması yazması yokmuş, sonradan öğrendim ben.

Haydar Dede nasıl bir insandı?

Herkes onun önünde ceketlerini ilikliyordu. Ben çok küçüktüm tam bilmiyorum ama onu seviyorlardı. Büyüklere sevgi saygı vardı, itikat vardı. (Eskiden öyleydi, ablam onu görünce ağzını kapatırdı).

Bir gün onun bahçe duvarının dibinde otururken, bahçede bir armut var, benim de çok canım istedi onu yemeği. Ya Abdal Musa, ya Allah dedim, taş attım armuda, armut bana taraf düştü. Tam armudu ısırırken Haydar Dede gördü. Bağırarak ablama geldi, çerçici gelince bu çocuğu meyveye doyur, dedi. Ben zaten ben armudu duvarın öbür tarafına atmıştım. Ablam bana bir dayak attı, ağzım burnum kan içinde kaldı, bana laf getirdin, diye beni dövdü, rahmetlik.

Dört beş kadın ellerinde tepsilerle Haydar Dede’nin ahırına lokma götürüyorlar, hava güneşli. Ben dayak yemişim, canım yanmış, oturuyorum. Kendi kendime düşündüm: ablama bağırdım, ha bu Hızır da senin gibi hayın, dedim. Sus kız, günah değil mi, günah öyle deme, dedi. Peki dedim, Haydar Dede’nin evinde her Perşembe cem oluyor, herkes oraya bir şeyler getiriyor. Haydar Dede zaten zengin, bu köyde o kadar fakir var, niye onlara gitmedi de, Haydar Dede’nin ahura girdi, Hızır, dedim. Ablam tekrar bana bir dayak çekti. Düşünsen öyle… 

Yıllar sonra gidince her şeyi değişmiş gördüm orada. Hatta evlerin, ahırların yerleri hep tarla olmuş, yonca ekmişler, ama yuvarlak ortası boş bir yer var. Sorduğumda Haydar Dede’nin torunu Naci dedi ki, o boş olan yer Hızır’ın ayağının taşının olduğu yer. Hala orda duruyor.

 

 

Yıllar sonra o köye gittiğinizde içinizde neler canlandı?

Sabahlara kadar ablamın hasır ördüğü beline kadar sülüklü göllere girip cim biçmesi aklıma geldi. Duygulandım, hüzünlendim, gözyaşlarım aktı. Oradaki insanları düşündüm. Bir de orada herkesin gözü ağrırdı. Çünkü sinek çoktu, sulaklık bir yerdi. Çok iri iri şeker pancarları vardı, şimdi ufak ufak elma gibi şeker pancarları var. Tarlalar boş, insanlar yok… Benim yaydığım camuşların izi bile kalmamış. Onları özledim, aradım, hatırladım, duygulandım.

O günlere hiçbir özlem duydunuz mu?

O toprak verimliydi. Kağnı arabası varken, tekerlekli arabalar yok olmuş, tarlalar bomboş, evlerin önü bomboş, köyler boşalmış. O günleri özledim. Ama bugünün neyini seveyim, özleyeyim…

Kiştim’e gelelim…

1963’te köydeydim. Artık babam geldi, beni götürdü. Yukarı köy, aşağı inmiş artık içinden tren de geçiyor, otobüs de. Kiştim’in Evliyası da Aşağı Köye gelmiş. Ama Mesçit orada, yukarı ki köyde kalmış. Yukarıdaki köydeki, yani Kiştim’in eski yerleşimindeki tüm tarlalar da bomboş olmuş. Çalılık olmuş. Ceviz ağaçları vardı, kalın kalın şimdi hiçbiri yok.

Kiştim Evliyası nedir?

