Ekin İdik Olduk Harman
Geleneği Yaşatan Halkla Söyleşiler…
BİLGİLİ BİR TAHTACI ALEVİ
HASAN DEMİR’LE SÖYLEŞİ
Ayhan Aydın
Her şeyden önce merhaba diyoruz, mihman kutsaldır, Alevîlik Bektaşilik’te, siz de bu yolun yolcususunuz. Bizleri içtenlikle kabul ettiniz hanenize çok teşekkür ediyoruz sizlere.
Akçaeniş Köyü duyduğuma göre 1936’dan sonra kurulan bir köy.
Hasan Demir: Yok. 1930’da falan.
Peki, nasıl kurulmuş? Burası bir çiftlikmiş. Şu Bektaşi diyoruz ya, onlara mensup kişilerden burada varmış. 15 diyelim ki 10 ev varmış. O yıla kadar bizim bu Tahtacı kavimi Alevî. Tahtacı sanat anlamında.
Tahtacı ismini alması eski. Orta Asya’dan gelindiği zaman Türkmen olarak buraya gelindiği zaman, yani Türkiye’ye gelindiği zaman, bir yarısı dağa çıkmış, Yörük ismini almış, bir yarısı da dağa çıkmış ağacı biçmiş, çarşıya yayılmış. Yani Tahtacı demek bir sanattır. Yani Alevî ile Tahtacı aynı. Tahtacı ismi bir sanat.
Sanattan dolayı Tahtacı denmiş, tahta işleriyle uğraşmışlar ve benzeri?
Evet. Onu demişler ve buraya ilk nüfusa geçişleri; toprak almışlar buraya yerleşmişler.
Nerelerden gelmişler?
Esas geldikleri yer dedemgile sorarsak Konya’dan. Şurda, burda çalışmışlar yani. Artık eskiden ovadan inme şartıyla dağların başında çalışmışlar.
İlk çıktıkları yer nere diyorlar? İlk çıktıkları yeri tam olarak bilmiyorum. Esasen gelişleri bu Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim’in harbinde bu taraflara yayılmışlar. Bu Toros’larda çalışmışlar.
Öyle mi deniyor yoksa daha eskiye gitmiyor mu? Yani daha eskiden buralarda yerleşik olamazlar mı, yani bu köyde demiyorum Toroslar’da bu havali de olup sonradan birleşme olma ihtimali yok mu?
Yani diyelim ki Toroslar’ın etekleri, başka yerlerde, Ege’de, şurada, burada yüzyıllardır yaşıyorlardı da buraya mı geldiler; yoksa dediğiniz gibi sonradan mı, Şah İsmail ve benzeri nedenlerden dolayı gelmiş. Hangisi ağır basıyor size göre? Yani konuşmalarınıza göre. İnsanlar ne diyor, ne duydunuz atanızdan, dedenizden. Onları serbestçe söyleyin.
Onlar bu işi dilden dile duymuş ama biz biraz da kitaptan okuyoruz.
Kitaptan değil, anlatılanları söyleyin. Kitaptakiler yazılıyor, ama bakın bir sürü karışıklıklar var kitaplarda.
Evet, karışıklık var.
Biz ana kaynaktan, orijinalden almalıyız her şeyi. Hasan Demir Tahtacılardan Akçaeniş Köyü’nde şöyle şöyle, dedi. Benim için birinci kaynak sizsiniz. Buna inanın şimdi araştırmacıların en büyük hatası bu. Birinci kaynağı inmiyorlar şurdan, burdan derleyip topluyorlar, çoğu da yalan yanlış. Çünkü gerçek tarihçi olsa zaten sizin söylediklerinizle o tarih arasında bir bağlantı kurabilir. Bizim yazarlarda bu kimlik yok. Kusura bakmayın siz de eserler okumuşsunuz ama o yazarların çoğu da tam yerine oturtamaz olayı. Çünkü gerekli hazineye sahip değiller. Dil yok, tarih yok, kafa yok, derme çatma birçoğunun yazdıkları. O yüzden benim yöntemim şu, kendi mesleğimin gereğini yapıyorum. Ben şimdilik topluyorum ilerde belki ben değerlendiririm, belki bir büyük adam değerlendirir birinci kaynağı.
