İZZETTİN DOĞAN’IN
ANADOLU İNANÇ ÖNDERLERİ TOPLANTILARINDAKİ KONUŞMALARI
İNANÇ ÖNDERLERİ BİRİNCİ TOPLANTISI
Sayın devlet ve hükümet temsilcileri, sayın yabancı devlet temsilcileri, cemaat temsilcileri, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Yunanistan, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen sivil toplum kuruluşları temsilcileri, Türkiyemizdeki sivil toplum kuruluşları temsilcileri, çok değerli hanımefendiler, çok değerli beyefendiler, basın ve medyanın değerli temsilcileri;
Bin yılı aşkın Türk kültür tarihinin yorulmak bilmeyen, tükenmez bir inanç, sabır ve hoşgörüyle her türlü baskıya direnerek, Türk - İslam anlayışının bayrağını Yesi’den Viyana’ya taşıyan, yüzyıllar boyu İslamın yüce değerlerini dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşıyan Türk - İslam inancının önderleri, ozanları, yazarları, çizerleri, hoş geldiniz!
Sizleri, bu salonda bulunan herkesi; inancı, ırkı, dini, rengi ne olursa olsun, kadınıyla, erkeğiyle en içten sevgi ve saygılarla selamlıyorum.
Biliyorum, eski deyimle, mukaddime, yani başlangıç biraz uzun oldu diyeceksiniz kanımca. Böyle bir toplantının, Osmanlı İmparatorluğu dönemi de dahil, tarihte ilk defa düzenlendiğini göz önünde bulundurursak, yüzyıllarca zahmet çekenleri birkaç cümleye toplamış olmamızı hoşgörüyle karşılayacağınızı umarım.
Çok değerli konuklar,
Bugün, kabul etsek de etmesek de, gerçekten Türk kültür ve inanç tarihinin çok önemli bir gününü yaşıyoruz. Ve yaşadığımız günün önemini daha iyi kavrayabilmek için, tarihin sayfaları arasında kısa bir gezintiye çıkmanın yararı olacaktır, kanaatindeyim.
Bundan yaklaşık 1000 yıl önce Arap kavimlerinin zulmünden kaçarak Türkistan’a sığınan Peygamber soyundan gelenlerle, Kazakistan’ınYesi şehrinde Şah Ahmet Yesevi ile iyiden iyiye su yüzüne çıkan Kuran’ın yorumu, dalga dalga Maveraünnehir’deki Türk kavimlerinin tümü tarafından kabul görmeye başlamıştır. Arap kavimlerinin kendi aralarında gerekçe oluşturacak biçimde şekli bir yorum yerine, Türk kavimleri Kuran-ı Kerim’de ifadesini bulan Tanrı mesajlarını, günlük gailelerden uzak, Tanrı’nın insana neyi söylemek istediğini akıl yoluyla keşfetmeye, kavramaya çalışmışlardır.Şah Ahmet Yesevi’nin ocağında yetiştirilen insanlar yahut onun yorumlarını benimseyip o istikamette bilgiyle yoğrulanlar, bu yeni ve son dini, İslamı önce Maveraünnehir’de, daha sonra göçler yoluyla bir taraftan Hazar Denizi’nin kuzeyinden Kafkaslar’a, diğer taraftan Hazar’ın güneyinden Anadolu üzerinden Viyana’ya kadar götürme, anlatma ve yayma başarısını göstermişlerdir.
Maveraünnehir’deki kavimler İslamı benimseyip onun öğretici rehberliğine soyunurken, yeni dinin bilinçli olarak öğrenilip uygulanması amacıyla Kuran ayetlerinin Türkçe anlatılmasına özen ve çaba göstermişlerdir. İslama, onu tanıyarak, bilerek inanmak için Kaşgarlı Mahmut, 12500 kelimelik ilk Türkçe lügatı hazırlamıştır. Çünkü kutsal kitap bir ayetinde, Tanrı’nın insana her şeyden önce “akıl” verdiğini söylüyordu. Ve aklın gereği, bilinçli inançtır. Sarsılmaz inanç, Tanrı kelamının önce anlaşılması, sonra içselleştirilmesi, daha sonra da ona inanmakla gerçekleşebilirdi. İnanca ilim yol göstermeliydi. Çünkü ilim, ibadetten evlaydı. Bir saat ilimle iştigal, bin yıllık ibadetten evlaydı. İlimi Çin’de de olsa aramak gerekirdi. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktı. İlmin gereği de, özellikle de sosyoloji biliminin gereği de; her kavmin kendi geleneklerini, örflerini yeni dinin mesajlarıyla meczederek uygulamasıydı. Arap kavimleri kendi gelenekleriyle, Fars kavimleri kendi gelenekleriyle, Balkan kavimleri kendi gelenekleriyle... Birisi daha iyi, diğeri daha az iyi olmak için değil, her kavmin kendi anlayışıyla, ama hepsinin özü İslam kalmak suretiyle, harmanlanmak gerekiyordu.
Maveraünnehir’de de olan budur. Türk kavimleri İslamı belirli bir süreç içerisinde kabul ederken, sazlarını atamazlardı. Sazlarıyla İslamı terennüm edeceklerdi. Semahlarını ilahi bir dans olarak, saz eşliğinde, kendilerinde tecelli ettiklerine inandıkları Tanrı’larıyla bütünleştirerek döneceklerdi. Kadın, erkek bir arada ibadet edeceklerdi. Çünkü ibadet Tanrı’yla bütünleşmek, dünyadan soyutlanmak demekti. İbadet sırasında ne kadın kadındı, ne de erkek erkekti. Öyleyse kadın ve erkeğin Türk geleneğinde olduğu gibi bir arada olmasında, İslam dinine aykırı bir taraf olmamak gerekirdi. Zaten hakan hatundan ayırt edilemezdi. Ve kadın, erkek hep yan yanaydı.
Kuran ise açıkça “Âdem”e yollandığına, Arap’a, Türk’e ya da başka belirli bir ırka yollanmadığına göre, İslamın ahlak normları gelenekler üstüydü. Herkes mesajın özünü alacaktı. Ama kendi geleneğine göre. Bu temel bilimsel gerçeği saptadıktan sonra sevgili konuklar, Maveraünnehir’deki Şah Ahmet Yesevi’nin Kuran yorumunu kabul eden Türk kavimlerinin İslam ahlakını üzerine oturttukları ve göçler yoluyla Anadolu, Balkanlar ve Doğu Akdeniz’e taşıdıkları birkaç sade ilkeyi de ifade etmeden geçmek istemiyorum.
Bu yoruma göre, Tanrı’nın kutsal kitap Kuran’da ifade ettiği gibi, insan Tanrı’nın zerresinden oluşmuştu. Öyle diyor Tanrı. “Seni kendi özümden yarattım!” Yahut bir başka ayetinde dediği gibi, “Seni balçıktan yarattım. Kıvamına gelince, ruhumdan üfledim”. İnsana ölümsüzlüğü kazandıran, insanı oluşturan bu Tanrısal “öz” dür. Tanrısal zerredir. Tanrı ölümsüz olduğu için de insanın özü ölmez. Şairin dediği gibi, “Ölen tendir, can ölmez”.
Bu yorum, insana verilen bu değer, Tanrı’nın insanda tecelli etmiş olması, insanı yalnız eşref mahluk yapmakla kalmıyor, ona eziyet edilmemesini, ona ıstırap çektirilmemesini, ona sevgi gösterilmesini, ona adil davranılmasını da zorunlu kılıyor. Hepsinden önemlisi, ırkı, rengi, dili, dini, cinsi ne olursa olsun, birinin diğerinden Tanrı indinde üstün olmamasını İslam ahlakının felsefi temeli olarak kabul etmiştir, Maveraünnehir. Başka bir ifadeyle insanoğlunun Kuran gerçeği ile keşfettiği en büyük hakikat, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğidir.
Sevgili konuklar,
Türk kavimlerinin bu İslam anlayışı, teorik planda kalmamıştır. Hz. Muhammed, Hz. Ali ve onun ehlibeytinde kaynağını bulan Şah Ahmet Yesevi’nin Türk kavimlerine Horasan erenleri yoluyla tüm insanlara yolladığı bu yorum, özellikle Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla birlikte daha da gelişerek, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Hacı Bayram Veli, Abdal Musa, Hıdır Abdal, Karaca Ahmet, Seyit Ali Sultan, Kızıldeli Sultan, Otman Baba, Dobrucalı Hasan Dede, Abdülvahap Gazi, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Teslim Abdal, Karacaoğlan, Âşık Veysel gibi yüzlerce inanç önderi, ozan, şair, filozof yoluyla ortaçağın karanlıkları delinerek Balkanlar üzerinden Tuna boylarına kadar taşınmıştır.
Cennetin anahtarlarının satıldığı, zamanla cennette yer alıp satıldığı, insana dini, mezhebi, rengi, cinsiyeti nedeniyle her türlü zulmün reva görüldüğü 13, 14, 15, 16. yüzyıllar Avrupası’nda, İslamın bu yorumu, zifiri karanlığı delen ışıktan kandiller gibi, Balkan halklarını ve Doğu Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı, Rodos’u, Girit’i, Osmanlı’ya teba olmaya özendiren, ancak tarihin gereği gibi söz etmediği dünya uygarlık tarihinin bu önemli devreleridir.
Eğer koca Sovyet imparatorluğu 70 yılda dağıldıysa, Osmanlı İmparatorluğu 600 yıl dünya nizamını belirlediyse, bunun altında yatan güç, Osmanlı toplumunun üzerine bina edildiği ve Osmanlı’nın 16. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden bu hümanist İslam anlayışı ve ahlakıydı. Osmanlı devletinin kurucusuna yeni devleti nasıl yönetmesi gerektiğini öğütleyen ve bugün TBMM arşivinde bulunan belgede adı geçen, devletin kurucusu Osman’ın kayınpederi Edebali, biraz önce sözünü ettiğimiz inanç önderlerinden birisiydi. Keza devletin omurgasını oluşturan yeniçeri ordusunun piri Hacı Bektaş Veli, Osmanlı toplumunun iktisadi ve sosyal modelini oluşturan ve uygulayan Ahiliğin kurucusu Ahi Evran, aynı İslam anlayışını benimseyen diğer inanç önderleriydi.
Toplumun üzerine bina edildiği İslami ahlak sistemi, Kuran’ın emirlerine uygun olarak (insan sevgisi, adalet, insanlar arasında ayrım yapmamak, yani eşit kabul etmek, farklılıkları hoşgörüsüyle ve herkesi farklılıklarıyla kabul) gerçekleşen bir düzenin akılcı devleti ancak 600 yıllık bir ömre sahip olabilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu yüzyıllara dirençli kılan, o günkü koşullarda esnafın, sanatkârın kaliteli üretimi, israftan kaçınma, bölüşme ve dayanışmayla, Tanrı ve insan sevgisinin oluşturduğu toplum ahlakına İslamın egemen olması, devlet hayatına ise yalnız akıl ve bilimin egemen kılınmış olması yatmaktadır. Göçebe Türk kavimlerinin 13. asırda yakalayıp, 16. asra kadar sürdürdükleri bu toplum düzenini, bugün bütünleşmeye çalıştığımız ve insanlar arasında hiçbir ırk, renk, cins, dil ve din farkı gözetmemeyi uluslararası toplum düzeninin temelleri yapmaya çalışan Batılı ülkeler, yarım yüzyılda iki dünya savaşına ve 10 milyona yakın ölüme, yedi milyona yakın insanın fırınlarda yakıldığına tanık olduktan sonradır ki 1945’te B.M. şartı ve 1948’de yayımladıkları Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’yle yakalamaya çalışmışlardır.
Osmanlı ülkesinde 13. asırdan 16. asra kadar Hıristiyan, Musevi ve Müslümanların her türlü ibadethaneleri Kuran’ın istediği gibi iç içe, kardeşçe, yan yana, barış içinde bir arada yaşayabilirken, Batı dünyasında bu noktaya ancak son yıllarda varmaya çalışılması, “insanı” tasavvufi İslam esaslarına göre toplum modelinin merkezi yapan yaklaşımın, bugün en ileride görünen toplumların, kaç yüz yıl ötesine geçmiş oldukları konusunda çok açık bir fikir vermektedir. 16. asrın ilk çeyreğinden itibaren hilafetin ve Arap kültür değerlerinin Osmanlı ülkesinde egemen kılınması sonucunu doğuran 2000’den fazla Arap ulemasının İstanbul’a getirilmesiyle, Arap örf ve geleneklerine uygun bir İslam anlayışı ve uygulaması, imparatorluğu önce duraklamaya daha sonra da çöküşe sürüklemiştir.
