“MUHARREM SOHBETLERİ I” (2001)
Ayhan Aydın
Dosttan dostta programımızın Muharrem Özel Sohbetlerinde sizlerle beraberiz. Muharremle ilgili ozanlarımızı, yazarlarımızı, dedelerimizi, kurum ve kuruluş temsilcilerimizi siz değerli Cem Radyo dinleyicilerimizin evine konuk etmeye çalışacağız.
Sizlerinde çok iyi bildiği Aleviler, Bektaşiler, Mevleviler; Ehlibeyt’e yani Hz. Muhammet, Hz. Fatıma, Hz. Hatice ve Hz. Ali’nin oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e benzersiz bir sevgi ile bağlıdırlar. Bu isimler temizliğin, paklığın sembolleri, doğruluğun, dürüstlüğün simgeleridir. Yüzyıllar boyu Ehlibeyt’in etkisi ile sayısız inanç rütielleri gelişmiş, binlerce dize şiir, binlerce kitap hep bu sevgi damarından yararlanılarak yazılmıştır ve bu güzelliğin, sevginin, aşkın simgeleri olan insanlara da maalesef tarih içinde sayısız haksızlıklar yapılmıştır.
Bu gün Muharremin biri. Yani hicri 10 Muharrem 58’de şehit edilen Hz. Hüseyin için tutulan orucun birinci günündeyiz. Sevgili Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin’in öldürülüşünden yüzyıllar geçmesine rağmen bu sızıyı Alevisi ile Sünnisi ile on binlerce insanın içinde duyduğu Muharrem günlerindeyiz. Aleviler, Bektaşiler, Mevleviler, Sünniler 10 Ekim 680 miladi takviminde şehit edilen Hz. Hüseyin için gözyaşı dökmekte onların anısına oruç tutmaktadır.
Bizler de bu konu ile ilgili, Muharrem boyunca sizleri aydınlatmaya çalışacağız, sizlerin sorularını yanıtlamaya çalışacağız.
Bu önemli günde, Muharremin birinci gününde bir önemli konuğum var.
Alevi, Bektaşi, Mevlevi toplumunun önemli ismi, bu toplumun, bu ülkenin insanlarının Alevi Sünni vatandaşların kaynaşması için vermiş olduğu emekle, mücadele ile gönüllerde yer etmiş ve bunu yasal mücadelelerle sürdüren bir akademisyen, bir ocakzade; Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan programımıza hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Teşekkür ederim Ayhan bey.
Sevgili hocam Muharrem elbette ismi ile gönüllerde çok farklı yankılar bulan bir kavram. Hz. Hüseyin orada, Kerbela çöllerinde inancı uğruna direndi ve inandığı ilkelerden taviz vermeyerek şehit oldu, biz buradan hangi manayı çıkarmalıyız?
Evvela böyle bir programı hazırladığınız için teşekkür ediyorum, çünkü Türkiye’de birçok şey bilinmiyor, yani tarihte cereyan etmiş olan olayların bugün tabi muhasebesi yapılmaz, bugün muhasebe günü değildir, onu çok iyi belirttiniz. Bu sadece ders alma günüdür, o manada tarih bilinmelidir. Çünkü tarihte öyle olaylar vardır ki insanlığın tekamülünde önemli bir milat bir başlangıç oluştururlar. Kerbela olayı böyle bir olaydır. Hz. Hüseyin kendisinin şehit edileceğini biliyordu, dedesi Hz. Muhammet te biliyordu, onu kucağına aldığı zaman dedesinin sakallarını çektiği zaman, onu sırtında taşıdığı zaman Hz. Hüseyin’in, Hz. Muhammet’in İslam’ın yüce peygamberinin göstermiş olduğu büyük şefkatin altında nasıl bir kaderle, nasıl bir görevle dünyaya geldiğini bildiği için de bu sonsuz şefkati, torunu Hz. Hüseyin’e özel olarak gösteriyordu, çünkü onun Kerbela’da şehit olacağını biliyordu. Kendisi hadislerinde bunu beyan etmiştir bir çok zamanını yaşamış olan sahabenin yazılarında bu husus açıkça beyan edilmiştir. Neden buna rağmen Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit olacağını bile bile tüm aile efradı ile birlikte gitmeyi göze almıştır? Çünkü kendisinin bu dünyadaki görevinin bazı değerleri için şehit olmayı göze alacak kadar bir örnek oluşturabilmesinin kendisine verilmiş kutsal bir görev olduğuna inanıyordu. Bu açıdan Hz. Hüseyin aynı zamanda Hz. Ali’nin yani babasının kendisine yapmış olduğu ünlü öğütlerin birisinde şöyle diyor; Hz. Ali; “zalime boyun eğmeyin, yalnız haklarınızda mahrum olmakla kalmazsınız, haysiyetinizden de mahrum kalırsınız” diyor, zalime direnmek gerekir. Hz. Hüseyin tarihte bunun sembolüdür. Kendisine saygı gösterilen, kendisine her türlü vaadin yapılabildiği Hz. Hüseyin bunu çok kolay bir şekilde ve tereddüt etmeden ret etmiştir. Çünkü Yezid’in halkın ensesinde boza pişirmesini kendi saltanatı uğruna Kur’an’ın doğrularını ayaklar altına almasına müsaade etmek istemiyordu Yezid bir zulüm içinde idi ve halka zulüm yapıyordu. Böyle bir yöneticiye boyun eğmek kendisi açısından büyük bir zillet oluşturuyordu ve buna karşı koymalıydı ama karşı koyması pasif bir direnme ile meydana gelmiştir. Şahadetini bile bile göze almak sureti ile kendisinden sonraki insanlığa vermiş olduğu önemli bir mesajdır bu. İnançlarınız için eğer bu inançlar adaleti getirmeye yönelik ise insanlar arasında ayrım yapmamaya, tüm insanları kucaklamaya yönelik ise ve bazıları da tam tersine insanlar arasında ayrım yapmaya onlar üzerinde zulüm icra etmeye eğer kalkıyorlarsa bu zulmü icra edecek olanlara direnmek Hz. Hüseyin’in şahadeti ile bir örnek oluşturacak kadar muhteşem bir sonuç doğuracak kadar bir tavırla ancak önlenebilir.
Hz. Hüseyin’in bu açıdan şahadeti tarihin kendisine, insanoğlunun tümüne Alevi’si, Sünni’si, Hıristiyan’ı, Musevi’si, Budist’i her kim olursa olsun zalime boyun eğmemenin sembolüdür.
Hz. Hüseyin hayatını çekinmeden tüm aile efradı ile birlikte kendisini candan seven insanları ile birlikte şehit olmayı göze alabilmenin emsalsiz sembolünü oluşturuyor.
Bu güzel mesajı milyonlarca insan çok güzel algılamış ve anlamış olacaklar ki onun anısını yaşatmak için; onun inancı uğruna abideleşen, ölümsüzleşen ve halkın gönlünde silinmez bir yer eden bu haklı mücadelesini de sonsuzluğa taşımak için de oruç tutuluyor ama bu farklı bir oruç. Dünyada da emsali az bulunur bir oruç, çünkü tümü ile sevgi pınarından kaynaklanan bir oruç.