Ne diyordu atalar, dedeler onlara iniyorum ben, yani birinci kaynağa iniyorum.
Şey diyelim ki kendi dedemiz, bunlar konuşurken Konya Karaman’da çalıştık, işte efendim şurada çalıştık, burada çalıştık, derlerdi. Yani bunlar bütün dağların başında çalışmışlar. Fakat nerede çalıştıklarını tam bilemiyorum.
1930’larda gelip yerleşmişler. Peki, siz burada mı doğdunuz?
Burada doğmadım. Buraya yerleşmeye başlamışlar. İbecik diye bir memleket varmış orada doğmuşum.
Neredeymiş bu İbecik. Vallahi bilemiyorum nerede olduğunu.
Peki, siz kaç yılında buraya geldiniz? 1932 doğumlu olduğuma göre 1938’den Atatürk’ün ölümünden duyuşum o günden bu yana aklım eriyor.
Buradasınız. Buradayız.
Ha işte o yeter. Şimdi köyün ilk kuruluşuna yakın bir tarihte siz buraya gelmişsiniz.
Anneniz, babanız nasıldılar? Burada ne iş yapardılar, nasıl geçinirlerdi?
Şimdi buraya yerleşilmiş, dedem de burada. Benim annem 1938’de ölmüş, beni dedemle ebem büyütmüş. Babam başka evlenmiş ekseriyet biz bu işi, bu çiftçilik işini, tarlası olan dahi az yapıyordu. Bütün gücünü ormana vermişti. Buraya yayla demiyoruz, buradan daha yükseklere gidiyoruz.
Burası köydü, yaylalar başka yerde? Tabi kışın sahillere, yazın buradan daha yükseklere çıkıyoruz.
Sahilde ne yapıyorlardı? Aynı iş.
Tahta işleri? Aynı ağaç kesimi.
Ne yaparlardı tahta işi olarak? Şimdi tahta işini ben az biliyorum.
Bildiğiniz kadarıyla. Bizim sanatımız tahta, bizim yaşlılar biçerdi. Bizim çocuklar o bıçkıyı bile bilmez.
İşte siz bilebildiğiniz kadarıyla anlatın. Şimdi devir değişti şimdikileri demiyorum. Eskilerden bahsedin. Biz ormana vardığımız zaman ormanda bu naylon yok, çadır yok. İlk işimiz varıyoruz ağacı yıkıyoruz, tahta biçiyoruz, kendimize bir ev yapıyoruz.
Hemen yapıyorsunuz? Tabii. Bunu hemen işte üç, dört gün zarfında yapıyorsunuz; içine giriyorsun, ondan sonra işe başlıyorsun. Bu ağaç yonma devam etti. Yani yonum işi yapıyorsun, hayvana sarıyorsun Maltutan Dağı’na indiriyorsun. Bu böyle devam ederken bu yonumu askerden benim geldiğim zamanlarda, 1955-1956 yıllarında, dağdan ağacı yapıyorsun, bıçkıyla parçalıyorsun. Bunu ağaç yonum diye hepsi bıçkıdan çıkıyor. Ondan sonra bu ormanlara bütün yol yapıldı işi bütün tomruğa çevrildi.
O devre gelmeden önce şimdi gidiyorsunuz ağaçları tabi keseceksiniz, biçeceksiniz, alet yapacaksınız. Ben bir şey duydum, yani şimdi ağaç çok sevilir. Kıyılmakta istenmez ama kesilecek, zor oluyormuş öyle mi?
Şimdi o şöyle; o kararı biz vermiyoruz. Devlet kararı veriyor, dibine damgayı vuruyor. Biz onun damgaladığını kesiyoruz. Eğer günahı varsa yaş kesen baş keser, derler. O artık o işi yapanlarındır.