M. Kemal Atatürk’ün bu gerçeği fark ederek İstiklal Savaşı’ndan hemen sonra, Elmalılı Hamdi’ye Kuran-ı Kerim’i Türkçeye mealen çevirtmesi, Kuran’ın herkes tarafından kolayca anlaşılması, din adamlarının ilahiyat fakültelerince yetiştirilmesi, Türklerin kendi kültür kaynaklarına inebilmesi için gerekli bilimsel araştırmaları yapmak üzere Türk Dil ve Tarih Kurumu’nun kurulması, Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik gibi tasavvufla ilgili kitapların yüzyıllar sonra yeniden resmi kurumlarca yazılmaya başlanması, tesadüf değildir.
75. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyetimizin, inançların kendi alanında, yani vicdanda ve kişide mekân bulması, akıl ve bilimin de devlet hayatına egemen kılınmasını sağlamak amacıyla bir taraftan Diyanet İşleri Teşkilatı’nın kurulması, diğer taraftan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline laiklik ilkesini yerleştirmesi, hep bu tarihsel sürecin iyi teşhis edilmiş olmasından ve bilinçli tercihten kaynaklanmıştır.
Sevgili konuklar,
Cumhuriyetle birlikte, Cumhuriyetin üzerine oturtulduğu laiklik ilkesi sayesinde, devletin inançlar karşısında tarafsız, eşit ve adil davranacağı, buna karşılık inanç grupları ve öğretilerinin de devletin işleyişine müdahale etmeyecekleri, devletin işleyişine akıl ve bilimin egemen olması bekleniyordu.
Ayrıca, yeni Türkiye Devleti’nin kuruluşunda özellikle İslam tasavvufu Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik adı altında yaşayan büyük halk kitleleri ve inanç önderlerinin, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına verdikleri olağanüstü desteklerin, yeni devlet çarkının devletin üzerine oturtulduğu ilkelere daha da büyük geçerlilik kazandıracağını, laiklik ilkesinin gereği olarak devletin tarafsızlığı toplumun bu kesimlerinden de esirgemeyeceği ve devlet yetkilerini kullananların vatandaşları arasında inançları itibarıyla bir ayrım yapamayacakları zannediliyordu.
Oysa durum öyle gelişmedi. M. K. Atatürk’ün ölümünden sonra, özellikle çoğulcu demokrasinin ülkemizde uygulanmaya konmasından sonra, devlet yetkilerini kullananlar, Alevi, Bektaşi ve Mevlevileri görmezden gelirken, Diyanet İşleri teşkilatı, vatandaşlara İslamla ilgili tarafsız bilgiler vermek yerine, Kuran mealinin tercümesini bile, Atatürk’ün Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde Sünni mezhebin esaslarına göre tercüme ettiğini ilan etmekten kaçınmamıştır. 93 bine yaklaşan personel kadrosunun tümünü Sünni İslam inancını taşıyan kardeşlerimizden seçerek, inançlar karşısında tarafsız olması gereken T.C’nin devlet organlarını bir tek İslam anlayışıyla damgalamaktan çekinmemiş ve devleti yönetme sorumluluğunu yüklenenler de olaya yalnızca seyirci kalmışlardır. Bütün yurttaşlara Alevi, Sünni, Şafi, Caferi, Hambeli, Musevi, Hıristiyan tüm Türk yurttaşlarına ait olması gereken devlet teşkilatını, yalnız bir İslami görüşün teşkilatı yapmak için, oy kaygısıyla birbirleriyle yarışmışlardır. Sünni İslam yorumunu öğrenmek ve öğretmek, her Türk yurttaşının anayasadan doğan temel hakkıdır. Ancak siyasal rejimleri demokrasi yapan bir hakkın tüm yurttaşlara ayırımsız tanınması, başka bir ifadeyle çoğunluğun da azınlığın da, bir tek kişinin de kapsam ve içerik olarak aynı güç ve etkinlikteki “hakka” sahip olmasıdır.
Yurttaşların tümünden toplanan vergilerin, yurttaşlardan yalnız bir kısmının inançlarını icra etmeleri için ayrılması, vatandaşlar arasında ayrım yapılmasını yasaklayan anayasanın 10. maddesine o kadar aykırıdır ki, izaha bile gerek yoktur. Sünni kardeşlerimiz de bu konuda aynı kanaattedirler. Türkiye’yi, Atatürk Türkiyesi’ni yönetenler, devletimize böyle bir ayıbı yakıştırmamalıdırlar. Yurttaşlar arasında bölücülük yapmaktan vazgeçmelidirler. Eğer Türkiye ile Suriye arasındaki ihtilafta 22 Arap ülkesinin Suriye’nin yanında yer aldıklarını dünyaya ilan etmeleri, buna karşılık Sünni olmayan Azerbaycan ve diğer Türk Cumhuriyetlerinin Türkiye’nin yanında yer aldıklarını ilan etmeleri hâlâ insanları uyandırmıyorsa, Türkiye’mizin işi çok zor demektir.
Sevgili konuklar,
Bütün bu iyi niyetli tespit ve eleştirilere ve kanunları uygularken, külfetleri yüklerken olduğu gibi hak ve menfaatlar sağlarken de ayırım yapılmamasını emreden anayasa kuralının çiğnenmeye devam edilmesine rağmen, son yıllarda, özellikle son iki yılda önemli bir değişikliğin ayak seslerinin duyulmakta olduğunu huzurunuzda söyleyebilmekten dolayı fevkalade mutluyum.
Sayın Cumhurbaşkanımızın son beş yıldır Hacı Bektaş törenlerine katılmaları, Sayın Başbakan Mesut Yılmaz ve Sayın Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit’in hükümet adına, devlet adına iki yıldır üst üste Hacı Bektaş’ta verdikleri beyanatlar Yesi, Anadolu, Balkan ekseninin öneminin daha iyi anlaşılması, devleti yönetenlerin yurttaşlarına yasaların farklı uygulanmayacağının müjdesini vermektedir. “Cemevi de bizim, cami de bizim, Hacı Bektaş ilçesi yalnız Türk - Alevi Bektaşilerimizin değil, tüm dünyadaki Alevi Bektaşilerin de ziyaretgâhı haline getirilecektir” diyen Sayın Başbakan Mesut Yılmaz’a ve Sayın Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit’e huzurlarınızda içtenlikle teşekkür ediyorum. Devlet bütçesinden adil ve doyurucu bir payın ayrılması, Türk - İslam tasavvufunun yeniden ayağa kaldırılması, Türklerin insan, Tanrı, doğa ve bu üçü arasındaki ilişkileri izah eden Kuran kaynaklı, sevgiye dayalı, insanları farklılıklarıyla kucaklayan, koruyan anlayışın yalnız ülkemizde değil, bütün dünyada tanıtılmasının, Türklerle ilgili peşin yargıların yıkılmasına da katkı sağlayacağına eminiz!
Avrasya’da doğan yeni Türk cumhuriyetleriyle İslam tasavvufu yoluyla daha kolay kaynaşılabileceği düşüncesini, bu ülkenin büyük din uleması da savunmaktadır.
Sevgili konuklar,
Cumhuriyetimizin 75. yılında CEM Vakfı olarak ve vakfımızın amaçlarına uygun olarak daha güçlü, daha dayanışma içinde, birbirimize karşı daha hoşgörülü bir Türkiye’ye, normal yurttaşlık hizmet ve görevlerimizin dışında nasıl bir katkımız olabilir, diye kendi kendimize bir soru yönelttik. Demokratik ve laik Cumhuriyet yurttaşı olmanın sonucu ve sorumluluğu olarak, iyi niyetli eleştirilerimizin devleti yönetenlere yönetilmesinin, daha güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşmasına bir katkı olacağını düşündük.
Bir diğer tarihi katkıyı ise bugüne kadar görmezlikten gelinen, ancak İslamın yüce değerlerini Şah Ahmet Yesevi’nin, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hz. Muhammed’e, Hz. Ali’ye dayanarak yaptıkları yorumları Yesi’den Viyana’ya kadar götüren Horasan, Anadolu erenlerinin devamı olan İslam inancının önderlerini bir araya getirerek, İslamın tüm insanları ve doğayı kucaklayan bu güzel yorumunu toplumun her kesimine ulaştırmaya çalışacak olan üç günlük bir toplantı düzenleyerek sağlamak ve Atatürkçü Cumhuriyetin 75. yılına hediye olarak sunmak istedik.
Bu toplantılara yurtiçinden ve yurtdışından katılarak destek verenlere, varlıklarıyla toplantımızı onurlandıran ve anlamlandıran devlet büyüklerimize, başta Sayın Cavit Kavak’a teşekkür ediyoruz.
Eleştirilerimizi yapıyoruz ama yine de hepinizi seviyoruz. Ne yapalım, inancımız, İslamımız bu!
Ne diyor Yunus?
Elif yazdık ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılanı hoşgördük
Yaradandan ötürü
Her şeyden daha güçlü, daha mutlu bir Türkiye için!..
Türkiye’nin de ötesinde daha mutlu bir dünya, daha mutlu bir insanlık için!..
En derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
16 EKİM 1998,
Atatürk Kültür Merkezi, TAKSİM, İSTANBUL
İNANÇ ÖNDERLERİ İKİNCİ TOPLANTISI
Sayın Bakanlar, sayın milletvekilleri, sayın yabancı devlet temsilcileri, değerli cemaat temsilcileri, yurtiçinden ve yurtdışından gelen sivil toplum kuruluşları temsilcileri, değerli hanımefendiler, beyefendiler;
Cem Vakfı’nın düzenlediği “İkinci Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı”na hoş geldiniz. Her birinizi ayrı ayrı en içten sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sizlere yarım saat gibi kısa bir zaman dilimi içinde, 1000 yıllık bir tarihin, insanoğlunun inanç ve anlayış biçiminin, Kazakistan’da başlayıp Tuna boylarına kadar, bugün Budapeşte’deki Gülbaba’ya kadar uzanan anlayışından kesitler sunuldu. (Sahneye Tuva’dan gelen Şamanlar, Tokat yöresi semahlarını sergileyen bir grup gelip inançlarını sergiledikten sonra; Hüseyin Orhan ve Hasan Sağbilge dedelerin, Bektaş babaların posta oturduğu ve Alevilerin, Bektaşilerin, Mevlevilerin sazlar eşliğinde semah döndükleri kısa bir ibadet yapılmıştır.)
Değerli konuklar, bu toplantı aynı zamanda Türk kavimlerinin Anadolu’ya gelişlerinden bu yana, yani yaklaşık 1000 yıldan bu yana, Maveraünnehir’deki kavimlerin İslam anlayışını, bu anlayışı uygulayan önderleri bir araya getirme amacını güden ikinci toplantıdır.
Gerçekten de Birinci Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı’nın sadece halk katında değil, devleti yönetenler katında da yarattığı olumlu etkinin sonucu olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başbakanları Hacı Bektaş ilçesine gelerek Türk halkına dünyanın gözü önünde, yurttaşlar arasında anayasanın 10. maddesinde buyrulduğu gibi, inançlarından dolayı farklı muamele yapılmayacağını, caminin de cemevinin de devletin olduğunu, bundan sonra inanç hizmetleri için genel bütçeden bir pay ayrılacak olursa, payların hakça bölüştürüleceğini, Hacı Bektaş ilçesinin imar planlarının yeniden ele alınacağını ve ilçenin yalnız Anadolu Alevi ve Bektaşilerinin, Mevlevilerinin değil, tüm Balkan, Kafkas ve Orta Asya ülkelerinin de inanç merkezi olacağını müjdelemişlerdi. Böylece, Mustafa Kemal Atatürk'ün halkıyla birlikte kurduğu ve nihai hedefi laik, çağdaş, hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik, barış içinde herkesin birbirini farklılıklarıyla sevip kucakladığı bir Türkiye’nin yaratılmakta olduğunu, halkın hiçbir ayırıma tabi tutulmadan, bundan böyle yönetileceğine samimiyetle inanmaya başladık. Ancak söylenenlerden hemen sonra çıkarılan bütçeler, bu inancımızı, üzülerek söyleyelim ki, boşa çıkardı. Vaat edilen hiçbir şey yapılmadı. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekirdi? Acaba devleti yönetenlerin söz verip yerine getirmemeleri bir alışkanlık olarak mı algılanmalıydı, yoksa Alevi, Bektaşi, Mevlevi İslam anlayışını, yönetenlere yeterince anlatamamış mıydık? Bundan dolayı da 25 milyonu aşkın insanın inanç bazında örgütlenmesi, Atatürk Türkiyesi için bir sakınca mı oluşturuyordu?