Çok doğru. Muharrem orucunun çok özel bir yeri var onun için sadece Alevi’ler tutmaz bu orucu Sünni kardeşlerimiz, Şafi kardeşlerimiz, Hıristiyan kardeşlerimizin de tuttuğu bir oruçtur. İşin felsefi boyutlarını bilen, işin mesajını düşünebilen her insan için bir saygıyı ifade etmek üzere tuttukları akli bir oruçtur, diğer oruçlardan çok derin bir farkla ayrılır. Kitabi olan dinler de oruç olduğu gibi kitabi olmayan dinlerde de oruç vardır. Ama onlar dine dayalı oruçtur, insanlar oruç tutar ama dinin gereklerinden olduğu için tutarlar. Eğer siz Hıristiyan iseniz Hıristiyanlığın öngörmüş olduğu orucu o gün geldiği zaman siz de tutarsınız. Çünkü Hıristiyan olmanın sonucudur. Halbuki Aleviler’in tutmuş oldukları Muharrem orucu bu manada çok farklı bir oruç, insanın kendi iradesine bağlı olarak, insanın doğrudan kendisine bir takım değerleri sunabilme için hayatını, ailesinin hayatı ile birlikte şehit etmekten çekinmemiş olan kutsal bir kişinin Hz. Hüseyin gibi bir kişinin yapmış olduğu bu fedakarlığa, öz veriliğe karşı, insanın duyduğu saygının bir ifadesidir Muharrem orucu. Neden sınırlı sayıda tutulur yani bir kısmında on iki, bazen on beş tutulur? Çünkü On İki İmamlar’ın hepsi şehit edilmiştir de onun için. Yani kendisine Hz. Ali’den miras kalan Hz. Muhammet’in tebliğ ettiği Kur’an hükümlerinde özünü bulan bir takım değerlerin insanlığı Tanrı’ya yaklaştırdığını, Tanrı’ya doğru yücelttiğini ifade eden bu anlayışı pürüzsüz bir biçimde onun emirlerini yerine getirmiş olay olma cesaretini gösterdiği için Hz. Hüseyin’e bir saygının, sevginin ifadesi olarak ve zamanın o manada hiç geçmediğini ifade için insanlar her Muharrem ayında insanlık için, insanlığın kutsal saydığı bir takım değerler için; çekinmeden ailesi ile birlikte şahadeti kabul eden bir kişiye duyulan saygının ifadesi için, oruç tutulur. Onun için bence Muharrem orucu diğer oruçların fevkalade fevkindedir çünkü otomatik değildir yani İslam’a mensup olmasanız bile böyle bir insanın, insanlığın kendisine hiç bir ayrım yapmaksızın sunmuş olduğu misal öyle bir kişi ve hayatı ile ödemiş olduğu, ispatlamış olduğu bir örneğe karşılık insanların o değerleri paylaştığını ifade etmek için bir gün, üç gün, beş gün, on iki gün, on beş gün oruç tutmaları fevkalade önemlidir ve o manadan bizce diğer oruçlardan çok daha önemlidir.
Sayın hocamız Muharrem ve Muharrem orucu hakkında manevi yapısını çok güzel anlattılar. Bu gün Türkiye’de milyonlarca insan bu orucu tutuyorsa ve bunlar içerisinde Sünni vatandaşlarımız ve farklı dinden olan vatandaşlarımız da varsa buradan şunu anlamak lazım. Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik dediğimiz İslam içerisindeki bu inanç sistemlerinin tarih içerisinde oluşmuş çok köklü inanç uygulamaları var, elbette cemler var, sazlar var, Muharrem orucu var.
Aleviler, Bektaşiler, Mevleviler Sünni vatandaşlarla beraber yüzyıllar boyunca bu topraklar üzerinde kardeşçe yaşamışlar, farklı inanç gözeleri oluşturarak yaşamışlar bugün Alevilik veya Sünnilik diyorsak demek ki İslamiyet içerisinde farklı yorumlar da var ki bu da gayet doğal bir durumdur. Dünyada her dinde var, her inançta var, dünyanın her kültüründe bu var. Birilerinin de Aleviliği, Bektaşiliği, Mevleviliği İslam’dan kopuk göstermesi de tabi ki yersiz oluyor. Bunun en güzel örneklerinden birisi de Muharrem Orucu. Elbette daha sayısız örnek var.
Sayın Hocam siz çok uzun yıllardan beri bu gerçeği yılmadan savunan büyük bir isim oldunuz hatta bu isimlerin önde gelen insanı oldunuz. Alevi İslam dediniz yani Alevilik, İslamiyet içerisinde bir yorum dediniz, bunda şüphe yok dediniz, bunu ispatlamak için de çok çaba harcamaya gerek yok dediniz. Yıllar geçti sizin bu savunduğunuz güzel fikir, güzel felsefe bugün bakıyoruz ki eskiden bu fikri savunmayanlarca bile kabul edildi. Alevilik İslamiyet içinde özgün bir inanç sistemi, diyorsunuz?
O konuda en ufak bir tereddüt yok. Tereddüdü olanlar iki şekilde açıklanabilir; bilgisizliğinden kaynaklanabilir ya da maksatlı olarak Aleviliği İslam içinde yer almadığını söylemeye çalışıyordu. Geçen gün bir televizyon programında eski Diyanet İşleri Başkanlarıyla da tartıştığımız gibi yani birisi Kur’an-ı Kerim’i kutsal kitap olarak kabul ettikten Hz. Muhammet’i Tanrı’nın elçisi olarak kabul ettikten ve Tanrı’nın birliğine inandıktan sonra onun kendisini İslam’ı uygulama biçimi hiç kimsenin denetimine ya da yargılamasına tabi değildir. Neden tabi değildir? Çünkü Tanrı Hz. Muhammet’e dahi yani kendi elçisine dahi bir kişinin Müslümanlığı ile ilgili bir yargılamada bulunma hakkını ve yetkisini vermemiştir. Hz. Muhammet’e verdiği tek şey kendi kelamını insanoğluna iletmekten ibarettir. Hiç kimse sıfatı, rütbesi ne olursa olsun bana göre sen Müslüman değilsin çünkü ölçüler şunlardır, sen bu ölçülere uymuyorsan sen Müslüman değilsin, demek ki bir haddi bilmezliğe ulaşamaz öyle bir yetkisi yoktur.