Bu evliyalar nedir diye ben de çok merak ederdim. Kimisi ağaç der, kimisi onu yılan şeklinde görür, kimisi ona canlı derdi. Güzel cemler yaşadık biz kendi köyümüzde. Hayal meyal hatırladığım şeyler var. Köyün girişinde üç yolumuz vardı. Perşembe günleri cem olurdu. Kiştim Evliyası anılırdı Anadolu’da. Evliya Damı derlerdi, cem orada olurdu. İmece usulü yapılır, ufaklığımda cem evlerinde çok güzel şeyler yaşadığımı anımsıyorum. Lokmalar tavana kadar dolardı. Dedeler dizilir posta, cem tutulmadan önce, dede ne gerekirse hizmetliler onu söyler. Hatırladığım kadarıyla, çocuktum çünkü hiç unutmam, bir dua ederlerdi, ağanın köpeğini seslemezlerdi, bir köpek seslediler (çağırdılar) köpeğe perdeleri açtılar, bakalım hangi lokmayı alacak, diye merak olurdu. O köpek de ikici mi üçüncü mü lokmayı aldı, itti ayağıyla. Yıllar sonra bunun sıradan bir şey olmayıp, “ilahı bir şey “ olduğunu anladım. O lokma dağıtılmadı. Lokmalar cemden sonra dağıtılıyor. Dedeler duaya başlar, Zakirler saz çalmaya başlarlar. Evliyanın hizmetini yapan kişiye “baba” derlerdi. Kısa boylu, esmer bir adamdı. Dede soyundan değildi. İlk önce cemden önce kazanlar, taslar kalaylanır sıraya dizilirdi. Temiz su dolardı, (cemlerden sonra dağıtılmak için). Bir dua (bu dua cemde okunan dua değildi, başka duaydı) okunduktan sonra evliyayı eline alarak gelirdi baba. O zaman bilinçli değildim. Ben o zaman bilinçli olmasam da, çok ilahi şeyler yaşadığım şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar şimdi aradan kalktı. İnanca hile girdi. Babanın elinde evliya (tarik çubuğu) gelirdi meydana, büyük bir ocak vardı, orada ateş yanardı, büyük odunlar vardı. Baba meydana gelir, millet ağlardı, o kadar itikat vardı ki… Çok vardı. Ağlayan sızlayan, Allah Allah dedikçe cemevinde yer gök inlerdi. Ben bunu yaşadım, yaradan biliyor. Adam çıkar ateşin içine girer, baba, evliya elinde, lokmanın sahibi köpek yemedi senin lokmanı der, insan ol ki lokman yensin, haram girmesin buraya, bu meydana, dedi. Baba ateşin içinde, kendi gözlerimle gördüm ateşin içinde baba, kızlarınız da evlat, kıymetini bilin, dediğini çok iyi hatırlıyorum. Ortaya bir isim atar, filan diye… Sen koyunu aldın yedin, o senin değildi, der… Koyunun sahibi çalındı biliyor, Allah da biliyor, sen bunu öde, hakkını al, ondan sonra bu ceme gel, yoksa gelme derdi… Hile yapan cemevine gelmesin, derdi. Bunları hatırlıyorum…

Ateşin üstünde olan baba, (bu Baba diye anılırdı, sonra vefat ettiğini duydum.) evliya elinde nasıl çıkardı bilmiyorum, kendisi yukarı giderdi evliyayla kaybolurdu. Yer gök ağlardı… Sesli ağlarlardı, erkekli, kadınlı ağlarlardı…

Evliya gitti… Bizi affetti diye ağlarlardı. Kaç dakika geçtiğini bilmiyorum, evliya elinde kapıda belirirdi baba. Haksız olan haksızlığını bilsin, doğru yolda olan değişmesin, insan olduğunu bilsin, derdi… Dualar başlardı. Görgü, müsahip cemleri hep ayrı ayrıymış sonradan öğrendim ben.