Sevgili konuklar,
Öyle zannediyorum ki kusuru son bir defa yine kendimizde bulacağız ve yine kendimizi yeterince anlatamadığımızı düşüneceğiz. Bu sofiyane yaklaşım ise, ister istemez bizi bir kez daha şairin deyimiyle, tarihe nazar atmaya zorlayacak.
Sevgili konuklar,
Mustafa Kemal’in kendi deyimiyle, Türk kavimlerinin batıya göçü, tarihin çok önemli bir evresini teşkil eder. Bir taraftan kuraklık, bir taraftan Moğol istilaları Amuderya ile Siriderya arasındaki Türk kavimlerini göçe zorlayınca, bu bölgede yaşayan göçebe kavimlerin bir kısmı Hazar Denizi’nin kuzeyinden Azerbaycan’a, diğer bir kısmı ise Hazar’ın güneyinden Anadolu yaylalarına doğru göç etmeye başladılar. Hazar’ın güneyinden göç edenler, 150 - 200 yıllık bir serüvenden sonra, Anadolu’ya yerleştiler. Manevi bağ ile kendilerini bağlı kabul ettikleri ocaklarla birlikte Anadolu’ya gelen bu göçebe kavimler, Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile onun soyundan gelip Maveraünnehir’e sığınan ve Kuran’ın insanoğluna verdiği mesajların batini yorumunu ön plana çıkaran Şah Ahmed Yesevi’yle teorik manada en üst noktada ifadesini bulan, İslamiyetten önceki gelenek ve töreleriyle meczettiği bir İslam anlayışına inanıyorlardı. Saz çalıyorlar, semah yapıyorlardı. Kadın erkek ayırımı olmaksızın, ibadetlerini bir arada ve Türkçe yapıyorlardı.
Bu yapı, göçler yoluyla konaklanan yerlerden alınan güzelliklerle zenginleşti ve Anadolu’ya intikal etti. 13. asrın sonlarına gelindiğinde, İslamın yüce değerlerini yol boyunca zenginleştirerek Anadolu’ya gelen göç kafileleri, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Abdal Musa, Sarı Saltuk, Kızıldeli Sultan, Seyit Ali Sultan, Yunus Emre gibi yüzlerce bilge kişiyi yetiştirdi. Kuran-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi, insanı merkez yapan, hayatın tüm amacını onu kemale erdirmeye hasreden, kul hakkını yemeyi en büyük günah sayan, insanı sevmeyi Tanrı’ya varmanın şartı kabul eden bir Kuran anlayış ve ahlakını, toplum düzeninin temeline yerleştiren bu yaklaşım, önce Anadolu’ya, oradan da Balkanlar’a, Orta Avrupa’ya, Tuna boylarına, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs, Girit ve Rodos’a kadar yayıldı. 600 yıl dünyaya hükmedecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun temeli, bu ahlaki düşünce üstünde yükselecekti. Devlete akıl ve bilimin, topluma ise İslam ahlakının insanlar arasında her türlü ırk, renk, dil, cins ayırımını reddeden, insanın bizatihi kendisini Tanrı’dan bir zerre olduğu, ona kötü ve farklı muamele yapılamayacağı düşüncesinin hâkim olduğu bir ahlak sistemi egemen oldu.
Bir inanç önderi olan Edebali, devletin nasıl, hangi ilkelere göre yönetileceğini; bir başka inanç önderi olan Hacı Bektaş Veli, Osmanlı ordusunun pîri; bir diğeri Ahi Evran, Osmanlı toplumunun sosyal ve ekonomik dayanışma modelini, yani Ahiliği kuracaktı. İnsan sevgisi, kul hakkının yenmezliği Kuran ahlakının esasını teşkil edecek, günlük ihtiyaçların temininde her şeyden önce akıl ve bilim yol gösterecekti. Ve İslam müzikle, sazla, semahla, kadın-erkek bir arada, Türkçe icra edilecekti. İcra edildi ve edilmeye de devam ediyor, biraz önce gördüğünüz gibi. Tam 1000 yıldan beri Kazakistan’da tutuşturulan meşale, Horasan erenleri aracılığıyla Anadolu, Balkanlar ve Kafkaslar’da bütün parlaklığıyla yanmaya devam ediyor, zaman zaman tarihte eşine rastlanmamış baskı ve zulümlere rağmen. Peki, ne oldu da bu parlak anlayış, Hıristiyanlığı Anadolu’da daha üstün değerlerle eriten, Anadolu ve Balkanlar’ı Müslümanlaştıran bu anlayış, ne oldu da neyle karşı karşıya geldi de yerini dogmatik İslam anlayışına bırakmak zorunda kaldı?
Sevgili konuklar,
Bütün Osmanlı tarihini birkaç dakika içinde size anlatacak ne gücüm var, ne de öyle bir saygısızlık yaparım. Ama müsaade ederseniz, doğru aktarılmayan bazı tarihi gerçekleri, bu toplantının amaçlarının daha iyi izah edilebilmesi için, birkaç cümle ile tartışmaya açayım. Muhteşem Osmanlı devletinin, üstüne bina edildiği yörüngeden başka bir yörüngeye oturma tarihi, 1517’dir. İlk defa 1517 de Osmanlı devletine bir mezhep atfedilmiştir. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde “Bundan böyle Osmanlı devletinin mezhebi Hanefiliktir” beyanında bulunmuş ve sefer dönüşü 2000’den fazla Hanefi ulemayı El Ezher Medresesi’nden getirerek İstanbul’daki medreselere yerleştirmiştir. Buralarda bulunan Alevi, Bektaşi, Mevlevi dede ve babalarını buralardan sürerek, Osmanlı devletinde yeni bir ulema sınıfının doğmasını sağlamıştır. Bu yeni bir sınıftır ve İslama daha değişik bir yorum getirmektedir. Özü ihmal etmeden, şekli ve Emevi anlayışını ön plana çıkaran bir anlayış.
Yavuz Sultan Selim buna neden ihtiyaç duymuştu? Bir tek cümle ile söylersek, doğuda Osmanlı hanedanlığı için, başka bir Türk devleti, Safavi hanedanlığının başında bulunduğu yeni devletten çekinmiş, Türkçe konuşan, Türkçe şiir yazan Anadolu halkının sevdiği Şah İsmail’in hanedanlığını kendi hanedanlığı için bir tehdit olarak algılamıştır. Öyleyse tedbir olarak Osmanlı’ya başka bir mezhep gerekir(di). Başka bir ifade ile hanedanların siyasal iktidar kavgası, her türlü silahı mubah ve meşru kılmıştır. Bu tarihten Mustafa Kemal’in ortaya çıkışına kadar siyasal iktidar, dini iktidarla iç içe ve Anadolu halkının Asya’dan getirdiği değer ve uygulamalara karşı olacaktır. Siyasal iktidar desteğindeki bu yeni uygulama, Osmanlı sarayı ile halkı arasında duvar örerken, dünya imparatorluğunu önce duraklamaya, daha sonra çöküşe götürecek ve bu gelişme Mustafa Kemal’in liderliğindeki yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanacaktır.
Mustafa Kemal’in, imparatorluğun çöküş nedenlerini, Osmanlı hanedanlarının yaptıkları yanlışlar nedeni ile olduğunu Nutuk’ta, uzun uzun izah ettiğini görmekteyiz. Mustafa Kemal, yeni kurulacak devletin temelini, yeniden Anadolu halkına, Alevi, Sünni, Şafi, Hambeli, Hıristiyan, Musevi ayırımı yapmadan, halkın tümüne dayandıracak, yeni devletin iktidar olma gücünü hanedanlıktan ya da Tanrı’dan değil, halktan aldığını ifade edecek, halk egemenliği kavramını kullanacak ve “egemenlik ulusundur” özdeyişiyle çağdaş ve modern toplumların girdiği yolu Türk toplumuna 77 yıl önce açacaktır.
Anadolu halkının farklı inanç gruplarından oluştuğunu bildiği için, toplumsal barışın dinsel duygulara saygı göstermekten ve yurttaşlara eşit ve tarafsız muameleden geçtiğini bildiği için, Mustafa Kemal, yeni devleti bu düşünceyi ifade eden laiklik ilkesi üzerine oturtacak ve sapmaları önlemek amacıyla da din hizmetleri teşkilatını, yani Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kuracaktır. Bu kuruluş, bilge kişilerden oluşacak, yurttaşlara İslami bilgileri en üst düzeyden, doğru bilenler tarafından verdirtecek, Osmanlı hanedanlığında 1517’den sonra görüldüğü gibi, devleti din kuralları yönetmeyecekti. Devleti akıl ve bilim yönlendirecekti. Ayrıca 1517’den önceki Osmanlılarda olduğu gibi, evrensel değerleri 1000 yıl önce Asya’da İslamla yakalayıp Anadolu’da geliştiren, Balkanlar’a, Orta Avrupa’ya, Doğu Akdeniz’e ulaştıran halk ozanları yeniden kendi kültürünü yakalayacak ve yazdıracaktı.
Türk Dil ve Tarih Kurumu yayınları çalışmalarıyla, Arap değerleriyle sıvanmış bir kültürü yeniden gün ışığına çıkaracaktı. Tarihte İlk Mutasavvıflar, Alevilik, Bektaşiliğin İç Yüzü gibi kitaplar bu düşüncenin Türk kültür ve değerlerinin yeniden gün ışığına çıkarılmasının müjdecileriydi. Ancak bu anlayışla kurumları hızla güçlenen ve kısa sürede tüm dünyanın dikkatini ve hayranlığını çeken, laiklik ilkesine dayalı yeni Türkiye Devleti, çoğulcu demokrasiye geçişle beraber ihtiraslı ve eyyamcı siyaset adamlarının siyasi iktidarı elde etmek amacıyla dini duyguları istismar etmesi sonucu, yeniden yara almaya ve Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün kurduğu devlet olmaktan çıkmaya başladı. Öyle ki, Mustafa Kemal’in ordusu olmadan, laik Cumhuriyet ayakta kalamaz duruma getirildi. 28 Şubat’ta görüldüğü gibi. Özellikle Diyanet İşleri Teşkilatı, birkaç kişiden ibaret bu kuruluş, 100 binin üzerinde insanla, yüzlerce trilyon lirayla beslenen, her beş saatte devasa camilerin yapıldığı, toplum sorunlarına dini referanslarla çözüm aranan, Arap kültür ve değerlerinin yeniden egemen kılınmaya çalışıldığı, bir milyondan fazla çocuğun Arap alfabesini öğrendiği, ihtiyacın yüzlerce kat üzerinde imamın yetiştirildiği, yurttaşlar arasında ayırım yapıldığı, herkesten vergi alıp yalnız bir tek İslam yorumuna para ve kadro tahsis edildiği bir ülke haline geldi.
Sevgili konuklar,
Son kırk yılın sivil siyasi kadrolarının aymazlığı, (istisnaları dışında tutuyorum) ve eyyamcılığı sayesinde Cumhuriyetin kazanımlarını ve evrensel Türk kültür değerlerini Arap kültür değerlerine mahkûm etmeye devam etmesine, bu ülkedeki büyük çoğunluğu oluşturan Hanefi kardeşlerimiz gibi Alevi, Bektaşi, Mevlevi yurttaşlar da ilgisiz kalamazlardı. Cumhuriyetin kuruluşuna Hanefi, Şafi, Hambeli, Hıristiyan, Musevi kardeşlerimiz gibi kanıyla, canıyla, malıyla katkıda bulunan, devrim kanunlarının kabulünde Mustafa Kemal’in yanında dimdik duran Alevileri, bu gidiş karşısında yine Osmanlı hanedanlığınınkine benzer baskılara maruz kalabilecekleri ve bu gidişatın Cumhuriyeti yıkabileceği kaygısı, kendi kültür değerlerimize sahip çıkmaya ve “cem hareketini” Alevi, Hanefi el ele başlatmaya sevk etmiştir.
Aleviliğin İslam anlayışı, başka deyişle Orta Asya Türk kavimlerinin göçlerle beslenip Anadolu’da gelişen hümanist yaklaşımı, önce Türk halkının tümüne tanıtılmaya çalışıldı. Bu amaçla Hanefi ulemayla birlikte, başta Prof. Dr. Niyazi Öktem, Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay, Dr. Lütfü Doğan, Prof. Dr. Hüseyin Atay, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı ile beraber yüzlerce, binlerce panel ve konuşma gerçekleştirdik. Onların ve ismini sayamadığım Hanefi kökenli bilim adamlarının tümüne yüksek huzurlarınızda en içten ve en derin saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum.