Bugün zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığının gördüğümüz fetva vermek gibi şeyhülislamlıktan kalma alışkanlıklarla bir kişi beş vakit namaz kılmıyorsa Müslüman değildir ya da Alevilik bir meşreptir, bunun İslam’la ilgisi tartışılabilir gibi, sadece cehaleti yansıtan ve İslam’ın gerçek Kur’an anlayışına ters düşen kendisini biraz da Tanrı’nın yerine koymak gibi cüreti göstermek demektir ki o cüreti gösteren kişi olsa olsa ancak cahil olabilir. Yani birisi eğer ben Müslüman’ım diyorsa Tanrı’ya inanıyor, Kur’an-ı kutsal kitap olarak kabul ediyor, Hz. Muhammet’i onun elçisi olarak kabul ediyor ise ve ben Müslüman’ım diyorsa o Müslüman’dır. Onun fiillerinin ne kadarı gerçek Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen Müslümanlığa uygundur ya da aykırıdır, bunun kararını yeryüzünde verecek herhangi bir adem yoktur. Onun yargılamasını ancak Tanrı yapar, Aleviler’de biliyorsunuz yargılama çok önemli bir fonksiyon olarak kabul edilir, inançsal bazda ve ulu divan ismini taşır. Yani ulu divan herkesin hesabını vereceği gün Tanrı ile insan arasındaki bir meseledir. Bu itibarla bazılarının Alevi kisvesi altında yada Sünni ulema geçinerek, Aleviler İslam dışındadır, İslam’ın parçası değildir, bizim gibi eğer İslam’ı anlamazlarsa Müslüman değildirler, gibi yaklaşımları tamamen cehaletten veya maksatlı olarak insanlar arasında nifak sokmak veya yıkıcı, bölücülüğü teşvik etmeye dayanıyor. Neden yıkıcı, bölücü diyorum? Çünkü İslam’ın çok farklı biçimde algılanması kadar tabi bir olay bilimsel bir yaklaşım olamaz, her kavmin kendi geleneklerini oluşturduğu bir insan tipi vardır. Bu o kadar gerçektir ki Araplar’ın kendi içinde bile, Kuzey Afrika’daki Arap ile Suudi Arabistan’daki Arap arasında muazzam bir fark vardır. Ve Kuzey Afrika’daki Tunus’ta, Fas’ta, Cezayir’de gördüğünüz Araplar, Türkiye’de bugün gördüğümüz çağdaş Türkiye’nin havasını yansıtan bir havayı oralarda görürsünüz. Son İslam’ın siyasallaşmasından önceki Kuzey Afrika’dan söz ediyorum, hatta bugünkü Tunus’tan, bu günkü Fas’tan söz ediyorum, bu günkü Cezayir’in yapısında önemli ölçüde söz ediyorum. Halbuki Suudi Arabistan’a gittiğiniz zaman çok farklı bir Arap yapısı görürsünüz. Bu nasıl Araplar içinde dahi çok farklı yorumları varsa Türk kavimlerinde, Acem kavimlerinde farklı yorumların olması Kur’an-ı Kerim ayetlerinin farklı biçimde algılanması ve kendi törelerine uygun bir biçimde biçimlendirmeye çalışmalarından daha doğal bir şey düşünülemez, olan da budur. Bizim bilimsel olarak yaklaşımımız şudur; Türk kavimlerinin dışındaki kavimler yani Arap kavimlerinin Kur’an’ın yorum biçimi Sünnilik’tir. Acem kavimlerinin İslam’ı yorumlama biçimi Şia dediğimiz Şiilik’tir. Türk kavimlerinin yorum biçimi ise bu da Alevilik ismini almıştır. Bu neden böyle, İslam’ı bölmek midir? Hayır ilgisi yok yani bunun İslam’da bölücülük olarak kabul etmekten daha büyük yanlış yok yani bilimsel değildir. Sosyoloji bilim esaslarına göre her kavmin her coğrafyada kendilerine farklı adet gelenekler bulunan insan kümelerinin bir Tanrı kelamını farklı biçimde kendi yapılarına uygun olarak algılamalarından tabi bir olay yoktur ama bunlar özünde birdirler. Kur’an esasına baktığınız zaman Kur’an ahlakı denen bir olay vardır; yalan söylemeyeceksin, kul hakkı yemeyeceksin Kur’an’ın asıl getirmek istediği insan tipi budur yani eline, beline, diline sahip olacaksın, bunu Aleviler bu üç kelimede bunların baş harflerini aldığınız zaman edep kelimesi çıkar. Edepli olacaksınız, kamil bir insan olacaksınız, insanlığı kemale doğru götürmeye çalışan bir din anlayışıdır İslam anlayışı. Kur’an’ın aslı şekilden arındırılmış pırıl pırıl bir suyun kendisine kavuşma özlemidir. Nedir o? Tanrı’nın birliğini kabul etmek, kul hakkını yememek, insanı sevmekten geçiyor. Tanrı’yı insanın gönlüne yerleştirmekten geçiyor. Eğer Tanrı’yı insanın gönlünde kabul etmiyorsanız o zaman şekilci İslam’a doğru gidiyorsunuz. Arap kavimlerinin genelde daha basit oldukları için kabullendiği İslam anlayışı budur. Türk kavimlerinde söylenenlerin, bilinenlerin aksine daha derinlemesine Kur’an’ın özünü kapma konusunda büyük bir kaygı vardır ve onun için de; “ister bin kez namaz kıl/ister bin kez oruç tut /eğer bir kez gönül kırdıysan/ var git yollar doku”, diyor. Neden? Çünkü gönül Tanrı’nın mekanı olarak kabul ediliyor ve doğrusu da budur insan gönlünü kırmamayı siz Kur’an’ın özü olarak alırsanız, çünkü hakkını yerken başkasının gönlünü kırarsınız ya da her manada gönlünü kırdığınız bir insan söz konusu ise Yunus’un deyimi ile o zaman bizce iyi bir Müslüman olmuyorsunuz. Temel değer insan ve insanın gönlünü kırmamaya dayanıyor onun dışındaki hükümlerin tümü bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak yorumlanmak gerekir. Eğer farklı bir sonuca varılıyorsa Kur’an-ı Kerim’in diğer ayetlerinde mesela insan gönlünün kırılmasının tabi gibi olabileceği bir sonuç çıkartılıyorsa yorum yolu ile o yanlış bir yorumdur. Aleviler’in Kur’an anlayışı, Aleviler’in İslam anlayışı peteğin içindeki bal olarak niteleniyor, yani o bal petek olmazsa bal olmayacak gibi görünüyor ama peteğin hepsi o bal içindir, arının bütün faaliyeti o balı yapmak içindir. Namaz olsun, oruç olsun, zekat olsun hac olsun tüm bunların hepsi iyi bir Müslüman’ı oluşturmanın şekil şartlarıdır. Ana hedef ise kamil insana varmaktır, kemale nasıl erişiliyor? İşte burada da her kavmin kendi kolayına giden kendi yaşam biçimine ters düşmeyen yaşam biçimleri var. Biz sazı almışız, sazın ya da neyi almışız yani sazı çaldığınız zaman ya da neye üflediğiniz zaman müzik eşliğinde insan ruhuna daha kolay gidilebileceğine, daha kolay nüfuz edilebileceğini bugün sadece Batı da kabul edildiği gibi Batı’nın tersi söylendiği zaman insan yerine dahi konmadığı bir gerçektir. Müziğin girmiş olması ama ilahi müziğin girmiş olması yani saz telleri ile müzikle Kur’an ayetlerini yorumlayabilmek insanlara vermek didaktik bir biçimde bir hocanın veya başka kişinin otomatiğe bağlanmış gibi söyledi sözlerden çok daha fazla derin bir etki yapar. Onun için bunu bilerek mi