Şimdi yani orada şunu demek istiyorum, üzülüyordu herhalde insanlar. Orada bir şey yapıyor. Dua ediliyor mu?
Ha, tamam, tamam. Bir işe başlamadan ovaca gidilir bir mal (büyük baş hayvan) alınır yani işe başlamadan. Evler yapıldı mı gidilir bir mal alınır, ovacak kurban kesilir.
Şimdi o kesildiği zaman kaç kişi var o ovada diyelim ki, 10 kişi 15 kişi, bu şimdi bunun özetine gidiyoruz. O bizim âdete göre yani bizim bu Alevî’nin âdetine göre şu der şuradan çıkar. Hayvanın döş kısmı pay taksime girmez. Şurası çıkar o ayrıca o ovayı kim temsil eder ama ovayı temiz yani ovanın kahyası, işi alanı ayrı olur, fakat burada temiz, yaşlı, ağzı temiz bir kimseye verilir o görev. O oradaki o kurban kimseye verilir. Hayvanın döşü ayrılır, geri tarafı parça parça olur.
Bir de bacakların iplerine incik deriz, incik orada pişer. Şimdikaç kişi var; diyelim ki, 10 kişi. Şimdi ki zamanlarda yazı yazıyoruz fakat eski zamanlarda okuryazar yok iken birisi bıçak veriyormuş, birisi kaşık veriyormuş, çeşitli bir şeyler veriyormuş, onları üstüne koyuyorlarmış.
Bir aklı ermeyen bir çocuk onların üstüne koyuyormuş herkes oradan payına düşeni alıyormuş. Ama bizim gittiğimiz tabi okur, yazarlık başlayınca herkes bir isim yapıyor onları bir çocuk geliyor, gene aklı ermeyen bir çocuk, onları koyuyor hangisi kendininse herkes kendine düşeni alıyor. Tabi evine götürdüğüne zaman şimdi Hasgül (Rıza Hasgül) bir şey söyledi, musahipli musahipsiz onu hazırlayıp ateşe koyduğu zaman musahipsiz kimse ona koyamaz kurbandır. Muhasipli içinde bacı, deriz tabi öz Türkçe kardeş demek, Arapça bacı demek. O musahipli bacılar ateşe o koyar. Beline kemerine bağlar ayağını bağlar; Allah, Muhammed, Ali, der tencereyi ateşe koyar. Geri yanın pişirilmesi de gene orada hane sahibinin işi. Yani işe girmeden yaptığımız bu. O akşam 10.00’da herkes getirir. O döş önce konur, hayvanın döş kısmı dediğim önce konur. Onun az çok bir ibadeti neyse yapılır. İbadetin edep erkân orda görevlisine biz şemsi, diyoruz. Gece süpürgeyi üç defa çalar; Allah Muhammed, Ali, der.
Oradan o öteki duasını verir, söyleyelim mi duasını?
Tabii...
Hizmetlerin kabul ola
Muradın hasıl ola
Tuttuğun ileri gide
Şahı Merdan yardımcın ola
Gerçekler demine hü, der. İşte onun şeyi (duası).
Onu kor tekrar şimdi biz burada süpürge ile sakkayı ayırmıyoruz. Fakat onu dede geldiği zaman ayırıyor. Eline suyu alır üç kişiden başlar, onlara döker.
Ondan sonra gene aynen;
Muradın hasıl ola
Tuttuğun ileri gide
Erin ocağın şan kısmetin bol ola
Dilde dileklerini muradını Hakk vere
İmam Hüseyin yardımcın ola, der.
Yani sakka sana haber olsun, diye İmam Hüseyin’e söylüyor ya, orada der. Ondan sonra herkesin yanlığını döker.
Getirir sofrasını alır, sofrasını getirdiği zaman onun bir şeyi var, nedir o yah hatırlayamadım, onun da bir sofranın duası var orada.
Bismi Şah!..