Halkımız Alevi İslam anlayışını öğrendikçe, birbirini daha çok sevmeye başladı. Çünkü Hz. Muhammed’in buyurduğu gibi, “insan bilmediğinin düşmanıydı.” Devlet katında ise biraz önce sözünü ettiğim samimiyetten uzak da olsa, olumlu gelişmeler gözlendi. Tüm siyasi parti liderleri, samimi ya da gayri samimi, ama 25 milyonluk oy pastasından pay almak kaygısıyla da olsa (ki demokrasilerde doğal kuraldır) Alevilere yapılan haksızlığın giderilmesinde ittifak ettiler, ama kimse başı çekmeye cesaret edemedi.
Sevgili konuklar,
Devleti anayasaya uygun olarak yönetmek zorunda olan siyasetçilerin, anayasanın özellikle 10. maddesini uygulamalarını, barış içinde demokratik haklarımızı kullanarak sağlayacağımızdan en ufak bir şüphem yoktur. Seçimlerde oy gücüyle bunu sağlayamazsak, anayasa ve yasaların tanıdığı yargı yoluna başvurarak, yasalar önündeki eşitliği ve adaleti gerçekleştirmek için, Alevisi Sünnisi, inananı, inanmayanı el ele, yüce politikalar güden sivil siyasi kadroları dize getireceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü bu, Atatürk Cumhuriyetinin ve Türk halkının isteği ve laik, demokrat, çağdaş devlet olmanın gereğidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin değerlerini paylaştığı uygar, uluslararası toplumun onurlu, başı dik, insan haklarına dayalı, hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, demokrat ve liberal Türkiye olmanın bir gereğidir bu. Ancak, başka bir soruyu daha cevaplamak zorundayız:
Orta Asya ve Balkanlar, Kafkaslar başta olmak üzere, Alevi İslam inancını bugüne dek büyük zorluklara rağmen getiren inanç önderlerinden acaba geriye kimler kalmıştı ve ne durumdaydılar? Hükümet edenler, anayasal sorumluluklarını yerine getirmek üzere yurttaşlara eşit olan hakları sağlamak kararına vardıklarında, hükümetin işini kolaylaştırmak üzere, kendilerine nasıl bir model sunabilirdik? Sorumlu yurttaşlar olarak, acaba siyasetçilerimiz bir gün gerçeği ve toplumu barış içinde, sevgiye dayalı bir toplumu yönetmeye karar verdiklerinde, anayasa hükümlerini eksiksiz uygulamaya karar verdiklerinde, bizden yardım istediklerinde, Alevi inancının yasalar önündeki eşitliğinden de öte, yerini almasını istedikleri zaman, kendilerine yardımcı olmak üzere nasıl bir model önerebilirdik? İşte bu soruların cevabını bulmak için, toplumda her türlü ırk, renk, dil, cins ve din ayırımını reddeden; Tanrı’yı içerdiği için insanı seven; kin, nefret, cebir ve şiddete yer vermeyen; cihadı gönül fethetmek olarak algılayan bu yüce İslam anlayışını taşıyan ve yansıtan sevgili inanç önderlerini ve onlarla birlikte bu halkın ozanlarını üç günlük bir çalışma için İstanbul’a davet ettik.
Üç gün Alevi, Bektaşi ve Mevlevi İslam anlayışı ve diğer sorunları, konunun uzmanları, profesörler eşliğinde tartışacaklar. CEM Vakfı, Türk kültürüne ve inanç dünyasına İslamın evrensel değerlerini yalnız Türk halkına değil, tüm insanlığa sunarak, önemli bir hizmeti ifa ettiği kanısındadır.
Sevgili konuklar,
Yalnız Türkiye’de değil, yurtdışındaki Alevi İslam inancını taşıyan Türk yurttaşların çocuklarının da inanç ihtiyaçlarını görmezlikten gelerek yurttaşlar arasında ayırım yapan, anayasamızı ihlal eden ve her gün anayasa suçu işleyen alışageldiğimiz siyasal yönetici sınıf, itibarını çok önemli ölçüde sarsmıştır. Buna karşılık, yeni seçilen cumhurbaşkanımız ciddi, laik, Cumhuriyet ilkesinden taviz verilmeyeceğini, hukukun üstünlüğünün mutlaka sağlanacağını, yurttaşlar arasında ayırıma kesinlikle karşı çıkacağını ifade eden sözleriyle umut vermektedir. Yeni görevinde, sözleriyle uyumlu kaldığı sürece yurttaşlar olarak her türlü demokratik desteği vereceğimizi ifade etmek istiyorum. Diğer taraftan, küçülen dünyada temel hak ve özgürlüklerin tüm insanlığın ortak ve meşru ilgi alanı haline geldiğini, siyasal yönetici sınıfın, bu konuda sorumluluklarını yeterince yerine getirmemesi halinde, ülkeyi zor durumlarla karşı karşıya getireceklerini bilmelerinde çok büyük yararlar vardır. İslamı, yalnız kendisinin temsil ettiğini sanan, 25 milyon yurttaşını dışlayan bir Diyanet’in Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini sıkıntıya sokacağını görmemek için çok vurdumduymaz olmak gerekir. Bu tür yanlışların hızla giderilmesi, en içten dileğimizdir.
Sevgili konuklar,
Böylesi bir günde sizleri daha uzun bir konuşmayla meşgul etmek istemiyorum. Çünkü siyasal yaşantının, demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarını oluşturan siyasi partilerimizin değerli temsilcileri buradadırlar. Onlar da dünyanın dört tarafından gelen ve her biri binlerce insana ulaşan siz değerli temsilcilere hitap etmek konuşmak isteyeceklerdir. Onlara da bu imkânı vermek üzere sözümü burada kesmek istiyorum, ama daha önce Kazakistan’dan buraya kadar bir sürü zahmetlere katlanarak gelen, bu toplantının çok zengin bir içerik kazanmasına katkıda bulunan Kazakistan Devleti’ne, kendi büyükelçilerinin şahsında yine huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum.
Ayrıca çorbada bir atımlık tuz misali çok küçük de olsa, tatmin etmemiş de olsa, bir katkıda bulundukları için, Sayın Kültür Bakanlığı’na da teşekkür ediyorum. Burada bulunan ve dünyanın her tarafından işini gücünü bırakarak topluma, insanlığa ve insana, sevgi ve barışın İslamı ifade ettiğini, İslamın sadece bunu ifade ettiğini söylemek için gelen siz değerli toplum temsilcilerine, sivil toplum kuruluşu temsilcilerine, dedelere, babalara, ozanlara ve bizleri onurlandıran siyaset adamlarımıza huzurlarınızda en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Bu toplantının Türk ulusunun birliğine, bütünlüğüne katkı sağlamasını ve esasen mevcut olan birliğin pekiştirilmesine vesile olmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum.
12 Mayıs 2000
Cemal Reşit Rey Konser ve Kongre Salonu, Harbiye, İstanbul
- 1. MARMARA BÖLGESİ İNANÇ ÖNDERLERİ TOPLANTISI
Çok değerli konuklar, çok değerli basın mensupları;
Cumhuriyetimizin 78. kuruluş yıldönümünde; Alevi, Bektaşi, Mevlevi İnanç Önderleri Meclisi’nin (Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı) ön hazırlık toplantısına hoş geldiniz.
Toplantının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na rastlatılmış olması tesadüfi değildir. 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş olan Cumhuriyet sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran hanedanlığın tarihe intikal ettiğinin ilanı değil, aynı zamanda misakımilli sınırları içerisinde egemenlik yetkilerinin teokrat bir hanedanlığa ait olmadığının, egemenliğin mutlak bir biçimde Türk halkına ait olduğunun da tüm dünyaya ilan edildiği günü ifade etmektedir.
Sevgili konuklar,
Mustafa Kemal’in 29 Ekim 1923’te halkına ve tüm dünyaya verdiği mesaj bundan ibaret değildir. Türk halkının Alevisi, Sünnisi, Şafisi, Hanbelisi, Hıristiyanı, Musevisini arkasına alarak silah arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği ve ismine Cumhuriyet dediği devrimin ilanının başka mesaj ve manaları da vardır.
Genelde bütün ezilen halklara, özelde ise o günün Müslüman halklarına Cumhuriyetin ilanıyla birlikte bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmanın müreffeh ve gelişmenin çağdaş değerlerini yakalayıp uluslararası toplumun onurlu, başı dik bir üyesi olmanın reçetesini de sunuyordu. Din işlerinin devlet işlerinden ayrıldığını, dinin Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri düzenlediğini, din duygularının sömürüsüne dayalı devlet modelinin artık yeryüzünde yaşama şansı bulamayacağını, dini inanç ve düşünceleri ne olursa olsun herkesin genel, tarafsız, adil ve objektif yasalar karşısında eşit haklara sahip yurttaşlar olarak eşit muameleye tabi olacakları bir yönetim biçiminin, yeni Türkiye Devleti’nin modelini oluşturacağını müjdeliyordu.
Bu mesaj dünyanın bütün ezilen, sömürülen halklarına da verilmiştir. Akıl ve bilime dayalı bir yönetim modeli mesajı, siyaset biliminin sihirli bir reçetesiydi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının birlikte yürürlüğe koydukları bu yeni devlet modeli kısa sürede çok büyük işler başaracaktı. Doğu’nun hasta adamı gitmiş, yerine dinamik, sorunlarını kendi gücüne dayanarak çözen, düşmanlarının dahi önünde saygıyla eğildiği yeni ve güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğmuştur. Sosyal, kültürel, ekonomik kalkınmasını ve örgütlenmesini akıl ve bilime dayandıran, dini düşünce ve duygularını devletin işleyişine karıştırmayan bir modelin işlerliğini ve denetimini sağlamak üzere de Diyanet İşleri Teşkilatı adında bir teşkilatın da kurulduğu bir model oluşturuldu. Ne daha önce, ne daha sonra dünyada örneği görülmüş bir model. Türk ihtilalinde olduğu gibi!
Sevgili konuklar,
Bu devlet modelinin gerçekleştirilmesi için Mustafa Kemal’e giriştiği mücadelenin ilk gününden itibaren malıyla, canıyla, kanıyla her türlü desteği diğer inançlardan kardeşleri ile birlikte verenler sizler oldunuz. Mustafa Kemal ve devrimlerine en zor koşullarda bile verebileceğiniz her türlü desteği vermekten çekinmediniz. Cumhuriyet treninin laik raylar üzerinde hızla ilerlemesi için hiçbir fedakârlıktan çekinmediniz. Mustafa Kemal’in Hakk’a yürümesinden sonra görmezlikten gelinmenize dahi müsamaha gösterdiniz, tahammül ettiniz.
Ancak bugün durum değişmiştir. Çünkü artık söz konusu olan sadece sizin diğer yurttaşlardan farklı muameleye tabi tutulmanız veya inançlarınızın tanınması değildir. Söz konusu olan laik Cumhuriyetin kendisinin de tehdit altına girmiş olmasıdır.
Özellikle 1965’ten sonra din ve Tanrı düşüncesini reddeden Marksizmin ilerlemesini engellemek için dini duyguların daha çok körüklenmesi gerekliği düşüncesinin uluslararası politika da Batı Bloku tarafından telkin edilmesi ve yürürlüğe konması laik Türkiye Cumhuriyeti’ni 1990’lara geldiğimizde çok ağır bir bedel ödemekle karşı karşıya bırakmıştır. Laik Cumhuriyetimizin anayasasında din dersleri zorunlu hale getirilmesiyle milyonlarca çocuğumuzun Kuran kurslarına devam etmesi sağlanmış, yüz binlercesinin imam hatip okullarına gitmesi mümkün kılınmış, Diyanet İşleri Teşkilatı’nın din ve devlet işlerinin ayrılmasında devletin denetim organı olmak yerine Arap örf ve âdetlerini İslam dininin esasları olarak yayan yüz binleri aşan kadrolarla şişirilmesi, ülke insanının birçok sorunu var iken her dört saatte bir muhteşem camiiler yapan ve bu konuda birbirleri ile yarışan kendilerine sağcı ya da solcu diyen bir siyasi partiler Türkiye’si görüntüsü ortaya çıkarmıştır.