yapmış Maveraünnehir’deki kavimler? Hayır bilerek değil, kendi geleneklerinde var da onun için bu gün Kazakistan’a gittiğiniz zaman sazı görüyorsunuz aynı beş telli bağlamayı görüyorsunuz, Azerbaycan’a gittiğiniz zaman görüyorsunuz ama aynı sazın o bölgelerden geçip gelmiş olmalarına rağmen ne Acemler’den ne de Araplar’da olduğunu görüyorsunuz. Demek ki bu Türkçülük yapmak değil, çünkü Aleviliğin bir özelliği var; Alevilik insanlar arasında özellikle ırkçılığı ret eden yaklaşımdır. Yani; “ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm” diyor, Yunus Emre. Bu kelimede bütün Aleviliğin İslam anlayışı sır gibi saklıdır. Eğer bir insan ete kemiğe bürünüp adem olarak görünmüşse onun ne kadın olmasına bakılır, ne erkek olmasına bakılır, ne siyah mıdır, ne beyaz mıdır, ne Kızılderili midir, ne sarı benizli midir bunların hiç birisine bakılmaz. Bu açıdan bizim yapmış olduğumuz tespit yani Aleviler’in Türk kavimlerinin İslam anlayışı olduğunu söyleme olayı bir ırkı yüceltmeye yönelik değildir, çünkü yanlıştır o çelişkiye düşülür. Diyor ki “siyahın beyaza, beyazın siyaha hiç bir üstünlüğü yoktur eşittirler” daha sonra Hz. Ali’nin maliki ejdere yazdığı mektupta aynı şey var açık ve net bir şekilde yani bu ırkı, rengi, dini, dili, cinsi kadın erkek ayrımı dahil ret eden İslam anlayışı bu ülkelerde yani Maveraünnehir’deki kavimlerin arasında neş-ü nema bulup göçler yoluyla Anadolu’ya gelmiş ama Anadolu’da serpilmiş; Rumeli’den Tuna boylarına kadar gitmiş, insanlığın aydınlanma çağıdır, özellikle 13’üncü asır yani Anadolu’da Aleviliğin neş-ü nema bulması Osmanlı imparatorluğunun kurulması ve Alevi büyüklerinin himmeti ile desteği ile kurulmuş olan arkalarında bir cihan imparatorluğuna dönüşen dönem aslında insanlığın en önemli aydınlanma çağlarından birisini oluşturuyor. Yunus’un, Mevlana’nın, Hacı Bektaş-i Veli’nin ve arkalarından devam eden Teslim Abdal’ın, Emrah’ın, Kul Himmet’in, Virani’nin en son geldiğimiz, yaşadığımız çoğumuzun gördüğü, tanıdığı bütün kalbini yüzünde gördüğün Aşık Veysel’e kadar uzanan o halkalar zincirinden bütün ana hedef Tanrı insan birlikteliğinin insanın Tanrı’nın zerresinden oluştuğu düşüncesinin onun için de kutsala bir değerinin bulunduğunun ifadesinden başka bir şey değildir, Alevilik. Ve böyle kabul ediyorsan İslam’ı o zaman bir ırk esasına göre insanları değerlendirmek yani şu daha üstündür, diğeri daha alttadır, gibi bir yaklaşım yanlış olur ve Kur’an-ı Kerim’in vermiş olduğu tanrısal mesaja da uygun olmaz. Biz sadece bir tespit yapıyoruz, yani tarihsel bakımdan bir tespit yapacak olursanız bu Alevi İslam dediğiniz olay, İslam’ın dünyanın neresindeki uygulamasıdır, nerede doğmuştur, nerede gelişip büyümüştür dediğiniz zaman vereceğiniz cevap bu Türk kavimlerinindir dediğiniz zaman bir ırkçılığı ya da bir ırkı yükseltmek amacına matıf değildir o tür bir yorum yanlıştır ve sakattır. O bir tespittir Maveraünnehir’de doğmuş, kime dayanıyor? Felsefi boyutlarının analizini yaptığınız zaman görüyorsunuz ki, Hz. Ali’ye dayanıyor, Hz. Muhammet’e dayanıyor, Kur’an’ın Sahih ayetlerine dayanıyor, olay budur. Şunu görüyorum, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yeni nesle vereceği kültür derleyenler arasında yine Aleviler’in bu değerleri, evrensel değerler olduğunu görüyoruz ve bu değerlerdir, aslında Alevilik’le Mustafa Kemal arasında kopmaz bir ortak tema yaratan ama ne yazık ki, Türkiye’de 1960’lardan sonraki gelişmeler devletin yapısında önemli bir erozyonu da beraberinde getirmiştir.
Sayın hocam İslam ve Türk tasavvuf çığırı içerisinden çıkan Alevi, Bektaşi, Mevlevi inancının Sünni İslam inancı ile de beraber bir şekilde yüzyıllar boyunca yan yana Anadolu’da kök saldığını, İslamiyet’in farklı yorumları bulunabileceğini, Kur’an-ı Kerim’in de özde bütün insanlara ortak mesajlar verdiği belirtiliyor. İslamiyet içerisinde bir inanç sistemi olan Aleviliğin de insana önem veren, gönül kırmayı ret eden felsefi bir sistem geliştirdiği bir gerçek. Bu düşünce çığırı yüzyıllar içerisinde ozanların, dedelerin, büyük filozofların düşünleriyle beslendi, gelişti ve günümüze kadar geldi. Bunu tabi ki ırki bir kökene dayandırmak mümkün değil ama hep aşağılanan, küçümsenen bir ırk olarak da Türk milletinin binlerce yıl boyunca kendilerine has bir medeniyeti de yarattıklarını kabul etmek gerekir, sanırım?
Irk kelimesi orada fazla kaçıyor. Neden? Kırgız ya da, Kazak ya da, Azeri, ya da Türkmen dediğiniz zaman bunlar aslında sanki birbiriyle ilgisi olmayan kavimler gibi görünüyor. Belli bir coğrafyadaki kavimlere Türk kavimleri denmiş. Onun için ırk kelimesi değil de ben kavim kelimesini kullanmayı uygun buluyorum.
Farklı boylardan, farklı kavimlerden olarak binlerce yıllık geçmişleriyle de bir medeniyet yaratan Türkler’in yarattığı bu uygarlık, Araplar’ın yarattığı uygarlıktın daha mı aşağı? Elbette ki değil, Türklerde kendi kültürel yapılarını Orta Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlar’a kadar taşımışlar fakat İslamiyet’le özdeşleşirken kendi geleneklerini yaşatmışlar ve benzersiz bir yorumla Tanrı’yı insanda gören, insanı en yüce makama yerleştiren Alevi, Bektaşi, Mevlevi felsefesi yaratılmış Yunuslarca, Mevlanalarca, Hacı Bektaşlarca, Pir Sultanlarca.
Dedem Korkut’tan, Yunus’a, Yunus’tan bugüne, Aşık Veysel’lere, günümüz halk ozanlarına ve bu inanç sistemini yaratan temel şahsiyetler, dedelere, babalara uzanan büyük bir damar var, büyük bir düşünce sistemimiz var ve bugün de Anadolu’da milyonlarca insan tarafından kabul edilen bir sistem, bu inanç ve kültür sistemi.
Türkiye’de bazılarının üç beş milyon gibi göstermek istedikleri on milyonlarca Alevi/Bektaşi var.
Bu konuda en önemli hususlardan birisi de tarih içerisinde Alevi ve Sünni dediğimiz insan kitlesinin düşünce, yaşam ve inanç sistemlerinde de çok derin farklılık yok, zaman içerisinde bazı ulema denilen, yobaz kesimlerce yaratılmış yapay ayrımcılıklar var. Çünkü o İslam tasavvufunu her iki inanç kesimi de kabul etmişler ki, yüzyıllardır her iki inanç sistemini benimseyenler arasında bir çatışma kaydedilmiyor, değil mi hocam?