Evvel Allah diyelim
Kadim Allah diyelim
Geldi Ali sofrası
Ya Hakk versin yiyelim, diye bir duası vardır.
Sonra ufak bir adım atar. Tekrarlar üçüncüde geldi Ali sofrası, der atar oraya. Onu, sofrayı beşe taksim eder. Yanialtı kişi dahi orada olsa, üç kişi dahi olsa beşe taksim ederiz.
Tabi baştaki yürüyenin işi yürüye, der. Tamam dendikten sonra bu işi biz biraz da şeye döktük gene aynı buranın gidişatını kurbanın kesildiği zamanda aynı olur bu.
Şimdi sofra duası yenme bittikten sonra tabi su tadılması lazım. Derken tetbir oradaki makam sahibi oturan izin verir ya kendisi ya da herkese o der, serbest için, der. Tabi bu adak kurbanlarda su içilmez. Kaynayan kurbanlar da bitmeyince su içilmez bu âdetimiz vardır. Orada o bir duasını verir,
Lokmalarınız kabul ola
Muradınız hâsıl ola
Tuttuğunuz ileri gide
Önünüz açık, kısmetiniz bol ola
Nimeti Celil
Bereketi Halil
Şafaatı nesil
İnayeti Ali
Hümmeti Veli ola
Artsın eksilmesin
Taşsın dökülmesin
Bu gitti ganisi gele
Hakk Muhammed Ali
Bereketini vere
Yiyene helal
Yedirene delil ola
Hakk saklaya
Hızır bekleye
Sofralarına Hızır Nebi uğraya…
yani kısa keselim, gerçekler demine Hü!, der.
Yani orada duasını verir. Tekrar suyunu döker süpürgesini çalar, suyunu döker. Ondan sonra gene ilkinki gibi onların duasını verir. Ondan sonra o hane sahibi, o döşü pişiren, gelir eşiğe niyaz eder, bir adım dışarı geçer, o şeyi kaldırdığı yani çomça deriz, büyük ağaç kaşığından hü der, üç sefer niyaz eder, oradan o der,
Hizmetlerin kabul ola
Muradın hâsıl ola
Tuttuğun ileri gide
Evin ocağın şan kısmetin gür ola
Şahı Merdan yardımcın ola
Eşi Fatma Ana yardımcın ola
Katarlarsa cennet mekânın ola
Kadıncık Ana yardımcınola
Böyle duasını verir. İşte gerçekler demine Hü! Der, duasını verir.
O iş orada biter.
Yani biz ağaç kesmeden evvel bu işi yapar işlerimize öyle başlarız.
Kurban dişiden olmaz biz zaten Tahtacılar dişiden kurban kesmez. Dişiden peygamber olmadığı için ekseriyet buna gider, dişiden kurban kesmeyiz. Dişi hayvandan kurban kesilmez.
Şimdi bu dualar oluyor, bu erkânlar yürüyor daha sonra işlere başlanıyor?
Orada taksim ediyoruz, ufaklı büyüklü taksim, ediyoruz.
Yani şimdi ben anlattıkları için diyorum, herhalde aynı şeyi konuşacağız. Yani bir ağaç ama kutsiyeti olan bir ağaç dualarla alınıyor, kesiliyor ama bir görev olduğu için yoksa kesip, biçip yapma değil, nezaketle yapılıyor. İncitmemek gibi.
Tabi şimdi ilk kurban orada gösteriyor fotoğrafta. Şimdi bir İsmail, bir İshak İbrahim Peygamber’in çocukları bunlar. Bazı yerde İshak diyor bazı yer İsmail diyor kurban geleneği buna dayandığı için. Bizim İslamiyet geleneği önce biz İbrahim Peygamberden gelen şeye göre kurbanı buna dayandırarak kesiyoruz.