Sevgili konuklar,
Bütün bu gelişmeler Türkiye’de yaşanırken Mustafa Kemal Türkiyesi’nin sabun misali avuç içinden kayıp gitmesine laik Cumhuriyeti korumaya ant içmiş hiçbir siyasi parti oy kaygısıyla karşı koyma cesaretini gösterememiştir. 28 Şubat kararları ile ordu basiretsiz ve beceriksiz siyasi partileri ve hükümeti ikaz zorunluluğunu duymasaydı, Türkiye bugün muhtemelen bir iç savaşın eşiğine sürüklenmiş olacaktı.
Sevgili konuklar,
Eğer Türkiye Cumhuriyeti bugün ordunun ikazları ile ayakta durabilen bir laik Cumhuriyet haline dönüştü ise bunun önemli ve derin nedenlerinden birisi, bu ülke de sayıları 25 milyonu aşan Alevi-Bektaşi-Mevlevi İslam inancına sahip yurttaşların, gerek İslam anlayışları gerekse kendi yaşam biçimleri itibarıyla laik ve Cumhuriyetçi olan inanç dünyalarının devre dışı bırakılmış olmalarında aranmak gerekir.
Başka bir deyişle, Şah Ahmet Yesevi’lerin, Mevlana’ların, Yunus’ların, Hacı Bektaş’ların, Pir Sultan’ların, Abdal Musa’ların, Veysel’lerin İslamı barış ve sevgi dini olarak kabul edenlerin ve öylece de yaşayanların devre dışı bırakılmış olmalarıdır. Herkesten toplanan vergilerin din hizmetleri için ayrılan muazzam bölümünün farklı inanç sahiplerine adil bir biçimde paylaştırılmak yerine, Sünni İslamı temsil ettiği iddasında olan Diyanet İşleri’ne tahsis edilmiş olmasıdır. Ama demokratik, laik Cumhuriyetin bu yanlışı daha fazla taşımaya gücü yetmez. Bu çarpık, haksız ve gayri adil düzenleme son bulmalıdır ve son bulacaktır da. En ufak bir şüphe duymuyorum. Ancak bu düzenlemenin son bulmasına aklıselim ile adaletle ve anayasamızın emredici hükümlerine uygun olarak karar verildiği zaman, 25 milyonu aşan Alevi-Bektaşi-Mevlevi yurttaşların kendi İslam inançlarına uygun olarak, inançlarını kendilerine öğretecek, onların çocuklarına aktaracak kurum ya da kurumlar nasıl oluşmalı, kimlerden oluşmalı?
İşte bugün yaptığımız toplantının ana nedeni bu sorunun cevabını beraberce aramak ve kurulacak olan büyük meclis için bir hazırlık oluşturmaktır.
Sevgili konuklar,
Laik Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e inanan hiç kimse kalmasa bile herkes bilmelidir ki, biz Mustafa Kemal’e ve laik Cumhuriyete inanmaya ve onu içimizde yaşatmaya devam edeceğiz. Hem de inancımızın ayrılmaz bir parçası olarak.
Hepinize geldiğiniz için CEM Vakfı adına teşekkür eder saygılarımı sunarım.
29 Ekim 2001
CEM Vakfı Genel Merkezi
Yunus Emre Konferans Salonu, YENİBOSNA-İSTANBUL
İNANÇ ÖNDERLERİ ÜÇÜNCÜ TOPLANTISI
Sayın Bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, kor diplomatlar, temsilcilikler, ekselansları, konsolosları, siyasi parti temsilcileri, sivil toplum kuruluşları temsilcileri, değerli basın ve medya temsilcileri, hanımefendiler, beyefendiler;
Anadolu 3. İnanç Önderleri Toplantısı’na hoş geldiniz,
Sizler de Anadolu’nun her köşesinden, Yesi’den Budapeşte’ye yayılan geniş coğrafyada bin küsur yılı aşkın süreden beri, bütün baskılara direnerek, eza, cefa çekerek, insanın Tanrı’nın zerresinde oluştuğuna inanarak, onu her şeyin merkezine oturtarak, onu severek Tanrı’ya varılabileceğine; ona eziyet edenlerin, gönül kıranların ne namazlarının, ne oruçlarının kabul edileceğine, tüm insanları farklılıklarıyla severek kucaklamanın Tanrı buyruğu olduğuna, kul hakkını yemenin en büyük günah olduğuna, bilmin ve aklın hayattaki en hakiki mürşit olduğunun Kuran-ı Kerim’in temel felsefesi temel inanç ve davranış kurallarının yol göstericisi olduğuna, İslamın devlet modeli önermediğine, temel ahlak kurallarını içerdiğine ve uyulması gerektiğine, kadının da erkeğin de aynı Tanrısal özden oluştuğunu ve eşit haklara sahip olduğuna inanan ve bu yoldaki inançlarını saz eşliğinde kadın erkek bir arada, yani ilahi müzikle icra eden Kazakistan’dan, Türkmenistan’dan, Kars’tan Edirne’ye Anadolu’nun her köşesinden gelen sevgili, saygılı, turab (alçakgönüllü), her davranışında başkalarına örnek olan kâmil insanlar, dedeler, babalar, sizler de hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Sizleri de en içten sevgi ve saygılarla selamlıyorum.
Sevgili konuklar,
Eski deyimle bu uzunca girizgâhtan, mukaddimeden (girişten) sonra sizleri neden buraya bu dönemde yorduğumuzu ve toplantının hangi amaçla yapıldığını kısaca izah etmek istiyorum.
Hemen belirteyim ki, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının Türk halkının tümünü Türk’ü-Kürt’ü-Lazı-Çerkezi, Boşnağı, Alevi, Sünni, Şafi, Hambeli, Caferi, Maliki her kişi ve kesimi yanına, arkasına alarak başarıya ulaştırdığı eşsiz Kurtuluş Savaşı sonrasında devletin inançlar karşısında tarafsız kalması ve devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılığı ilkesi üzerine oturttuğu yeni devlet modeline, onun ölümünden sonra bağlı (sadık) kalınabilseydi, böyle bir toplantıya, yıllardır yaptığımız hak mücadelesine gerek kalmayacaktı.
Çünkü yurttaşlar bu devlet modelinde ırkları, renkleri, cinsleri, siyasi, felsefi kanaatleri ne olursa olsun, yasalar önünde farklı muameleye tabi tutulmayacaklar, eşit muameleye tabi olacaklardı.
Oysa Türkiye’de 1960’lara kadar bazı aksamalarla devam eden laik yapı özellikle 1965’ten sonra uluslararası konjönktürün de etkisiyle rayından çıkmaya başlamış ve herkese göre değişen dini referanslara dayalı devlet düzeni, özellikle Alevi İslam inancını taşıyan yurttaşların hayatı üzerinde önemli olumsuz etkiler doğurmaya başlamıştır.
Düşüncelerimizi biraz daha açık anlatabilmek için bu konu üzerinde müsaadenizle biraz daha durmak istiyorum.
Sevgili konuklar,
1965’ten itibaren eski ABD devlet başkanlarından Eisenhoover ve dışişleri bakanlarından Jon Foster Dulles’un öncülüğünü yaptıkları bir teori, uluslararası ilişkilerde uygulamaya konmuş ve o dönemin iki kutuplu dünyasının Doğu Kutup’unu temsil eden Sovyetler Birliği’nin demir bir çemberle kuşatılması kararlaştırılmıştı. Bu kuşatma bir taraftan NATO, CENTO, ASEAN gibi uluslararası örgütlerle gerçekleştirilirken diğer taraftan da Sovyetler Birliği’ni kuşatan ülkeler halklarının Müslüman olduğu göz önünde bulundurularak bu ülkelerde “cihadı” gönül fethi olarak kabul eden cebir ve şiddeti, kin ve nefreti reddeden İslami anlayışlardan çok, cihadı Tanrı için, onun aşkına her türlü cebir ve şiddeti meşru kabul eden radikal İslami akımlara destek verilmesi tercih edilmiştir.
Bu teorinin Türkiye’deki uygulanmasının sonuçları, siyasi kadroların basiretsizliği ve gelişmeleri değerlendirememeleri ve din istismarını kolay oy elde etme yolu olarak fark etmeleri nedeniyle ihtiyaçtan çok fazla cami inşaatı, on binlerce ehliyetli, ehliyetsiz Kuran kursu, her yıl on binlerce Diyanet Teşkilatı kadrosu artırımı, devletin genel bütçesinden yüzlerce trilyon lira tahsisat, gereğinden fazla imam hatip okulu açılması biçiminde görülmüştür. Bununla da yetinilmeyerek 1982 Anayasası’na din dersi mecburi ders olarak konmuştur.
Özellikle 1982 Anayasası’nın uygulamaya konmasından itibaren okutulan din derslerinin uygulamada sadece Sünni İslam anlayışını yansıtması, Türk sosyal yaşamında vahim gelişmelerin yaşanabileceği tehlikeli bir zeminin ortaya çıkmasına neden olmuştur.Sünni İslam anlayışı, devlet adına, hem Atatürkçü Laik Cumhuriyet adına okullarda mecburi ders olarak okutulurken, sayıları 25 milyonu bulan Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Nusayri yurttaşların çocukları her türlü inanç bilgi ve hizmetlerinden yoksun bırakılmış ve toplumun Alevi kesimi, yoğun ve kuralsız kentleşmenin bu ihmalle getirdiği sıkıntılar da eklenince her türlü siyasi ve sosyal akımın üstünde at oynatabileceği, her türlü etkiye açık, yabancıların büyük ya da küçük güçlerin iştahlarını kabartabilecek uygun bir alan haline gelmiştir.
Devleti yönetenlerin bu aymazlıklarının yani yurttaşlar arasında ayırım yaparak, laik Cumhuriyeti Sünni Cumhuriyete dönüştürme çabalarının sonuçlarının görüldüğü yer, Almanya gibi Türk yurttaşlarının sayıca yoğun yaşadıkları yerlerdir. Devlet organlarının doğrudan ya da dolaylı olarak yardımlarıyla Sünni kardeşlerimize her türlü destek verilirken Alevi yurttaşların çocukları aynı devletin çocukları değilmiş gibi, hiçbir maddi ya da manevi desteğe sahip kılınmamışlardır. Ve Almanya gibi gelişmiş bir sanayi toplumunun acımasız rekabet şartları nedeniyle eğitim sorunları dahil Almanya’nın merhametine (insafına) terk edilmiştir.
İşte bu gerçekler, sorumlu yurttaşlar olarak 1990’da Türkiye’nin de taraf olduğu 15 yıl süren Helsinki süreci sonrasında ahdedilen Paris Şartı’yla birlikte, bizi, (CEM Vakfı kurucularını) hem Alevi yurttaşların çocuklarının inançlarını öğrenmelerine olanak sağlamak hem de insanlığı Tasavvufi İslamın engin ve zengin tükenmez hanesinden yoksun bırakılmamak, onun getirdiği Kuran-İnsan-Tanrı anlayışının barışa sunabileceği katkıyı insanlığa sunmak için harekete geçirdi. Alevi İslamı Türkiye’nin ve tüm insanlığın gündemine taşımak istedik; CEM Vakfı’nın kurulması yetmezdi.
Bir taraftan barış içinde kimseyi incitmeden Türk kavimlerinin İslam anlayışını Sünni kardeşlerimizin ve Sünni ulemanın da katkısıyla (Prof. Niyazi Öktem, Prof. M. Ali Kılıçbay, Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Dr. Lütfü Doğan, Prof. Hüseyin Atay, Prof. Ethem Ruhi Fığlalı, Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Prof. Dr. İlber Ortaylı, bunlardan sadece bazılarıdır ve huzurlarınızda kendilerine teşekkür ediyorum.) yüzlerce sempozyum, binlerce konferansla tanıtmaya çalıştık. Halk birbirini tanıdıkça birbirini daha çok sevdi, Alevi-Sünni evlilikleri hızla artmaya başladı.
Sevgili konuklar,
Bu barışçıl ve insani çabalarımız 1997’de ilk hukuki sonuçlarını vermeye başladı. 1997’de Cumhuriyet hükümeti Alevi yurttaşları inançlarıyla devlet organlarının dışında bırakılmasının tehlikelerini, defalarca görüşmemizden sonra kabul ettikleri için, Sayın Cumhurbaşkanı’nın yüksek huzurlarında, “Bundan böyle devletin genel bütçesinden din hizmetleri için bir pay ayrılacak olursa bu payın tüm yurttaşlar arasında hakça bölüştürüleceğini, caminin de cemevinin de devlete ait olduğunu, Hacıbektaş ilçesinin imar planının Ankara tarafından yeniden ele alınarak sadece Anadolu Alevilerinin değil, tüm Balkan, Kafkas ve Orta Asya ülkelerinin de inanç merkezi olacak şekilde yeniden yapılandırılacağını” medya ve basın aracılığıyla tüm dünyanın önünde vaat ettiler.