Müsahip cemlerinde dört kişi (iki erkek, iki kadın) yeni çarşaflardan biri yere serilir, biri üstlerine serilir öyle dua alırlardı. Burada çok evrensel bir şey yaşanırdı, çok ahenkli şeydi, çok dualar edilirdi. Milletin yüzü hep dedelere doğruydu. Ailecek otururduk, herkes bir otururdu, büyük büyük, küçük küçük herkes kendini bilirdi. Karışık otururdu. O zaman başka köylerden gelen de vardı. Müsahip kardeşler, ortaya çıkarılır. Kalaylı kazanlar meydana gelir. İçlerinde bakırdan kalaylı taslar vardır. Lokmalar bölünür, lokma, tepsi tepsi ilk önce lokmalar dağılır. Sonra da tasta sular içirilir. Taslar bembeyazdır, kazanlar kalaydı, doludur. Hizmet eden gençler, “iç İmam Hüseyin aşkına” diye ağlarlardı. Ya Hüseyin aşkına, derler… Yer gök inler, gözyaşları sel olurdu… Herkes birbirini kucaklayarak sarılırdı. Herkes evlerine dağılırdı. Misafirlerin yatakları ayrıydı, biz onların yatağında yatamazdık. Yine cemin sohbetleri hep devam ederdi. Çaylar içilirdi. Görgü, müsahipli cemler uzundu. Cemler sırasıyla evleri gezerdi. Dedeler davet edilirdi, sohbet edilir, lokma edilirdi. Anladım ki, hakkullahı dedeler ihtiyaçtan fazlasını dağıtmalıymış.

Ben eski cemleri yaşadım, ona seviniyorum. Ama bazı şeylerin de kalkması lazımdı.

 

Neydi kalkması lazım dediniz, neydi bunlar?

 

Kızları evlendirirken sormaları lazımdı…

Kızları okutmaları lazımdı…

Kızları ezmemeleri lazımdı…

Kızları bazen köle gibi kullanmamaları lazımdı…

Namus kadının kendisine aittir. Namus, babanın, annenin, kocanın değildir. Eğer kadın bilinçli olursa, kadın olarak zaten kendini savunacak, kendi namusuna da sahip çıkacak…

 

Köyde ne kadar kaldınız?

1963’de Küçükkadıhan’dan köye geldim.

1967’e kadar köyde kaldım. Ama sen biliyorsun bunun başka öyküsü de var…

 

Ona geleceğiz.

 

1965’de İstanbul’a üç aylığına geldim-döndüm, iş için. Amcam bırakmadı.

 

Biraz Kiştim’den bahsedin? Babanız dedeydi. Dedelerden, babanızdan biraz daha bahsedin?

 

İzlediğim kadarıyla eski güzellik kalmadı yavaş yavaş. Babamın bir tane el yazısı Kuran’ı vardı. Ben ona işleyerek bir örtü yapmıştım. Babam her akşam Kuran’ı öper, asardı yerine. Beni okula göndermedi, senin yaşın büyük, sen hayvanları otar (güt) dedi. Bu sefer de bizim köyde hayvan otlatmaya başladım. Benden başka iki kardeşim daha var, küçük… O meyanda oğlan çocuğu için evlenmeye kalktı. Annem de dedi ki, sen Yeter’i okula göndermedin, küçüklerin ikisi okuyor, ilkokulda. Eğer Erzincan’a gönderirsen bunları o zaman senin evlenmene izin veririm dedi, annem. O meyanda ben okumak istiyorum, okumayı sökmeye çalışıyorum, hayvanları daha çok tren yolunda otlatıyorum. İnsanlar ekmekle birlikte ekmeği yedikten sonra gazete atıyorlar, ben onları arar bulurdum, düzlerdim, okuya çalışırdım, okumayı bilenler yalvarırdım, onlara okuttururdum, anlayamadıklarımı. Akşam çamur yapardım, üstünden düz olsun diye, sopayı geçirirdim. Etrafına taş dizerdim, kimse ayak basmasın diye. Sabah suyu çekilince, yoldan geçene sorardım, yalvarırdım, Haydar Emmi, ha burada adını yaz, yazıları bana göster, bana anlat, ben okumak istiyorum, derdim. Bana çok yardımcı olanlar oldu, dede bu kızı niye okula göndermedin, diyenler oldu… Ama öğrenebildiğim kadar öğrendim. Nüfus kâğıdımız yokmuş, öğretmeni söylediler, onlar da bize geldi, oturuyorlar. Ben yalvarıyorum, ayaklarına düştüm, benim babamın gönlünü edin, ben okula geleyim, dedim. Dede kızı okula gönder, okusun. Yok, yok o biraz yavaş yavaş okumayı söktü dedi, yine beni göndermedi. Ne yaptı, ne etti beni göndermedi. Öğretmenler ise beni ablamdan küçük yazmışlar. Ben okuma isteğimle yanıp tutuştum. Derdimi herkese anlatamadım. Ama ne yapıp edip, okumayı söktüm. Babam nerden gidip, Hayber Kalesi, Şah Hatai, Abdal Musa gibi kitapları taliplerinden alıp getirir, ben okurum, o götürür yine yerine verirdi.