Peki, şimdi ağaçlara gittiniz, kesiyorsunuz. Ağaçlardan neler yapılır, eskiden şimdi olmayabilir, yani tahtadan neler yapılırdı, hangi eşyalar yapılırdı? Mesela kendi evinizin işlerini mi yapardınız, satılacak kadar mı çok yapardınız? Kereste mi yapardınız, ne yapardınız ya da yakarken neresini kullanırdınız?
Şimdi kereste zaten bu ovada Antalya’da dahi hızar olmadığı zaman bütün gidiyor iki kişi kereste biçmeye. Şurada usta usta diyor ki, liste veriyorsun şu kadar şundan yapacaksın. Tabi temizinden doğramalı, o ağacı biçen onu oraya listeyi kor, ona göre onu biçer. Yani hızar başlamadan. Devlet bize temizlerinden şöyle keseceksin, şöyle keseceksin, der. Bizler de onu yaparız.
Yok, ben onu demiyorum yani siz kendiniz kestiğinizde kendi aletinizi kendiniz yapıyor muydunuz? O devletle anlaşmanızı demiyorum.
Tabi şimdi onu yapmak içinde, usta olanlar nacak sapı, oklava gibi şeylerini yapar.
Başka neler yaparlar onları bir sayar mısın? Onu şimdi ilk evvel işe başlamadan diyelim ki; nacak sapı lazım yapılır, o ağaçtan bıçkının kolları yapılır. Biz onu yapmadık. İki el tutup da o ince ağaçlarda şu ova ağaçlarında olur.
Evet, şimdi dağlardan gelelim gene köye, Akçaeniş’e gelelim.
Şimdi sizin çocukluğunuzda bu işlere karıştınız, başka ne iş yaptınız, buranın dışına çıktınız mı, askerliğe nereye gittiniz, kendi yaşamınızdan, evliliğinizden bahsedin biraz. Nasıl oldu bu işler?
Şimdi ben yetim büyüdüm dedim ilk evveli. Yetim büyüyünce bir abimin yanında, dedem ölünce bir büyük kardeşim abimle birleştik. Bu yandan düşünürdüm ben bir evlenmiş olsam, bir kıza takılsam benim burada bırakıp da gidecek, güvenecek bir kimsem olmadığı için askerden önce hiç ona meyil etmedim. Çünkü güvencem yok burada. Askerliğimize buradan topçu olarak gittik.
Nerede yaptınız? İstanbul, Büyük Çekmece, Yeşilköy’e gittim. Orada üç ay falan kaldım. Kore seçimi geldi, gönüllü olarak oraya çıktım. Seçim İzmit Çulhane’de birleştik orada imtihana girdik. Bizim zamanlarımızın ilkokul mezunu şimdiki lise mezunundan değerliydi. Buradan 5-6 kilometrede bir okul var.
Bugünde sınav oluyor Türkiye’yi yönetecek kadroların ön elemesi yapılıyor. sınav yapılacak da üniversiteye girecekler yetişecekler de bizi ileri götürecek bu günün gençleri!.. (Söyleşi, ÖSS sınavının yapıldığı gün yapılmıştı.)
Yalınayak okula gittiğim zamanlarım oldu. Yani yokluğun ne olduğunu bilen bir kimseyiz.
Yokluklar içinde büyüdünüz? Evet. Oradan bir çavuş kursu bitirdik. Az çok eğitim yapıldı, sonra Seferihisar’a. Seferihisar’da tekrar bir eğitim oldu, ondan sonra Haziran 10’da askerliğimizi Kore’de yaptık. İşte oradan geldikten sonra yerliyiz burada.
1953’te gittim. 1954 baharında Kore seçimine ayrıldık. Biz oraya niyet edip gitmeden bir anlaşma imzalanmış. Anlaşma biz gemiye bindikten sonra imzalansaymış öyle cevap vereyim, biz niye maaş alamıyoruz diye dilekçe verdik de, gemiye bindikten sonra anlaşma imzalansaymış biz maaş alacakmışız.
Nasıl evlendiniz, kiminle evlendiniz, burada neler yaptınız?