Kendilerine, o günün başbakanı ANAP Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz’a, DSP Genel Başkanı Sayın Bülent Ecevit’e, DTP Genel Başkan Yardımcısı Sayın İsmet Sezgin’e ve daha sonraki hükümette yer alıp aynı desteği sürdüren MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’ye teşekkürlerimi sunuyorum.
Ancak bu sözlerin verilmiş olmasına rağmen devlet bütçesinden Alevi yurttaşlara herhangi bir pay ayrılmadı ve aynı durum bugünlere kadar devam etti.
Sevgili konuklar,
Biz istesek de istemesek de dünya dönüyor. Teknolojik gelişmelerin küçük bir köye dönüştürdüğü, üzerinde binlerce din ve mezhep mensubu 6 milyara yaklaşan insanın yaşadığı dünyamızda barışı korumanın ve barış içinde yan yana yaşamanın ilk ve en önemli şartının, temel hak ve özgürlükler konusunda ortak değer yargılarının kabul edilerek yürürlüğe konması olduğu, uluslararası hayatın bir gerçeğidir.
Kendi başına bir buçuk milyar nüfusuyla Çin Halk Cumhuriyeti bile bu gerçeğin dışında değildir.
Ve temel hak ve özgürlükler konusunun artık tüm ulusların ortak “ilgi alanı” olduğu hususunda dünya mutabakata varmıştır.
Bir taraftan BM 1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’yle, daha sonra medeni ve siyasi haklar ve onları tamamlayan bir dizi uluslararası antlaşmalar ile bu haklar güvenceye alınmaya çalışılırken, diğer taraftan Türkiye’nin de bir parçasını oluşturduğu Avrupa kıtasında Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Antlaşması, Avrupa İnsan Hakları Adalet Divanı, Paris Antlaşması ile onu izleyen teşkilat ve antlaşmalarla daha yüksek uluslararası bir güvenceye kavuşturulmuş bulunmaktadır. Bu itibarla devletleri yönetme sorumluluğunu yüklenenler asgari olarak bu ilk bilgileri edinmek ve toplumlarını bu uluslararası taahhütlere uygun olarak yönetmek zorundadırlar. Aksi takdirde kendileri ile beraber yönettikleri toplumu da sıkıntıya sokarlar. Ve yabancı devletlere de çoğu zaman müdahale vesilesi yaratırlar.
CEM Vakfı bu konuda, yani sorunun kendi içimizde halledilmesi için büyük çaba harcamış ve hem uluslararası hukuktaki gelişmeler hem de uluslararası siyasi gelişmelerin bu konular da Türkiye’deki muhtemel yansımaları konusunda başbakanlar düzeyinde sürekli bir biçimde sade yurttaşlar kurumu olarak ısrarla uyarılarda bulunmuştur. Sözlerimizi öyle ya da böyle gerekçelerle önemsemeyen siyasi partiler bugün etkisiz ve yetkisizdirler.
Yüksek huzurlarınızda bugünün tek partili siyasi iktidarına aynı iyi niyetle sesleniyorum. Bu sorunu çözünüz, çözmezseniz, size müdahale etmek isteyen ya da Türkiye’ye karşı kendilerine düşeni hukuken yapmaktan kaçınmak isteyen devletlere bahane tanımış olursunuz ve bu durum Türkiye’nin çıkarına değildir.
Sevgili konuklar,
Son 35 yılın yöneticileri, tam hatalarını görmeye başladılar derken demokratik hayatta devre dışı kaldılar.
Yeni siyasi iktidar ise Arap anlayışının dışında İslam anlayışının olamayacağını ifade eden bir tutumu pervasızca açıklamakta bir sakınca görmedi.
Hem de Berlin’de yabancı bir ülkede tüm basın ve medya önünde. Sayın Başbakan, Aleviliğin bir kültür olduğunu, cemevlerinin camilerle kıyaslanamayacağını, cemevlerinin ibadethane olamayacağını, İslamda ibadethanenin yalnızca camiler olacağını ifade eden sözler söyleme cesaretinin gösterebilmiştir. Bu yaklaşımı çok yadırgadığımızı, ayıpladığımızı yüksek huzurlarınızda belirtmeyi bir görev sayıyorum. Laik Cumhuriyetin Sayın Başbakanı kimin inançlarının hangi dini ya da kültürel kalıba gireceğine siyasi kimliğini unutup karar veremez. Laik Cumhuriyet’in Başbakanı olmaktan çok Sünni cemaat çoğunluğunun temsilcisi din adamı üslubuyla konuşamaz.
Sayın Başbakan’ın tek özür dileme yolu, Alevi yurttaşlara İslamı nasıl algılayıp uyguluyorsa o şekilde devletin kendilerine hizmet vereceğini söylemesi ve sözlerinin amacını aştığını herkesin huzurunda beyan etmesidir. Kaldı ki değerli konuklar, Ak Parti seçim bildirgesinde, yani iktidara geldiğinde yapacaklarını halka taahhüt ettiği belgede inanç özgürlüğünü eşit şartlar içinde herkese sağlama taahhüdüne çok önemli bir yer ayırmaktaydı. Keza, hükümet programında aynı taahhüdü hem de vurgulayarak yeniledi. Oysa Sayın Başbakan’ın Almanya konuşması partinin gerçek niyetleri ve laik Cumhuriyet düşüncesine bağlılığı konusunda çok ciddi şüpheler uyandırmaktadır.
Bu şüpheleri gidermenin tek ve en inanılır yolu Alevi yurttaşlarının 31 Ağustos 2001 yılında altı noktada oybirliğiyle kabul edilen isteklerini benimseyip hayata geçirmesi, yani yeni yasal düzenlemeleri hızla gerçekleştirmesidir. Böyle bir yaklaşım, takıyye vs. gibi eleştirileri ortadan kaldırabileceği gibi, diğer siyasi partilerin küçük hesaplar uğruna çiğnemekten çekinmedikleri ve toplum barışının, ulusal birliğin temel taşı olan anayasanın 10. maddesine saygılı olunduğunun da bir göstergesini oluşturacaktır.
Sevgili konuklar,
Bu toplantının bir diğer amacı da kentleşme hareketi nedeniyle bulundukları kapalı toplum hayatından büyük ölçüde koparak ekonomik nedenlerle daha çok iş, özgürlük ve güvence için büyük şehirlere yerleşen Alevi yurttaşların kendi İslam anlayışlarını çocuklarına taşıyacak kurumların oluşmasını sağlamak, ve her önüne gelenin, Sayın Başbakan dahil Alevi, Sünni, ya da o kılığa bürünmüşlerin kendilerine göre bir Alevilik tanımı yapmalarını önlemektir.
Böylece insanlığın tümünü ayırımsız kucaklayacak cebir, şiddet, kin ve nefreti reddeden bir Kuran yorumuyla insanlığa ışık, umut, barış ve sevgiye teşvik eden bir anlayışın çağın amansız çıkar mücadelelerine karşı yüksek insani ve ahlaki değerlerini ayakta tutacak bir kalenin inşasını sağlamaktır. Bu kalenin inşasına herkes, evet iyi niyet herkes, Alevi, Sünni, Şafi, Hambeli, Hıristiyan, Musevi, Budist, herkes fikri alanda katkı sunabilir destek verebilir.
Değerli konuklar,
İki günlük çalışma sonrasında ortaya çıkacak olan “kuruluş”, tarihi bir borcu da yerine getirmeye çalışacaktır.
Anadolu’ya İslamın, Kuran’ın ışığını getiren ve Osmanlı Devleti’ni kuran, Tuna kıyılarına kadar götüren Türk boylarının geldiği yer Maveraünnehir’dir. Kazakistan’ın Yesi şehrinde metfun Şah Ahmet Yesevi’den aldıkları ışığı Ebül Vefa’yla, Hacı Bektaş’la, Mevlana’yla, Yunus’la, Kızıldeli Sultan’la, Abdal Musa’yla, Geyikli Baba’yla, Seyit Ali Sultan’la, Sarı Saltuk’la, Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e taşıdılar.
Türkistan 70 yıl Sovyet hegemonyasında yaşadı. O ışık, her türlü dini faaliyeti, söndürülmeye çalışıldı. Bugün aynı ışığı oralara götürmek, Türkiye’nin borcudur. İşte bu kuruluş, sivil toplum kuruluşu olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin desteğiyle bu borcunun ifa etmeye çalışacak, tasavvufu ve Anadolu/Balkan uygulamasını oraya da götürmeye çalışacaktır.
Sanatta, edebiyatta, şiirde, felsefede, musikide, büyük ustalar yetiştirmiş bu İslami düşüncenin ve uygulamanın, barışa ve sevgiye aç dünyamıza barışı da sevgiyi de getirmeye büyük katkı sunacağından, uygarlıklar arası çatışma ihtimalini karşılıklı anlayış ve işbirliğine dönüştüreceğinden hiçbir kuşku duymuyorum.
Beni sabırla dinlediğiniz için tekrar derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
8 Kasım 2003
Cemal Reşit Rey Konser ve Kongre Salonu, Harbiye-İstanbul
İNANÇ ÖNDERLERİ 4. TOPLANTISI
Sayın Bakanlar, Avrupa’dan gelen değerli milletvekilleri, Sayın Lale Akgün, Sayın Prof. Dr. Hakkı Keskin, sayın milletvekilleri, belediye başkanları, dedeler, babalar, vakıf ve dernek başkanları; dünyanın her tarafından özellikle Avrupa’dan, Balkanlar’dan, Anadolu’dan, Kafkaslar’dan, Orta Asya cumhuriyetlerinden buraya kadar gelen, İslamı yüzyıllar boyu huzur içinde yaşanması için çilesini çeken vefakâr, cefakâr, yürekleri Hakk, Muhammed Ali sevgisi dolu dedeler, babalar, çok değerli hanımefendiler, beyefendiler;
Hepiniz, her biriniz hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Her birinizi ayrı ayrı saygı ve sevgi ile selamlıyorum.
2002’nin 31 Ağustosu’ndan bu yana yaklaşık yedi yıl geçti. Neden 31 Ağustos 2002? Çünkü o tarihte 632 dernek ve vakfı temsilen dünyanın her yerinden gelen görevli ve sorumlu insanlar anayasamızın ve uluslararası hukuki belgelerinin öngördüğü temel hak ve özgürlükleri Alevi yurttaşlardan ısrarla esirgeyen siyasi parti ve iktidarlara, oybirliğiyle aldığı kararları dilek ve isteklerini bildiren bir metni, 2002 seçimlerine girecek tüm siyasi partilere ve hükümete iletmişti.
Türk siyasal yaşamını belirleyen siyasi partilerin tümü bu belgede (metin) yer alan ve altı noktada ifadesini bulan istekleri yerine getirmeyi mümkün kılmak için kendi tüzüklerinde gerekli değişiklikleri ya yapmışlar ya da yapma vaadinde bulunmuşlardı.
Bugünün iktidar partisi ise kamuoyuna açıkladığı programında iktidarı döneminde bu istekleri yerine getirecekmiş gibi bir izlenimi vermiştir. Oysa aradan geçen yedi yıla yakın süreye rağmen Alevi yurttaşların altı noktada özetlenen isteklerinin gerçekleşmesinde en ufak bir ilerleme sağlanamamış, bu ülkede sayıları 25 milyonu aşan Alevi yurttaşların yaşadığı gerçeği göz ardı edilmiştir.
Sevgili konuklar, dedeler-babalar;
Neydi altı noktada belirlenen Alevi yurttaşların istekleri? Kısaca özetleyelim.
Alevi yurttaşların genel bütçeden pay almasıydı.
- Aleviliğin ders kitaplarına konmasıydı.
- TRT ve devlete ait radyolarda Sünni kardeşlerimize tanınan oranda Alevilere de konuşma hakkı tanınmasıydı.
- Alevi dede ve Bektaşi babalarına hizmetlerini gereği gibi ifa edebilmeleri için özlük haklarının tanınması (maaş, ücret, SSK, emeklilik vs.), okul açılması.
- Cemevlerine arsa ve para desteği sağlanması.
- Sazın okullara müzik aleti olarak tavsiye edilmesi.