Tabi kaydetmiyor ama şunu da görmek lazım, olayı bilimsel açıdan değerlendirmeye kalktığınız zaman bilim hatır için, dostluk için yalan söylemez. Alevi ve Sünni’nin İslam anlayışında hiç bir farklılık yok dinilirse, tabi ki farklılık var. Yani Arap kavimleri ile, Türk kavimleri, Acem kavimleri arasında hiç mi anlayış farkı, algılama farkı yok? Tabi ki var ama ben bunu bazı Sünni ulema geçinenlerinin söylediği gibi bir bölünme, bizim Diyanet İşleri Teşkilatının öcü gibi siyasi işlerin önüne attığı, aman Aleviler’e hak vermeyin yoksa diğer gruplar da isterler, bu ulusal birliğimizi parçalar, gibi yalan yanlış riyakar yaklaşımları bilim adına ret etmek gerekir. Çünkü bu doğaldır, bilimin doğası gereği her coğrafi bölgedeki gelenek ve teamüllerin oluşturduğu insan tiplerinin kendi algılama gücüne, kabiliyetlerine göre Tanrı kelamını algılayabilmesidir, bunu da kendi geleneklerine göre nasıl icra edebileceğini ve kendi geleneklerine mecz edip Tanrı’ya nasıl rahat ulaşabileceğini tahmin ediyorsa o yola girmesi de gayet doğaldır ve bu bir zenginliktir, bu İslam’ın bölünmesi demek değildir. Shaekspir’i ölümsüz kılan bir yazar haline getiren nedir? ya da Dostoyevski’yi ölümsüzler arasına koyan nedir, bunların farklı yorumlara neden olabilecek bir düşünce yapılarına sahip olmasından kaynaklanıyor. İslam’ı da evrensel bir din haline getiren her bölgenin kendi içinde aynı gerçeği görebilme o gerçeği verebilme gücüne sahip olmasıdır ama Sudan’a gittiğiniz zaman ya da Kazakistan’a gittiğiniz zaman göreceğiniz İslam’ın uygulama biçimi, algılama biçimi gayet tabi ki farklı olacak, farklı olmazsa orada bir tuhaflık olur. Bunların hepsinde bir takım değerlerle İslam’ın olduğu kabul edilen değerlerle bakın şekille demiyorum, değerlerde bir birlik vardır. Bunun tipik örneğini zaman zaman anlatıyorum; İslam ülkeleri konferansında 53’e yaklaşan bir devlet topluluğu vardı onların içerisinde Mali Afrika’nın en zayıf ülkelerinden birisi ama Müslüman bir ülke. Mali delegesi kalkıp Suudi Arabistan delegesinde o zamanlar Suudi Arabistan’ı kral ailesinden birisi temsil ediyordu Mali’nin sefalet içinde olduğunu, çok yoksul olduğunu o dönemlerde petrol fiyatları da çok yüksek olduğu için Suudi Arabistan’a çok büyük bir para girişi olduğunu ve kendisine yardım edilmesini kalktı kürsüde söyledi. Müslüman ülkeler birbirlerine yardım etmek zorundadırlar Tanrı’nın buyruğu budur, sadece Müslüman ülkeler değil, insan insana yardım etmek zorundadır, dedi ve Suudi Arabistan temsilcisi dedi ki; bunu hükümetime ulaştıracağım ama şu anda fazla bir şey yapılabileceğini zannetmiyorum dedi ve Mali delegesi tekrar kalktı beyefendi bey efendi dedi, İslam paylaşmak demektir. İslam’ı paylaşmak olarak kabul ediyorsa nerede olursanız olun İslam o manada ortak değeri ifade ediyordur, İslam’ın ortak değerlerinden birisi demek ki, paylaşmaktır. Vatandaşın vergileri ile toplanıp bütçeyi soyalım, vatandaşlar arasında ayrım yapalım ama hep biz yiyelim hep bize gitsin gibi bir yaklaşım bu işte kendisine yüz defa ben Müslüman’ım diye mahkemelerde karar getirsin bunun Müslümanlıkla ilgisi yoktur. Şeklen Müslüman olabilir ama fikren özü itibarı ile değildir ama İslam’ın değerlerine sahip çıkma olayıdır İslam. Tanrının, insanın yapacağı şekle ihtiyacı yoktur ama insan o şekil içinde kendisinin tanrıya daha kolay gidiyor görüyorsa, daha kolay ulaşır görüyorsa o da istediği şekli benimsesin.
Siz Hukuk bazında, devlet nezdinde Aleviliğin, Türk ve dünya kamuoyunda gündeme gelmesinde öncü olan bir kişisiniz. Gerçekten de milyonlarca insanın gönlünde yer etmenizde bu özelliğiniz ön plana çıkıyor.
Kendilerine Alevi, Bektaşi denen milyonlarca insan, İslamiyet içerisinde inançlarını, ibadetlerini yerine getiriyorlar, yerine getirmeye çalışıyorlar; ülkelerini, vatanlarını seviyorlar, askere gidiyorlar, vergisini veriyorlar bir Sünni vatandaşımızdan vatandaşlık görevleri bakımından hiç de ayrılmıyorlar. Fakat vatandaşlık haklarını almaya gelince, maalesef ayrımcı bir politika ile karşılaşıyorlar. Bu gerçeklerden yola çıkarak ve Anayasanın da emredici hükümlerini hatırlatarak; Alevi’si ile, Sünni’si ile sağduyu sahibi insanları yanınıza alarak bir büyük mücadele başlattınız, çok önemli bir yere getirdiniz bu mücadeleyi.
Bu mücadele; Anayasa ve kanunların emredici hükümlerine göre bu ülkede İslam inancı içerisinde, hatta farklı inançlar içinde de bulunsa tüm insanların insan olmalarından kaynaklanan, hukuki haklarının devlet tarafından, hükümet yetkilileri tarafından bu insanlara verilmesinin sağlaması mücadelesi idi, en azından inanç açısından.
Aleviler, Bektaşiler, Mevleviler açısından da olaya bakarsak; Anayasanın 10’uncu, 24’üncü ve diğer hükümlerine rağmen hala bu ayrımcı politikaları yürütmekte ısrar eden hükümet yetkililerine siz hukukla, kanunla, anayasa ile, sağ duyu ile ve yapıcı görüşmelerle masa başında bu ayrımcı politikaların bırakılması gerektiğini defalarca anlattınız, anlatmaya çalıştınız.
Türkiye’yi yönetme sorumluluğunu yüklenenler görüyoruz ki, zaten Türkiye’nin sorunlarına çözüm üretemedikleri gibi üzülerek söylüyorum ama Türkiye’deki sorunların da aynı zamanda kaynağını oluşturuyorlar. 1960’tan sonraki siyasal kadrolara bakın bugüne gelen kadrolarla hemen hemen aynıdır. Türkiye’nin canını okuyan, 1980 müdahalesini zorunlu kılan daha sonra, 28 Şubat müdahalesini zorunlu kılan, hepsi aynı kişiler, aynı yaklaşımlar ve aynı siyasal kadrolar ve bunlar Türkiye’deki sorunların maalesef aynı zamanda da kaynağını oluşturuyorlar. Çünkü sözde fiilen 1950’lerden itibaren hukuken 1946’da çoğulcu demokrasiye geçildi. Demokrasi seçeneklerin tüketilmediği, tüketilemediği siyasal sistemi ifade ediyor ama Türkiye’de 40 yıldan beri aynı kişiler döne döne siyaseti icra ettikleri için ve maalesef kötü icra ettikleri için tamamen iktidar hırsı ve arzusu ile bugüne kadar yanıp tutuştukları için iktidara gelmek için her türlü çareyi mubah kabul ettikleri için Türkiye bu bunalımlardan bir türlü kurtulamayan bir ülke haline geldi ve Mustafa Kemal’in yani İstiklal Savaşı’nı Türk, Kürt, Laz, Çerkez ayrımı yapmadan Alevi, Sünni, Hıristiyan, Musevi ayrımı yapmadan bütün halkı arkasına takarak dünyanın o günkü en büyük emperyalist ülkelerini dize getirmiş olmasının altında tüm halkı hiç ayrımsız bir biçimde onun ve silah arkadaşlarına arkasında bir yumruk gibi birleşmiş olmalarıydı, bunun karşılığı neydi yeni devlet kurulduğu zaman? Osmanlı hanedanının artık devleti gibi olan Osmanlı devletini yıkmayı hedef aldığı zaman onun yerine yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kurduğu zaman bu harekete her şeyi ile destek veren halkın tümüne dönüp verdiği model vatandaşları arasında hiç bir ayrım yapmadan yasağın önüne eşitliği koymaktır. Dini, ırkı, rengi ne olursa olsun bunun içinde laik bir yapıya temel taş olarak laikliği koydu, din ve devlet işleri ayrıdır, biri diğerini etkilemeyecektir. Bugüne kadar 400 yıl olduğu gibi Osmanlı hanedanlığı Türk halkının sırtında boza pişirmiştir. Bundan böyle tarihe intikal edecektir bu hanedanlık, halk kendi egemenliğine sahip olacaktır demiştir ve halk derken de bir tek şey aramıştır, bayrağı tanıyan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmaktan gurur duyan herkes bu ülkenin eşit şartlara sahip vatandaşı olarak kabul edilmiştir. Bu açıdan da hiç bir müsaamaha tanınmamıştır yasalar tarafsız eşit ve daha da önemlisi ayrım yapmadan uygulanmıştır. Onun için çok güçlü bir Türkiye doğmuştur, Osmanlı İmparatorluğunun enkazından yepyeni genç, dinamik bir Türkiye Cumhuriyeti doğmuş ve bütün emperyalist ülkelerin kralları, başbakanları sıraya girmiştir, Mustafa Kemal’in, Türk Milleti’ne o ayrımsız dediğimiz halka saygılarını sunmak için sıraya girmişlerdir.