Köyde her akşam bizim ev dolardı, ben okurdum onlar dinlerdi. Gaz lambasını da babam tutardı. Beni okutmadı ama okuyunca da bırakmadılar. Ben o zaman çok kitap okudum. Ben erenlerle, Alevilikle ilgili şeyler okuyordum, millet ağlıyordu, ilgiyle dinliyordu. Ama ben tam anlamıyordum. Annem gaz bitiyor, derdi. Bu sefer komşular bize gaz getirmeye, şeker getirmeye başladılar. Millet sıraya girdi. “Hüseyin gaz sırası sende” derdiler. O da ertesi gün küçük bir şişeyle gaz getirirdi. Kerbela’yı okuyunca millet ağlardı.

 

Babanız nasıl bir insandı?

 

Babam böyle bir insandı; yardımsever, konu komşu hakkı gözetir, alçak gönüllü bir insandı, tam posta oturmaz, mütevazıydı, kara düzen saz çalardı. Üzümü olmayana üzüm gönderirdi. Bize her zaman misafir gelirdi. Zaten Perşembe akşamları evler misafirle dolardı, çevre köylerden gelirlerdi.

 

Kiştim Evliyası’na çok kurban gelir miydi?

 

Daha çok Meçit’e kurban giderdi.

 

İnsanlar nasıldı?

 

İnsanlar birbirleriyle çok çok iyiydi. Komşuluk, akrabalık çok iyiydi. Ama kadınlar eziliyordu. En çok işi kadınlar yaparlardı. Bir de oğlu olmayan kadınların gözleri yaş akardı, kocaları oğlan istiyordu. Köylüler hep bir araya gelirdi, sohbet edilirdi, çaylar konulurdu, yemek hep ortaklaşa yenilirdi.

Zaten bizim ev köyde anılmıştı. Babam Erzincan’a gidince “destan” getirirdi. Destan şiir demekti, basılı şiir. Evin önü dolardı. Aziz Dede Erzincan’dan destan getirdi, Yeter okusun, biz dinleyelim, derlerdi. Hiç unutmam, bir tarihte, 35 asker yanmış, onun destanın okudum, öyle bir yanık yazmış ki ozan, ben hem okuyup hem ağlıyordum. Acı bir yerde patlak veriyor. İşte bu işler birden bire olmuyor. Ben de onlardan etkilendim ki herhalde ben de yazmaya başladım.