Halkımızca altı noktada özetlenen bu isteklerin hararetle, heyecanla benimsenmesi ve ülke sathında bir ağızdan konuşuluyormuşçasına etki doğurmaya başlaması, birçok mihrakı rahatsız etmiştir. Özellikle halkın CEM Vakfı’na teveccühü karşısında, Aleviler üzerinden siyaset yapanlarla Alevilerin bölük pörçük kalmasını tercih edenler ve Alevi isteklerini yerine getirmemek için bu haklarınızı vereceğiz ama çok parçalısınız, hanginizi muhatap alacağız söyleminin arkasına sığınanlar, önce “Alevilik İslam dışıdır” dedikten sonra, Aleviler dedelerine maaş istemiyorlar, Diyanet İşleri Teşkilatı kaldırılmalıdır, nakaratları ile kamuoyunu karıştırmaya yöneldiler. Dikkat buyurursanız Alevilik İslam dışıdır, diyenler Diyanet İşleri Başkanlığı’na pas atıyorlardı. Bu söylem üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı, siz Müslüman değilsiniz ki Diyanet’te Aleviler de temsil edilsin, demeye başladılar.
İkinci grubun isteği, yani Diyanet İşleri Teşkilatı’nın kaldırılması isteği ise gerçekçi olmayan ve bugüne kadar hiçbir siyasi partinin dokunmaya cesaret dahi edemediği, 7-8 milyon oyu, 100 bin cami, 117 bin personelle kontrol eden bir anayasal kuruluşu ilga etmeyi istemek, kavga istemek değilse, izahı zor bir istek ya da abesle iştigalden başka bir şey değildi. Oysa bendenizin ve AVF’nin (Alevi Vakıfları Federasyonu) savunduğu; Diyanet İşleri Teşkilatı’nın A’dan Z’ye değiştirilerek (statüsünün) tüm inanç gruplarının özerk bir biçimde temsil edilebileceği bir yapıyı oluşturmaktır. Böyle bir istek hem uluslararası hukukun desteğine hem de anayasamızın desteğine sahip olabilir.
Dedelerin maaş alması dileğine gelince, işi-hizmeti yapan dede, söylemesi gereken o. Oysa onun yerine hiç ilgisi ve bilgisi olmayan, hayatında bir tek kere bile cemevine girmemiş Tanrı’yı, Kuran’ı, Muhammed Ali’yi tanımayan kişiler talepte bulunuyor. Ülkedeki iktidarlar Alevileri görmezlikten geldi de yurtdışındaki güç odakları, Alevileri yeterince görüp uluslararası hukukun kendilerine yükledikleri sorumlulukları yerine getirdiler mi? Özellikle Türk dış politikasının önemli hedeflerinden birisi olan Avrupa Birliği ile bütünleşmenin (entegration) zorunlu bir gereği olarak Avrupa Birliği değerler sistemini paylaşan devletler Türk demokrasisinin, Alevilerin hukuki varlığı kabul edilmeden, nasıl Avrupa’ya entegre olabileceğini düşünmüş müdür? Zannetmiyorum. Türkiye de Alevilerin durumunu; gerektiğinde Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne tam üye olarak entegre etmemek için bir koz olarak elde tutma politikası gütmeye devam etmiş ve etmektedir.
Bu düşüncenin en belirgin delili, yıllık ilerleme raporlarında Kürt sorununa, azınlıkların sorununa sayfalarca yer ayırırken 2008 yılına kadar yayımladığı raporlarda Aleviler ve sorunlarına bir cümleden fazla yer vermemiş olmasıdır.
Bu tavırların hiçbirisi ne kendi hükümetimizin ne de Avrupa Birliği ya da ABD dışişleri bakanlığının nispeten daha ayrıntılı raporları bizleri temel hak ve özgürlükler ve yasalar önündeki eşitlik mücadelesini yürütürken cebir ve şiddet kullanarak sokaklara dökmeye sevk edememiştir.
Mücadele hukuk devleti esasları çerçevesinde yapılmış, ancak siyasetten umut kesilince dava-yargı yoluna taşınmıştır.
Bugün davalar çok yavaş da yürüse karar aşamasına doğru gelmektedir. Ancak herkesin aklında tutması gereken bir de gerçek var ki, o da her türlü sabrın bir sonu vardır. Ve o sona gelinmiştir. Ve hepinizin huzurunda söylüyorum. Ciddi ve inandırıcı görüşmelerle kısa sürede yasalar önündeki eşitlik taleplerimiz sonuca vardırılmazsa bizler, sesimize kulak verip dünyanın her tarafından buraya gelen sizler, sahadan çekiliriz, o zaman da tahrik odaklarının güdümünde sokaklar konuşmaya başlar…
Oysa bu hiçbir şekil ve şartta istemediğimiz bir sonuçtur. Barış nerede ise biz oradayız. Sazımızla, gülümüzle. Savaş neredeyse biz orada yokuz. İnsanlık artık kemale doğru ilerlemeli, savaşı doğuran zeminleri, insanlığın ortak davranışlarıyla devletlerin ortak tutumlarıyla dünya yeniden örgütlenmelidir, dünya zevale ermeden! Ancak önce ülkede barış ve sevgiyi gerçekleştirelim. Bunun da olmazsa olmaz koşulu yasalar önünde tüm yurttaşların eşit muameleye tabi tutulmalarının kesin bir biçimde sağlanmasıdır.
Eğer bugün dünyanın her yanından buraya gelme zahmetine katlananlar 2002 yılında aldığımız kararları tekraren oylayıp dünyaya ilan ederseniz, bu toplantı amacına ve başarıya ulaşmış olacak, hükümete cesaret ve çıkış yolu göstermiş olacaktır.
Teşekkür ederim.
28 Aralık 2008
Bostancı Gösteri Merkezi, Kadıköy-İSTANBUL
İNANÇ ÖNDERLERİ 5. TOPLANTISI
Sayın bakanlar, yurtiçinden, yurtdışından gelen çok değerli milletvekilleri, siyasi partilerin çok değerli temsilcileri, belediye başkanları, yüzyıllardır elinizdeki Kuran meşalesi ile insanları aydınlatmak için Maveraünnehir’den yola çıkarak Anadolu üzerinden Balkanlar’a ve Doğu Akdeniz’e, Kuzey Afrika’ya yayılan, karşılaştıkları tüm zorluklara, işkence ve zulmlere rağmen zalime boyun eğmeyen, “Haksızlığa uğrayanlar hakkınızı savurmazsanız hakkınızı yitirmekle kalmaz haysiyetinizi de kaybedersiniz” diyen Hz. Ali’nin yolundan ayrılmayan, dünyanın her tarafından buraya teşrif eden Alevi dedeleri, Bektaşi babaları, çok değerli hanımefendiler, beyefendiler, değerli basın ve medya mensupları;
Hoş geldiniz sefalar getirdiniz.
Bugün Türk halkının ırkı, dini, cinsi, rengi ne olursa olsun, hepimizin etrafında toplandığımız, Mustafa Kemal’in zaferle sonuçlandırıp kuruluşunu tamamladığı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin 87. kuruluş yıldönümü kutlu olsun.
Sevgili konuklar,
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve gelişmesinde Alevi İslam anlayışının ve büyük Alevi ulularının, dedelerinin, babalarının büyük yardımlarına rağmen, 1517’den itibaren Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi dönüşü, hilafeti ve beraberinde 2000’e yakın Sünni İslam ulemasını getirmesi, Alevi-Bektaşi-Mevlevi baba ve dedelerini eğitim kurumlarından eleyerek yerine Sünni ulemayı tayin etmesi, tarihimizin önemli bir evresini oluşturmaktadır.
Aleviler 1517’den sonra yaşam haklarını ancak siyasi otoriteden uzak bölgelerde, dağ başları yahut eteklerinde veya orman içlerinde kurdukları köylerde koruyabilmişlerdir. Bu konular yeni yeni kamunun dikkatine genç bilim adamları tarafından sunulmaya başlanmıştır. Geçen hafta cumartesi, pazar günleri Ankara’da düzenlenen, “Tarihten Bugüne Alevilik” isimli sempozyumda Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1517’ye kadar Alevi İslam anlayışının egemen olduğuna dair çok ilginç belgeler sunulmuştur. Bu belgeleri sunanlar Alevi kökenli genç bilim adamları değil, Sünni kökenli ama tarafsız ve bilim adamı haysiyeti ile bilgileri sunan insanlarımızdır. Osmanlı hanedanlığının, sırf hanedanlığı sürdürmek uğruna, devletin eksenini, toplumun yapısını, Türk ve Türkmenlerden Arap Kültür değerlerine yönlendirmesi ve böylece devletin genişlemesini önce duraklatmaya sonra da düşüşe doğru sürüklemesi ve tahrip etmesi, Atatürk ve arkadaşlarının bilinçli bir tercihle yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması ile sonuçlanmıştır. Bağımsızlık mücadelemizin bu safhasında da Osmanlı Devleti’nde aynen olduğu gibi Alevi Bektaşi dede ve babalarının savaşta da barışta da Mustafa Kemal’in yanında ve arkasında yer aldıklarını görüyoruz. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanı Mustafa Kemal’in iki başkan vekili Çelebi Cemaleddin Efendi ve Abdulvarid Efendi’dir. Bir tanesi Bektaşi babası ve dedesi, diğeri ise Mevlevi’dir. İkisi de Mustafa Kemal’in başkan vekilleridir. En yakın milletvekilleri ise Dersim milletvekilleridir. Hasan Hayri Bey, Karerli Mehmet Efendi, Diyap Ağa, Hüseyin Ağa, Nihat Özkan sadece bunlardan birkaçıdır.
Sevgili konuklar,
Cumhuriyetimizin 87. yılında Osmanlı İmparatorluğu 1517’den itibaren Türkmen kavimlerini nasıl devlet mekanizmalarından uzaklaştırıldıysa, 1965’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde de Alevi yurttaşlara karşı devletin devrimci bir politika gütmeye başladığına tanık olmaktayız. Hiçbir karar merciinde bir Aleviyi görmek kolay değildir. Ne bir müsteşar, ne bir genel müdür, ne bir Emniyet müdürü, bir tane vali var, ne de bir din adamı var devletin din teşkilatında.
Yurttaşların yasalar önünde eşitliği esasına dayalı olarak kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, anayasanın bu konudaki açık hükümlerine rağmen devlet mekanizmasının Alevilerden temizlenmesini, arındırılmasını bir ilke olarak uygulamaya koymuş görülmektedir. Özelikle idari mekanizmada sınavları çok iyi derecelerle kazanmış da olsalar mülakat denen bir safhada Alevi oldukları anlaşılan adayların sınavı kazanma hakkı tanınmamaktadır. Alevi yurttaşların haklarını almadıklarına dair en açık eleştirileri Zaman gazetesinde ve Samanyolu TV’den dinlemekteyiz.
İnancından dolayı farklı bir muameleye tabi tutulmak, bugünün dünyasının kabul edeceği bir tutum değildir. Ağır uluslararası sorunları beraberinde getiren bir davranıştır. Sayıları 30 milyonu bulan Alevi yurttaşların genel bütçeye katkıları teorik olarak 3/1’i olmasına rağmen din hizmetlerine ayrılan pay Aleviler için sıfır kuruştur. Bu sadece hukuki mesele değil, aynı zamanda çok açık yüreklilikle söylüyorum bir utanma sorunudur. Herkesin verdiği vergilerden oluşan bütçeden Sünni Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan payın milyarlarca dolar olduğu düşünülürse bu haksızlığın boyutları çok kolayca anlaşılır. Bu haksızlıklar zulüm ve işkenceye, insan haysiyetine vurulan ağır darbelere dönüşmüştür ve bu durum devlet için uluslararası hukuk sorunu doğurabilecek vahim bir durumdur. Bu itibarla Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin gerek parti programında gerekse hükümet programlarında sözünü ettiği din ve vicdan özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü her yurttaş için gerçekleştirip güvence altına alacağına dair vaatlerini artık uygulamaya koyması hukuki bir sorumluluk haline gelmiştir. Alevi açılımları yolu ile Türkiye’de dağıttığı umutları artık gerçek kılmak ve ne yapacaksa yapmak ve böylece yurttaşlar arasında yaratılmış bulunan ayrımlara son vermek zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti her zaman bizler gibi iyi niyetli ve şartlar ne olursa olsun barıştan yana tavır alan yurttaşlar bulamayabilir, buna inanın Sayın Bakanım. Bu gerçeği huzurlarınızda açık yüreklilikle ifade etmeyi bir borç biliyorum.
Sevgili dedeler, babalar, ozanlar, size de birkaç söyleyeceğim olacak, ama önce Türkiye’de şu anda Alevi yurttaşların ve dünyanın her yerine yayılmış olan insanlarımızın, Alevi İslam inancını taşıyanların ortak sorunlarını dile getirmek ve huzurlarınızda sizler aracılığı ile dünya kamuoyunun dikkatlerine sunmak istiyorum.