İşte gelmemiz, gene aynı burada sanat devam ediyor. Biraz burada çalıştık, birden çektik sahile gittik.
Sahilde neler yaptınız? Aynı işi yaptık.
Başka ne iş yaptınız? Kayınpeder yanında bir gelini, bir kızı o orada aynı çalışıyor. Tabi biz orada anlaştık geldik, burada yani kaçırma oldu, daha Türkçe’si. Bu da askerde Ali de askerde ama şöyle neyse.
Bu köye geldiniz hep bugüne kadar bu işlerle mi uğraştınız? Ya da daha sonra ne yaptınız? Şimdi ben bu arada yakın bir yerde çalışırken bu Antalya Kırım Fabrikası’nda çalışıyordu. (Hasan Şimşek’i gösteriyor) Bana bir mektup yazmış yarın gel, biz şöyle şöyle fabrikaya işçi alıyoruz, diye. Ben o saatte işçiyim. Hasan Şimşek, haber salmış geldim oraya. İçeri kalabalık ya dedim içeri kaç kişi alınacak içeri 500 kişiyi geçmiş. Bizim köyden birisi var ya sen buraya niye geldin dedi, Hasan Şimşek mi haber saldı dedi. Evet, dedim. Sen işe girersin öyleyse, dedi. Bu diyor ki, mektupta beni içerde bu gelip gelmediğini ben öğreneyim diye, bir adam gönderdik buna. Şöyle geriden gördüm, bir merdivenden yukarı çıktı, müdürün yanına çıkıyormuş, bu orayı gördü gitti. Bunu o kadar bir gördüm, yukarı çıktık, bir Fransız müdürü bir Türk var müdür. Aç avucunu dedi açtım, benim ellerde nasır dolu ne kadar nasır olsa içerden torpil olmayınca olmayacak. Biz torpilli orada bir sene çalıştırdık.
Yani elleri nasırlı olanlar çalışıyor. Evet çalışıyor. Bir sene orada çalıştım; dayanamadım, gücümü kaybettim.
Emekli oldunuz. Evet.
Akçaeniş Köyü’nde sizin yaşam serüveninizi dinledik. Burası bir Tahtacı Türkmen Köyü. Kaç hanesi var şu anda tahmini?
Şimdi bizim hanemiz kalabalıktır. Ama insanlar buradan gittiler.
Gençlerimiz çoğu Antalya’da. Genç kısımlarımız bütün orada çalıştı, emekli oldu. O da şöyle köyde bir dönüm tarlasıolmayan, keresteciliği becermeyenler gitti, eğer becerenler de gitseymiş buradan daha iyi oldu orası.
Akçaeniş’te farklı yerlerden gelme olduğu için bilmiyorum burada sizin köydeki kaynaşma durumu nedir?
Kaynaşmalarımız pek fena değildir. Şimdi ufak tefek kırgınlıklar olsa da öyle kavga dövüş olmaz.
Yok, onu demiyorum, birbirini tanır mı, hısım, akraba bilir mi, köylülük yapar mı, yoksa bazı yerlerde duyuyoruz, adamlar aynı köyden birbirini tanımıyor.
Tanırız. Dışarıdan gelenler Akçaeniş Köyü’nü tercih eder, misafirperverliğini, bizim burada sahip çıktıklarımız, vardığımız zaman başka yerde pek tanımamışlardır. Akçaeniş Köyü bilhassa diyelim ki insan nerede birleşir, başı sıkıldığı zaman dert bölüşmeye, acı bölüşmeye diyelim ki düğünde şunda bunda bir sevinçli, bir meraklı, bir cenaze olduğu zaman Antalya’da kimse kalmaz. Cenazenin dargınlığı olmaz hemen herkes birleşir, işini bırakır o cenaze kaldırır.
Peki, çok güzel buna sevindim peki bu erkânlara gelelim şimdi. Cem erkânları sizin burada buna bir isim veriliyor mu? Cem mi deniyor, cemaat mi deniyor, ne deniyor. Bu Alevîlerin, Bektaşilerin yaptığı ayinlere? Şimdi aşağı yukarı cem, diyoruz.