O meyanda babam benden küçüğünü ilkokul bitirince Erzincan’daki ortaokula yazdırdı. Orada ablam vardı evliydi, onun yanında okuyacaktı. Babam annem söz verdiği için, bu sefer evlenmeye çalıştı, erkek çocuk için. Çok acı bir şey, bu sefer de zavallı anam da, babama kadın- kız bakmaya başladı. Sonuçta annem baba bir dilsiz kız buldu. Evlendiler. Kadın bilgisiz, bir de üstelik kendi kardeşleri var, onlar da her gün bizdeler… Ben bu sefer dikiş diktiğim için herkes dikiş işlerini bana getirmeye başladılar. Çocuklara ben destek olmaya çalışıyorum, çünkü ben okuyamadım, bari onlar okusunlar, diye ben onlara yardımcı oluyorum. O nedenle parayla dikiş yapıyorum. Ama onlar da bu sefer bana dikiş için getiriyorlar, topluyorlar, babam onlara kıymet veriyor, bana parasız iş yaptırıyorlardı. Bu çok sıkıntılı bir durumdu. Zavallı annem de çok üzülüyordu. Annem artık ona sen kardeşimsin, bana yaklaşamazsın, dedi. Çünkü çocukların okuması için bu sözü vermişti. Yani annem artık babamın kardeşi oldu!

 

Bu arada Erzincan’daki ablamın yanındaki bir terzi kadından üç gün kalarak dikiş nakış öğrendim, ben dikiş yapmaya başlamıştım, babama yalvar yakar bir dikiş makinesi aldırmıştım. Bir de bir ara İstanbul’a iş için gelmiştim 1965’te, radyodan birkaç şarkı öğrenmiştim, Zeki Müren’den, bunu da köyde söylüyordum.  Bizim köyde türkü dinlenirken, ben söylerken, kadınlar camın önünde beni dinliyorlarmış. (Yıllar sonra bir çocukluk arkadaşımla tesadüfen İstanbul’da vapurda karşılaştık, sarıldık, ağladık, hasret giderdik.)

 

Emeğinin değeri olmayan dervişler…

 

Aynen öyle…

 

Söyleşi: Ayhan Aydın, 24 Şubat 2017, Cuma, Şahkulu Sultan Dergâhı

 

(Ozanımla daha önce Cem Tv.’de bir programımız olmuştu. Ayrıca kendi evinde iki kez bulundum. Sazlı sözlü sohbetimiz oldu. Karacaahmet Sultan Dergahı’nda yine 2015’de bir söylemişimiz oldu. Başka bir zaman yine görüşlerini derledim. Gerçek anlamda yanan, yakılan bir ozan olan Yeter Ana, dertlerle yüklü bir şekilde yaşamına devam etmektedir. En son yine Şahkulu Sultan Dergahı’nda buluşarak yüz yüze görüntülü uzun soluklu bir söyleşi daha yapmıştım. (8 Haziran 2021) Zaman zaman telefonla aradığım 77 yaşındaki Yeter Ana’yla 2 Kasım’da telefonla görüştüm. Yine yüreği yangın yeri… Mutlaka buluşalım, beni yalnız bırakma, ben kendi içime kapandım, dertlerim çok, diyen sesi beni çok etkiledi. En kısa zamanda kendisiyle buluşup sohbet etmek istiyorum. )

 

Kitapları

  • Acılarımız, 2000,
  • İstanbul Ağlıyor, Yeter Şahin, Devir Yayınları, 2010, İstanbul
  • Güneşe Koşalım, Yeter Şahin, Devir Yayınları, 2010, İstanbul
  • Taksim’de Kıvılcım, 1. Baskı, 2013, İstanbul
  • Kırgız Sokak’ta Bir Kadın, Anı Roman, Yayın B, 2015, İzmir

 

BEN SİZDENİM

 

Sığınacak yeri yoklar kar yağmış yuvasız kuşlar

Susuz kavrulan ağaçlar unutmayın ben sizdenim

 

Güneş altında ırgatlar büyük şehirde hamallar

Savaşa giden atlar unutmayın ben sizdenim

 

Belayı hiç aramayan derde çare bulamayan

Acımasızca yanmayan unutmayın ben sizdenim

 