Türkiye’de Atatürkçü Cumhuriyetin zaafa uğratılmaya başlamasının tarihi çoğulcu demokrasiye geçişin iktidara gidebilmek için oya ihtiyaç hissetmesi ve oy için de en kolayı vatandaşın dinsel duygularının istismar edilmesi idi bu istikamette bir yola girmiştir, Türkiye’de, özellikle 1960’tan sonra. Bu din istismarına dayalı devlet politikası adeta, çünkü siyasal bir parti devlet iktidarını ele geçirmiştir din duygularını istismar ederek ve sonunda da devleti yavaş yavaş sağ ve sol gibi kapsamı belli olmayan, içeriği belli olmayan iki kelimenin etrafında halkı kamplaştırarak birbirlerine vurdurtmuşlardır, kardeş kardeşi vurur hale gelmiştir. 1980’lere geldiğimizde günde ortalama 20 kişi öldürülüyordu siyasetten ve bir ordu müdahalesi zorunlu hale gelmiştir, iç barışı koruyup devleti yeniden ayaklar üstüne oturtmak yani kanunların hakimiyetini yeniden sağlamak üzere, ayrımsız hakimiyeti ama buda uzun sürmedi çünkü demokrasiye yeniden geçildi ve bizdeki demokrasi anlayışı da yurttaşları yasalar önünde eşit tutan adil bir muamele ile tüm ülkedeki halkı ırkı, dini, dili, rengi ne olursa olsun kenetlenmeyi hedef alan bir demokratik anlayış ve özgürlük yerine belirli bir gurubun hakimiyetine dayanan bir iktidar anlayışı Türkiye’de oluştu ve bunun en önemli basamaklarından bir tanesi Diyanet İşleri Teşkilatı oldu. Mustafa Kemal zamanında dinin denetlenebilmesi yani devlet işlerine karışmasının önlenmesi için kurulan bir teşkilat icranın en önemli kollarından biri haline geldi. Yüz bini aşan camisinde, yüz bini aşan personeline senede 300 trilyonluk bütçeden, tüm vatandaşların verdikleri vergiden oluşan bütçenin on bakanlığın bütçesine eşit bütçe ile desteklenen ve kendilerinin rızası lafına hiçbir şey yapılamadığı böyle çarpık bir demokrasiye Türkiye tanık oldu. Bugün de devam eden odur yoksa bugün Alevi Sünni ayrımı olur mu? Alevilik bir mesele haline gelir mi? Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş-i Veli nasıl bir mesele haline gelebilir, her Türkiye Cumhurbaşkanı, Başbakanı uluslararası platformlarda ancak bu insanlarımıza atıfta bulunarak, gönderme yaparak yani bunların düşüncelerini uluslararası kamuoyuna, uluslar arası topluma sunarak onu kazanmaya çalışırken bu insanların yetiştiği Alevilik dediğimiz bir düşünceyi nasıl bu İslam dışıdır muamelesine tabi tutabilir ve Aleviler yokmuş gibi bu ülkede bütçeden ne para verirler, ne pul verirler vatandaş kendisi ibadetini kendi inançlarını icra edebilmek için cem evlerini yapmak için bin bir türlü zahmet görür olur mu böyle şey? Olmaması gerekir ama Türkiye’deki bu siyasal kadrolar maalesef Türkiye’nin meselelerini çözmeye talip oldukları sürece bu kadrolar Türkiye’de sadece sorun doğururlar, sorunların artarak büyümesini sağlarlar. Gerçek demokrasi de vatandaş kendi temsilcisini seçer, bizim bu günkü demokrasi uygulamasında maalesef vatandaş kendi iradesi ile kendisini temsil edebileceğini güvenebileceği insanları seçemiyor, bir siyasi partinin A, B, C partisi kendilerine seçimden seçime sundukları bir liste atmakla görevli, bizdeki demokrasinin çarpıklığı buradan kaynaklanıyor ama bu son krizler ya da Alevi yurttaşlar herkesin huzurunda Sünni kardeşlerimizi rencide edecek şekilde, onları incitecek şekilde adalet duygularını incitecek şekilde bu diyanet uygulaması devleti yönetenlerin bu istikamet...........
Üniversitelerin yaptığı tüm araştırmalarda açık ve net şekilde ortaya çıkıyor ki Sünni kardeşlerimizin % 86’sı sizin benim savunduğumuz düşünceleri tartışıyor o konuda aramızda hiç bir fark yok, yurttaşlar arasında ayrım yapılmamalı, din hizmeti eğer devletin tekelinde ise devlet bu hizmeti tüm yurttaşlara sadece Alevi Sünni’ye değil Şafii’si var, Hambeli’si var, Caferi’si var, Hıristiyan’ı var bu ülkede daha başka inanç gurupları var bunların hepsine hizmet eşit ve adil şartlarla gider yahut Diyanet İşleri Teşkilatı diye bir teşkilatın yurttaşların bu yoksul ülkede, gelişmekte olan ülkedeki kıt kaynaklarını hortumlamasına müsaade edemez.
Cem Vakfı, Türkiye’de milyonların sevgisini kazanmış ve yüz binlerin desteği ile kurulmuş ciddi bir kurum. Yaptığı çalışmalar Türkiye sınırı aşmış bugün Avustralya ve Kanada’ya kadar; Sempozyumlarıyla, uluslar arası toplantılarıyla, İnterneti ile dergisi ile, kitaplarıyla yaptığı çalışmaları ile herkesin gönlünde yer etmiş bir kurum.
Türk milletinin böyle çalışmalara zaten ihtiyacı var. Din devlet ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin dünya çapında düzenlenen sempozyum, onun yanı sıra yüzlerce panel, söyleşi... cem evlerinin yapılmasına ilişkin çok büyük çabalar... 1400 yıldır Alevi, Bektaşi, Mevlevi inancını günümüze getiren dedelerin, babaların, aşıkların, ozanların görüş ve düşüncelerinin derlenip toparlanması, fikirlerinin gelecek kuşaklara aktarılması ve bu inancın tabiri caiz ise üzerine örtülen küllerinin savrularak yeniden bir güneş gibi, bir ateş gibi diri tutulması, canlandırılması için vakıf, bir kurumdan beklenenin çok ötesinde çalışmalar içerisine girdi ve Türkiye’de bir bakanlığın yapması gereken işleri yaptı, yapmaya çalıştı ve yapmaya da devam ediyor.
Bir vakfın tamamen özveri ile, sevgi ile, saygı ile getirilen bu yolu daha ileri kuşaklara aktarmakta zorlanması gayet doğaldır.
Devletin, hükümetlerin, parti liderlerinin sizin beklentilerinize yanıt verememesi karşısında, Diyanet İşleri Teşkilatı gibi, tamamen belli bir inancın, belli bir mezhebin hizmetlerini yerine getirmek için çaba harcayan böylesi bir kurum karşısında; sizin bundan sonra alacağınız tavır neler olacak, beklentileriniz nelerdir, hangi adımları atacaksınız hocam?