Alevi İslam inancı halen benim de yakından takip ettiğim ve içinde olduğum bir konu olmasına rağmen henüz ders kitaplarına girmemiştir. Sayın Başbakan ile beraber katıldığımız toplantıda, Sayın Başbakan’ın bir vaadi vardı. Halkın önünde, medyanın önünde “Hocam, biz hazırlatacağız şu anda 32 sayfadır ama 40 sayfaya yakın bir yazı hazırlatmayı düşünüyoruz Alevilikle ilgili bilgileri ve bunlar bu yılın ders kitapları içinde yer alacaktır. Eğer sizler bunu doyurucu bulmazsanız ya da yer alan bilgilerde mutabık değilseniz siz kendiniz yazın, biz onları aynen Milli Eğitim Bakanlığı’na talimat vererek gerekli prosedürlerden geçirerek kitaplarda yer vereceğiz” demişlerdi. Bazı çalışmalara ben de şahsen katıldım biliyorum, Sayın Bakanımızın buraya kadar teşrif etmiş olması, belki bazı yeni bilgileri size sunma olanağını doğuracaktır. Hemen söyleyeyim ki, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından halen redaksiyonu yapılan Cem Vakfı çevresinden ve Din Hizmetleri Teşkilatı’ndan dostlarımızın da katıldıkları bu içeriğe hangi şekil verildi ve ne şekil kitaplara konuyor bir bilgi sahibi değiliz. Sayın Devlet Bakanı konuşmalarında tahmin ediyorum buna değinecektir, daha açıklayıcı ve doyurucu bilgi verirlerse memnun olacağız
.
Cemevlerinin hukuki statüsü beş dakikada halledilebilecek bir konu iken sürekli olarak sürünceme de kalmaya devam ediyor. Kamuoyuna yansıyan ve Sayın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın zaman zaman yapmış olduğu konuşmalardan anlıyoruz ki Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuya kesin bir biçimde karşıdır. Büyük ihtimalle diyorum ki cemevlerindeki o ibadetin güzelliği İslamın algılama ve uygulama biçimine göre Sünni kardeşlerimizin büyük ihtimalle Alevi İslamı benimseyeceklerinden çekindiği için Diyanet İşleri Başkanlığı cemevlerini sürekli olarak ötelemeye gayret etmektedir.
Bir kişinin kendi ibadetini yapacağı yeri seçme hakkı, hukuki manada temel hak ve özgürlüklerden bir tanesidir. Burada devletin takdir hakkı yoktur. Devletin takdir yetkisi yoktur. Bu cümle aynen manusakis olayında -yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin inanç ve din özgürlüğünü düzenleyen dokuzuncu maddesiyle ilgili olarak önüne gelen bir ihtilafta kullandığı deyimdir-, “Bir kişinin kendi ibadetini nerede yapacağı, nasıl yapacağı, hangi şekilde yapacağı kamu ahlakı, kamu sağlığı, kamu güvenliği ve başkalarının haklarıyla ancak sınırlıdır, onun dışında hiçbir sınırlama söz konusu değildir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu karar 900 milyon insanı bağlamaktadır. Şu anda Avrupa Konseyi’ne üye olan 47 devletin toplam nüfusu 900 milyon civarındadır. Bu karar gereğine uymayan tek ülke ne yazık ki üzülerek söylüyorum onun için de uluslararası platformlarda zorlanıyorum Türkiye’yi savunmakta, Türkiye’dir. Sadece Türkiye’de bu konu ayrı bir konu İslami bir konu olarak düşünülüyor, bir temel hak ya da temel özgürlüğün kullanılması olarak değil. Efendim İslamda cemevi değil, bir tek cami ibadet yeri olarak kabul edilmiştir, onun için ancak camiye gelmek suretiyle anlayışlarınızı, inancınızı uygulayabilirsiniz, deme cesareti gösterilebiliyor bugünün Diyanet İşleri Başkanlığı.
Alevi dede ve babalara kendi diyanetlerini kurma desteği, maddi ve parasal olarak gerekli imkânlar sağlanmalıdır. Neden ayrı bir Alevi diyanetinden söz ediyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasamıza göre devletin tüm inançlarının tedbirini yani yönlendirilmesini, gerekirse onlara destek olmasını sağlayan tek kurum olmasına rağmen Alevileri bünyesine almamakta ısrar ediyor. Alevilerin orada özerk bir biçimde, Sünni İslamın değerlerine saygılı olmakla birlikte, Alevi İslamın değerlerini özerk bir biçimde yüzyıllardır uyguladığı bir biçimde Diyanet’in içerisinde ayrı bir kurum olarak teşkilatlanmasını kabul etmemektedir. Büyük ihtimalle Sayın Bakanım bu konuda da herhalde birkaç cümle de söyleyecektir. Yani devletin hem bir tek din hizmetleri teşkilatı olacak ve o teşkilat sadece Sünni İslama hizmet edecektir. Böyle bir olay ancak Türkiye’de görülebiliyor, bu da bizi derinden üzüyor. Eğer hükümetler Alevi inanç önderlerinin din hizmetleri teşkilatı içinde yani Diyanet İşleri içinde, özerk bir biçimde örgütlenmesini alt-üst ilişkisi olmadan aynı yetkilerle donatılmasını siyaseten uygun bulmuyorlarsa ya da bundan önce tüm başbakanların ifade ettiği gibi güçleri yetmiyorsa o zaman Alevilere kendi diyanetini kurma hakkı yetkileri ve imkânları tanınmalıdır.
Sevgili konuklar,
Açık yüreklilikle söylemek gerekiyor ki, Diyanet İşleri Başkanlığı bugün Türkiye’deki hem özgürlüklerin hem de Türk demokrasisinin gelişmesindeki en büyük engel olarak görülmektedir. Sayıları 100 bini aşmakta olan camilerde personel sayısı 117 bini bulan Diyanet İşleri Teşkilatı, ülkenin tüm sathında bugün çok büyük siyasi potansiyel güce sahip bir kurum haline dönüşmüştür. Onun için de hiçbir siyasi parti cesaret edememektedir. Alevisi ile Sünnisi ile tüm aydınlar eğer Türkiye’de işleyen bir demokrasi, sağlıklı bir demokrasi sürekli müdahaleye uğrayan bir demokrasi istemiyorlarsa, Batı standartlarında bir demokrasi istiyorlarsa mutlaka Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden ve bütün yurttaşları temsil edecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Bunların ötesinde çok önemli bir konu ve şimdi söyleyeceğim konu halledilmezse, diğerlerinin etkisiz kalacağı kesindir. Aleviler genel bütçeden paylarını almalarıdır. Bu ülkenin 3/1 nüfusunu oluşturduğunuza göre teorik de olsa sizler oluşturacaksınız ama bir tek kuruş dahi size geri dönmeyecek. Buna mukabil Sünni İslama doğrudan ve dolaylı yollarla aktarılan büyük miktarlar sunacaksınız. Bu kabul edilemez, onun için bugünkü hükümetimizin de iyi niyetle yaklaştığına inanmak istediğimiz reformların içinde mutlaka Alevi İslam inancına genel bütçeden bir payın ayrılması sağlanmalıdır Sayın Bakanım.
Bundan kısa bir süre önce Dünya British Counsul’leri genel başkanları bir heyetle beni ziyarete geldiler. 2-3 saat kalarak dünyadaki İslamı, Aleviliği ve dünyadaki yansımalarını, yankılarını konuştuk. Dedim ki, neden bu kadar Alevilikle ilgileniyorsunuz. Dediler ki: “Bugün İslamiyet ve Hıristiyanlık bir kapışmaya doğru gidiyor. Batı da İslam terörizme özdeş olarak artık kabul edilmeye başlanıyor halk tarafından ve Batı demokrasiyle yönetilen ülkelerde, halkın iradesine rağmen, halka karşı bir yönetimi yönlendirmek kolay iş değildir. Onun için bizim bazı tedbirler bulup İslamın terörizme özdeş olmadığını anlatmamız ve bu konuda birtakım çalışmalar yapmamız gerekiyor. Yeni mecralar, yeni düşünce akımları bulmak istiyoruz, bulmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz için bunun arayışın içine girdik.” Biz de gördük ki Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaşi Veli’yi, yüzlerce binlerce ozanı, Âşık Veysel’e varıncaya kadar onlar da tanıyorlar. Bu düşüncelerle anlatılan bir İslama Batı dünyası ilgisiz kalamaz. Kalamayacağı için de Aleviliğin Batı da tanınması gerekiyor. İslam sadece Arap halklarının anlattığı ve uygulamaya koydukları İslam değildir düşüncesini Batı’da tanıtmamız gerekiyor. Bunu yapamazsak bu çatışmayı önlememiz zordur. İnsan Tanrı arasındaki bir ilişkiyi kutsal ilişki olmaktan da öteye Tanrı’yı insanda gören ve insanı incitmenin Tanrı’yı incitmekle özdeş olduğu düşünen bir İslam, Batı’nın da İslamı olur dedi. Sayın Başbakanımızın son zamanlarda sık sık ve haklı olarak kullandığı İslamafobya yani İslama karşı bir fobiye sahip olma düşüncesi ve eylemlerinin sona ermesinin ve Hıristiyanlarla Müslümanların barış için de yan yana yaşamalarının yolu da Alevi İslam anlayışının Batı’ya tanıtılmasından geçiyor. Onun için hükümetler bu konuda çekingen ve çekimser davranmamalıdırlar. Aleviliğin öncülüğünü yapmış olanları nasıl Sayın başbakanlarımız, cumhurbaşkanlarımız Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Birliği’nin kurumlarında açıkça bizim de Mevlanamız var, Yunus Emremiz var. Siz de temel hak ve özgürlükler yokken dahi insana bu değeri atfeden temel hak ve özgürlüklere bu şekilde bakan insanlarımız var derken Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş’ı, Ebul Vefa’yı hatırlıyorlarsa bunu artık siyasi araç olarak kullanmaktan vazgeçmeliler ve kitaplara bu hususlar açık bir biçimde konulmalıdır.
Sevgili dedeler, babalar;
Özellikle Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, İran’dan, Irak’tan, Suriye’den gelen, buraya kadar bizleri onurlandıran çok değerli dedeler, babalar sizlere de birkaç cümle sözüm var. Yüzyıllarca sizlere reva görülen haksızlıklara yine sevgi ile cevap verdiniz ve İslam dini sevgi ve barışa dayalı temellerinden hiçbir zaman taviz vermediniz. Size taş atanlara siz gül attınız. Onlara insan olduklarını hatırlatmaya, öğretmeye çalıştınız. İnsanı incitmenin Tanrı’yı incitmekle özdeş olduğunu ifade etmeye devam ettiniz. İnsanın Tanrısal bir zerreden oluştuğunu, Tanrı’nın her insanın fıtratında var olduğunu söylediniz. Büyük Veysel’in dediği gibi “Hepimiz aynı vardan var olduk” hiçbirimizin diğerine üstünlüğü yoktur dediniz, üstünlük Tanrı’yı idraktedir dediniz. Gittiğiniz her yere sevgiyi, kardeşliği, hoşgörüyü, Tanrı inancını götürdünüz. Bulunduğunuz yerlerde, gideceğiniz yerlere aynı düşünceleri götürmeye lütfen devam ediniz. Parayı Tanrılaştıran ve onu kazanmak uğruna bütün değerleri feda etmek için itilen toplumlarda insan sevgisini, insan haysiyetini, insan haklarını, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği mutlak değerler olarak hâkim kılabilelim. Bu amaçla yeni bir örgütlenmeye gitmenin zamanıdır. Buralara kadar geldiniz biliyorum bir gün de bu örgütlenme ve modelini tespit etmek onun üzerinde mutabık kalmak kolay bir iş değil, ama o kadar uzaktan geldikten sonra bugün yapacağınız konuşmalarda bu konu üzerinde de lütfen biraz düşünün ve fikir ifade etmekten kaçınmayınız. Kaçınmayınız ki bugüne kadar bütün baskılara, bütün zulümlere rağmen kendi içindeki o muhteşem öz ile direnebilip bugüne kadar gelmiş olan ve bugün de yeniden insanlığı ve bütün halkların coğrafyasını aydınlatan Alevi İslam inancını yeniden yapılandırıp bundan sonra ki nesillere hem Türk halkına hem de dünya halklarına verebilelim. Yunus’un dediği gibi ve onu esas alarak “Gelin tanış olalım işi kolay kılalım, sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz” diyor.
Saygılar sunuyorum.
29 Ekim 2010
Bostancı Gösteri Merkezi, Kadıköy-İstanbul