Suçsuz zincir bileğimde bir göze var emeğinde

Zindanların her yerinde unutmayın ben sizdenim

 

Kayığı su alanlar oltaya takılanlar

Gözü nemli bakanlar unutmayın ben sizdenim

 

Gecenin şafağında emekçi kalkar yerinden

YETER’im günün birinde kavuşuruz ben sizdenim

 

(Kitap Arka Kapağı)

 

(Güneşe Koşalım, Yeter Şahin, Devir Yayınları, 2010, İstanbul)

YUSUFUMU OĞLUMU YARATANIM SEN KORU

 

Yelkenini açtı yavrum

Kanatlanıp uçtu yavrum

Gurbet ele düştü yavrum

Yaratanım koru onu

 

Kötü şeyleri içmesin

Zehirli lokma yemesin

Yasaklı yere gitmesin

Yaratanım koru onu

 

Ey erenler yardım eyle

Kaftan ile onu bele

Vücudu gelmesin sele

Yaratanım koru onu

 

Atmışım senin koluna

Bebeğimi sar koynuna

Günahını ver boynuma

Yaratanım koru onu

 

Anasının büyük karı

Yandı ki arı arı

Derdi gönlüme zararı

Yaratanım koru onu

 

Sağ selim yurduma dönsün

Bizleri yanında bilsin

Yuva kursun torun versin

Yaratanım koru onu

 

Üç yavrumun bir tanesi

Çok kıymetlidir kendisi

YETER’in Havva nefesi

Yaratanım koru onu

 

10 Kasım 2002

Uğur Mumcu - Kartal

 

ADIM ADIM ANADOLU

 

Ayhan kardeşime armağanımdır

 

Adım adım Anadolu

Eren dolu sağı solu

Pirim Hünkâr Hacı Bektaş

Düzgün Baba can kardeşim

 

Yüreği temizdir özü

Sırtında yoktur çulu bezi

Perişandır kızı

Sevgisi yalın kardeşim

 

Hiç uyumayın hey canlar

Tembelliğin zamanı mı

Yavuz yolunu kesmiş

Kurutuyor can kardeşim

 

Anadolu Karadeniz

Ulu dağlar yatırlar giz

Alevi Sünni hepsi biz

Hepimize hür kardeşim

 

Gezdin ulu erenleri

Yüce dağlar her yerleri

Baytar dedi birileri

Yunus musun can kardeşim

 

Kadeh kadeh içtim demi

Seni beni onu hemi

Semah döner Kırklar Cemi

Hep bir gemide kardeşim

 

Kerbela’dan can yanalım

Sahralarda savrulalım

Kızgın sacda kavrulalım

Şahımdan dönmem kardeşim

 

Yavuz silahlı belinde

Varlık da hep tekelinde

Bozuk düzen hile ile

Samimi değil kardeşim

 

Nice derviş nice ozan

Acı çekmiş dertli yazan

Gezdin gördün dünya kazan

Bal gerekli can kardeşim

 

Çalılarda kuşburnular

Bağda çalışan kadınlar

İşsizlik var çok çocuklar

Hala doğurur kardeşim

 

Acılarım kemiklerim

Koca dünya yoktur yerim

Ayhan dostu çok severim

Bir Deli YETER kardeşim

 

7 Ocak 2004

Uğur Mumcu – Kartal

 

GÜNEŞE KOŞALIM YAVRUM

 

Asker ettim uzun yola

Aman yavrum kendin kolla

Sık sık bana haber yolla

Çok özlerim seni yavrum

 

Doğuda Sarıkamış’ta

Yiğidim oğlum var orda

Bekçidir yağmurda karda

Düşman suyu keser yavrum

 

Zalimlere izin verme

Mazlumlara hiç yürüme

Kendini de yüksek görme

Bu annenden öğüt yavrum

 

Güzel yurdum Türkiye’m

Karanlıklar çok ne diyem

Savaş hiç olmasın gülem

Güneşe koşalım yavrum

 