Diyanet İşleri Teşkilatı, kuruluş amacının kilometrelerce uzağında bir kuruluş haline dönüşmüştür. Mustafa Kemal’in Diyanet İşleri Teşkilatı kuruluşunda hedeflediği amaç ile bu günkü Diyanet İşleri Teşkilatı arasında uzaktan yakından bir bağlantı yoktur.
Bugün Diyanet İşleri Teşkilatı Atatürkçü cumhuriyetin kökünün kazınmasında önemli mercilerden birisi haline dönüşmüştür. Neden? Yurttaşlarının tümünü kucaklamamak sureti ile asıl Mustafa Kemal’in ulusal birlik ve bütünlük düşüncesine ihanetin bir sembolü durumundadır. Konuştuğumuz tüm devlet erkanı yani devletin gücünü yasal olarak kullanma yetkisine sahip kılınmış olan Başbakan dahil hepsinin bizlere söyledikleri Diyanet’in bu konuda olumlu davranmadığını ve Diyanet’ten mukavemet bulunduğunu söylemeleridir. Burada Kemalist düşünce ile çelişen asıl ana yapısı burada ortaya çıkıyor. İkincisi; burası artık insanları birbirine sevdirmek için, İslam’ın özü insanları sevmeye dayanır, İslam kelime etimoloji itibarı ile sevgi ve barış dini demektir. Sevgi ve barış dini olması nasıl sağlanacak? İnsanları birbirine sevdirirseniz olur. İnsanlar arasındaki farklılıklardan çok birleştirici noktaları vurgularsanız ve birbirini ayrıştıran noktaların da hiç bir zaman onları çatışmaya götürecek şeylerin olmadığını bunun doğal olarak düşünce özgürlüğünün doğal sonucu olduğunu hele hele demokrasiyi kabul eden sistemlerde bunu telkin ederseniz insanlara onları farklılıkları ile birbirlerini sevmelerini öğütlerseniz bu konuda olumlu bir rol üstlenirseniz o zaman sizin Anayasa ile verilmiş olan görevi yaptığınız konusunda bir düşünce doğabilir haklı olarak ama tam tersini yapıyor sadece bununla da yetinmiyor insanları birbirine sevdirmek için Türkiye’deki farklı düşünce guruplarını inanç bazında birbirine yaklaştırmak için Anayasada açıkça belirtilen göreve rağmen Diyanet İşleri Teşkilatı bugün para peşinde koşan teşkilat görünümündedir. Trilyonlarca cirosu olan bir çok holdingi hatta holdingden daha büyük şirketlere sahip olan ve bu şirketlerin yönetimi sırasında da ister istemez Türkiye’nin girmiş olduğu su istimal furyasına kendisini kaptırmış olan bir teşkilatla karşı karşıyayız ve bu teşkilatın genel bütçeden aldığı para miktarı inanılmaz boyuttadır. Halen yolu, suyu olmayan, halen sosyal sigorta sorunları olan, halen yatırım sorunları olan, halen işsizliğin arttığı bir ülkede bir din hizmetleri teşkilatı böylesine büyük bir bütçe ile desteklenemez, hangi şekilde çalışırsa böyle bir parayı hak eder böyle bir desteği meşru kılar? Halkın arasında birbirlerine ayrım yapmadan sevgiyi yeşertecek onların ihtiyaçlarının karşılanmasında yardımcı olacak, fakir fukaranın sürekli, ayrım yapmadan Alevi, Sünni, Hıristiyan, Musevi her kim olursa olsun, ona yardıma koşacak olan bir yapı için kullanılabilseydi bu parayı, sadece imamların, hocaların maaşlarını vermeye yöneltmeyip de onların sayısını asgari de ama geri kalanını insanların ihtiyaçlarını karşılamayı, onları açlıktan kurtulmalarını, yoksulluktan kurtulmalarına kullanılabilseydi bu paralar çok daha verimli bir hizmet görülürdü ve devletin kuruluşundaki kuruluş nedenine çok daha uygun hareket etmiş olurdu. Farklı muamele halen devam ediyor bütün uyarılarımıza rağmen yurttaşlar arasındaki farklı muameleye gütmek sureti ile vatandaşlarda husumet duygularını yeşertmeye çalışanlar halen bu ülkede önemli mevkilerde çöreklenmiş durumdalar ve bütün kurumlara da sızmış durumdadırlar. Tipik bir örneği; Mersin İl Özel İdaresi, Yenice’de yapılan Cem Evi için çünkü camilere önemli ölçüde destek verilmiş ve oradaki sayın Vali de ve Özel İl İdaresini oluşturan insanlar da böylesine bir yaklaşımın yanlış olabileceğini Alevi yurttaşların yoğunlukta olduklarını göz önünde bulundurarak küçücük bir rakamı yardım mahiyetinde Cem Evine vermiş. İhbar üstüne, ihbar oluyor, Cem Evine Özel İl İdaresinden nasıl bu paralar verilir diye, Sayıştay’dan müfettişler, ve o müfettişlerden de tabi belli ki taraflı müfettişler, yani yurttaşlar arasında ayrım yapılmaması emirlerine rağmen Anayasanın açık emir edici hükümlerine rağmen ayrımcı bir muamele ile böyle küçük, insana yakışmayan, fevkalade çirkin bir davranış içine giriyorlar ve bir rapor hazırlanıyor. Bu rapora göre Özel İl İdareleri Cem Evine yardım yapamaz diye o rapora dayanaraktan rapor kesinleşiyor ve şimdi iki tane küçük memurdan beş milyarın tahsili ciyetine gidiyorlar, parayı geri verin, diyorlar. Bunun ismine ahlaksızlık denir, bunun yasal uygulamasıyla ilgisi yok ama bunun peşi bırakılmayacak, hem sayın Başbakana, hem siyasi parti liderlerine, hem hükümet üyelerine konu iletecektir, çünkü eminim ki biz bazı yanlarını eleştirsek bile bugün siyaset edenler Türkiye’deki barışın, kardeşliğin pekişmesi için böyle küçük şeylere tenezzül etmezler. Uygulama halen bu merkezdedir, neden böyle? Çünkü Kemalist kadrolar önemli ölçüde devletten sürülmüşlerdir ve çoğu İslam devleti kurmak için özellikle sınavlarda vs. 28 Şubat müdahalesi onun için bana göre yerinde ve meşhur bir müdahale olmuştur, devletin raylarından kopartılarak iyiden iyiye bilinmeyen bir istikamete doğru yönlendirilmesine bu ülkenin halkı Alevi’si ile Sünni’si ile müsaade edemezdi. Bu ortaya çıkanlar yani kendilerini halkın temsilcisi gibi gösterenler büyük bir yanlış içindeler. Neden yanlış içendeler, biliyor musunuz? En basit ve kimsenin ret edemeyeceği bir örneği vereceğim, Afganistan’daki Taliban hareketleri var biliyorsunuz. Onlar da İslam adına hareket ediyorlar güya, ama ne yapıyorlar, bütün dünyayı ayağa kaldıracak dünyada eşi bulunmayan çok değerli Buda heykellerini dinamitliyorlar bir tarihi eserini, bir kültür olayını insanlığın ortak malı olduğu kabul edilen Buda heykellerini dinamitlerle yok ediyorlar. İslam ülkelerine sorun bakalım 53 tane devlet var, bu 53 devletten hiç şüpheniz olmasın asgari 50 tanesi bunu yanlış bulur, peki Afganistan’ın İslam olmadığını söylemek mümkün mü? Tabi