Oğlan verdim ben kız verdim

Kah ağladım ben kah güldüm

Sen bendensin kalbimdesin

Sayılı gün çabuk geçer

Sağ salim gel canım yavrum

 

Toplumsa hizmetler verdim

Görevdeyim işte canlar

Türk kadını hiç boş durmaz

Dertleri var canı yanar

Dünyada yer bulamamış

Tanımazsın YETER yavrum

 

14 Aralık 2005

 

Güneşe Koşalım, Yeter Şahin, Devir Yayınları, 2010, İstanbul

BENİ

İki dirhem sıvı kuyuya düştüm

Dokuz ay demlendim orada piştim

Ağladım dünyaya gözümü açtım

Bir helep kaputa sardılar beni.

 

Bana sormadılar geleyim diye

Kıymet vermediler niçin ne diye

Oğlan istemişler sanki hediye

Kız oldum kumlara gömdüler beni.

 

Damladığım yere baba dediler

Dokuz aylık karın ana dediler

İlk önce sevildim kıymet verdiler

Aklım yettiğinde dert sardı beni.

 

Bak iki gözüm var iki ayağım

İki de kolum var duyar kulağım

Nice diyar gezdim iki bacağım

Kafatasım beynim var etti beni.

 

Evrenin içinde insan türüydüm

İlk önce süründüm sonra yürüdüm

Aklım çalışınca korkuyu bildim

Yaşam azmi ile har etti beni.

 

Fırsatı bulmuştum ilim okudum

Evreni tanıdım özümü buldum

Canlılar içinde en şanslı kuldum

Doğanın kanunu alt etti beni.

 

Hekim oldum kurtardım nice canı

Cahil oldum söyledim çok yalanı

Zarar vermese de boğdum yılanı

Her canlıdan üstün eyledi beni.

 

Dağları yararak maden açmıştım

Bulutlar aşarak uçakta uçtum

Çaresiz kalarak sanki bir baçtım

Çok yerde kuraklık aç koydu beni.

 

Evrenin sahibi gözle görünmez

Bunu YETER dâhil kimse bilemez

Sahipsiz dümende gemi yürümez

Ömrüm sonu geldi çark etti beni.

 

2 Mart 2002

Uğur Mumcu, Kartal

 

ÖLME

 

Sevgilim saçını örme

Çok berbat haldeyim görme

Üzülürsün bana gelme

Hasret bana sana değil

 

Elden ele tutuşmuştuk

Haksızlığa yürümüştük

Nice zindana düşmüştük

Ben üşürüm sen üşüme

 

İftiraya kurban gittik

Hak için yürüyüş ettik

Çarpık düzen istemedik

Sen çık ama beni çekme

 

Bana çokça hor baktılar

Canımdan kan akıttılar

Nice canım acıttılar

Ben yanayım sen hiç yanma

 

Ben hücremde acıkmıştım

Böcekleri toplamıştım

Sıçanlarla oynamıştım

Ben aç kaldım sen aç kalma

 

Sesi gelir mahkûmların

Seni arıyor kollarım

Dayağı var gardiyanın

Beni görsün sen görünme

 

Ben inliyorum hücremde

Işık var mı hani nerde

Kader verdi bizi derde

Ben inlerim sen inleme

 

Zamanında Emevilik

Ne hilelik ne tilkilik

Saltanatlık yalakalık

Perişanım sen hiç duyma

 

İmam göndermiş hücreme

Sakın bana da var deme

Seni değil beni alsın

İdam yedim gelip görme

 

YETER artık ben insanım

Yara bere gör her yanım

Vatan için helal kanım

Ben ölürüm sen hiç ölme

 

27 Ekim 2003

Uğur Mumcu – Kartal

 

(İstanbul Ağlıyor, Yeter Şahin, Devir Yayınları, 2010, İstanbul)