ki mümkün değil, Müslüman’dır ama onların Müslümanlığı kendilerine göre böyle bir anlayışı içeriyor. Bu anlayış varsa neyi ifade ediyor? Her coğrafyanın, her bölgenin kavmi kendisine göre İslam’ı algılar. Eğer Afganlı Taliban eğer Buda heykellerini dinamitle yok etmeyi İslam’ın gereği kabul ediyorsa, sen de ben de hayır bu yanlıştır, diyorsak bu ülkenin Sünni’si ile Alevi’si ile diyorlarsa hayır bu yanlıştır, bu bir kültür olayı binlerce yıllık heykellerdir, yazıktır yapmamak lazım diyorsak, demek ki İslam’ı farklı anlayabiliyoruz ve bu anlayış farkı bazen bize ızdırap da verse Taliban hareketinde olduğu gibi bir gerçeği ifade ediyor ve bunlar İslam’ın zenginliğidir onun için Muharrem Orucu sebebi ile bu yapılan konuşmada Hz. Hüseyin’in bir takım düşünce ve inançları için çekinmeden hayatını ortaya koymak gibi bir modeli oluşturması insanlığın tümüne bugün Batının da, Doğunun da savunmuş olduğu temel haklar, temel özgürlükler ondan daha önemlisi yönetenle, yönetilen arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini hayatı ile vurgulayan başka bir örneği bulmak kolay değildir. İslam tarihinin o açıdan dönüm noktalarından birisidir Kerbela olayı ve bazı inanç meseleleri için insanlar arasındaki bölücülüğü, ayrımcılığı ret eden haysiyetin bazı haklardan en az haklar kadar ama Hz. Ali ve onu izleyenlerde haklardan da önemli insanoğlunun haysiyeti olduğu düşüncesi, niye bunu da izah etmek zor değil, çünkü bizim tasavvufi İslam anlayışında Tanrı insanda tecelli etmiştir, eşref mahluk insandır, insan her şeyin merkezindedir. İnsanın haysiyeti koruması zorunlu onun kendi içinde tanrıyı içermesinden kaynaklanıyor onun için Hz. Ali zalime boyun eğmeyin çünkü sadece haklarınızı değil haysiyetinizi de yitirebilirsiniz diyor. Orada Hz. Ali ve ondan sonra gelenlere büyük bir mesaj var haklardan daha önemli olabiliyor haysiyet aynı şeyi Mustafa Kemal’de görüyorsunuz. Mustafa Kemal Nutuk’u yazdığında Osmanlı İmparatorluğu’nun o günkü halini resmettikten sonra yazılarında diyor ki, bir tek şey vardı, Türk ulusu haysiyetli bir ulus olarak yaşamaya devam edecekti yahut bir esaret hayatını kabullenecek öyle ise tabii sonuç şu oluyor; ya ölüm, ya İstiklal ! diyor. Hz. Ali’deki değer yargıları yüzyıllar sonra 1300 yıl sonra dünyanın başka yerinde de bir büyük deha tarafından aynen benimseniyor gerçeği orada görebiliyor onun için Kerbela olayı önemli bir olay, Kerbela olayı Alevi’si, Sünni’si, Şafii’si, Hambeli’si herkesin her yıl Muharrem olayı sebebi ile hatırlaması gereken insanın kendi değerlerini gözden geçirip tazelenmesi gereken, o tazelenmeye ve o açıdan da manen güçlenmeye vesile teşkil eden bir olay olarak algılanması gerekiyor bize göre, çünkü ekonomik sorunlar ve kavgalar arasında insan doğru nedir? diye bazen şaşırır halde kalıyor. Acaba insanı ayakta tutan nedir, bütün bu olumsuzluklara çok kolayca direnebilme gücünü veren nedir? İşte orada Kerbela olayı her zaman gelip kavuşabilir, kurtarıcı olabilir, haysiyetine sahip olmak, insanları sevmek, insanları kucaklamak ve insanlara hizmet etmek yani kendi mutluluğunu başkasını mutlu etmekte bulmak aslında Hz. Hüseyin’in Kerbela’da verdiği mesaj budur ve bu da ancak bir şekilde olur, zalime boyun eğmeyerek olur, bunu söylemişte savaşa mı davet etmiş burada çok büyük bir incelik var, hayır savaşa davet etmiyor, zalimi siz de aynı şekilde yok edin dememiş, diyor ki; bin kez zulme uğramış olsanız dahi siz kendiniz bir kez zalim olmayın diyor, bu mesajların halka verilmesi lazım, Müslüman olmaktan gurur duymamız gerekiyor ama Müslümanlığın da insanlığı geliştiren, insanlar arasındaki ayrımı Kur’an-ı Kerim’in emrettiği gibi bu farklılıkları zenginlik gibi gören, her şey tanrıdan gelmiştir. Öyle ise o farklılığa da saygı göstereceğiz, böylesine bir yaklaşımı içeren bir dinin mensubu olmak insana gurur vermeli ama o dinin getirdiği değerler sistemini de Muharrem ayı sebebi ile Hz. Hüseyin’in göstermiş olduğu bu modeli de insanlara anlatmak insanların görevi olsa gerek, göreceğiz bakalım Muharrem ayında Diyanet İşleri Teşkilatımız bu işin ne kadar üzerinde duracak, halka ne kadar sahih bilgiler verecek, Kerbela’yı insanlar arasındaki karşılıklı duyguları yani nefreti, kini ret eden ama tam tersine Hz. Hüseyin’e bir birleştirici unsur olarak mütalaa edecek kaç tane konuşma yapacaklar hep beraber göreceğiz.
Efendim programımıza şeref verdiniz, bizleri bilgilendirdiniz; yüzyıllar ötesinden bu güne gelen bu köklü inanç ve kültür içerisinde ayrı bir yerdesiniz, gerçekten de sizler diğer dedelerle, bilim adamlarıyla, araştırmacılarla Şah Hüseyinlerin, Yunusların, Mevlanaların, Hacı Bektaş’ların, Pir Sultanların yolunu sürüyorsunuz, bizlere onlardan ilhamlar getiriyorsunuz. “Şükürler olsun gerçeklere baş koştuk, çiğimiz kalmadı güzelce piştik, ne yoldan ne farzdan sünnetten düştük, bine sayılmıştır birimiz bizim” diyor Derviş Hatayi. Bu yolda pişmek var; çiğler pişecek, yolda kalınmayacak, Hz. Hüseyin; 1400 yıl öncesinden yoldan dönmeyin, Hakk Muhammet Ali yolu uğruna gerekirse canınızdan olun, fakat doğruluktan, dürüstlükten, doğru bulduğunuz ilkelerden ödün vermeyin ve bu yolu sürdürün mesajını vermiş. Bizler de o büyük değerlerle ve sizin gibi değerli önderlerimizle bu yolları devam ettireceğiz, sürdüreceğiz Tekrar teşekkür ediyoruz programımıza katıldığınız için.
Ben teşekkür ediyorum. Hayırlı günler diliyorum, mutluluklar diliyorum ve sevgili yurttaşlarımın inançları ne olursa olsun bu geçici olan dünyada ekonomik krizler vs. ne olursa olsun değerlerimizi ayakta, daima başımızı yüce tutmak için birbirimizi sevmek için sevgi ile birbirimizin yardımlarına koşmak için ve kendi varımızı diğerinin yoğu ile paylaşmak için çekinmeden düsturları benimsesinler bu tür krizler kimseyi ürkütmesin bunlarda gelip geçer, neler gelip geçmedi ki.
Çok teşekkür ediyorum.
CEM RADYO, DOSTTAN DOSTA PROGRAMI
“MUHARREM SOHBETLERİ I” 26. 03. 2001