Eskiden başka ismi var mıydı? Yok aynı.
Bu işe merak mı edildi, sonradan bazı bir kırgınlıklardan bölünme diyelim, biraz aşağı yukarı yani 12 tane mürebbi var. Bunun hepsi bir 12 tane kişi olması lazım, 12 hizmet sahibine bunun hepsi bunu tamamlayamıyor, dışarıdan yedek alıyor. Yani bir pirimiz, dedemiz geldiği zaman biz burada dedeyi şöyle tanırız, dedenin ismi mürşittir. Mürşit dede.
Yan Yatır Ocağına bağlısınız? Ha onu size anlattığım, Yan Yatır Ocağı’na bağlıyız. Şimdi Peygamber nesli olması lazım, dede mürşit başta, dede onun altı seyit var. Bunların olmadığı yerde bu işte bilinçli kişi mürşitten izin almak kaydıyla, baba olarak aynı görevi yaparlar geldikleri zaman.
Şimdi mürebbiler, dedeler tarafından köylerde hizmet yürütmesi için icazet verilen insanlar. Peki, bu icazet verilirken hiçbir kıstası yok mu ki, bazıları 12 İmam’ın bile ismini bilmiyormuş?
Şimdi bu mevcut, 12 İmam’ın ismini bilen ya bizim burada diyelim, şimdi şu anda 1200-1300 kişi var, diyelim. Mürebbiler de dahi bunu sayamam içinde cahil mürebbimiz var, bunu sayamayan kimse çoktur. Ama talib olarak birisi kendini yetiştirmiştir, kitaplar çıktı, sonradan okumuştur, yetişmiştir, o mürebbiliğe hevesli değildir. Var içimizde böyle yani.
Peki, siz bu işlere gönül vermiş bir insan olarak, diyelim ki bir ayin nasıldı? Onu bize bir anlatır mısınız? Akçaeniş’te bir cem nasıl başlıyor, nasıl sonuçlanıyor?
Ben size şunu anlattım ilkin, sadece yani kurban nasıl yenir, aynı köyde de aynı dağda ki aynı. Burada yaptığımız kurbanı kestiğimiz zaman tabi kurbancı gelir keser onu. Onu kestiği zaman oradaki gibi pay yok, burada herkes kurbanını keser, kendisi ve dışarıdan mihman (akrabasını, dostunu) diyelim yani kendinle birlik eden dışarıda akrabasını veya dostun akrabasını onları da çağırabilir. Beride ki ben filancaya dargınım diyemez, öteki gelirse. Yani bu şeyin kapı, eşikten içeri geçenin dargınlığı olmaz. Burada gelince tabi burası sazlı/sözlü olur.
Kimler bulunur? Yani âşık, zakir, mürebbi. Şimdi diyelim, geldi benim şu hizmet sahibi, döşek postu dediğim onu bilen olmaz, biz köyümüzün âdetini konuşuyoruz şimdi.
Diyelim ki mürebbi o geldi oturdu. Bunun sağına gözcü oturur, soluna delilci oturur. Zaten şeyde dergâh, musahiplik falan yapılırken o iş aynı olur. Oturduğu zaman biz de dolu vardır, gönlünden ne çıkardı, bir ufak, bir büyük her neyse dolu deriz, biz ona. Onu getirir süpürgesini çaldıktan sonra doluyu alır gelir, onun bir duası vardır. Gelir o oraya kor niyazını yapar oradaki dolumuz kabul ola, muradımız hâsıl ola, tuttuğun ileri gide, evin ocağın şen ola, dolumuz adı kevser dolusu ola, taşa dökülmeye arta eksilmeye, işte Allah dolumuzu kabul etsin. Dolumuz Kırklar Dolusu ola, böyle bir dua okur. Ondan sonra onu o alır ayağına bağlar, bir ocak diyelim ki ocak yoksa köşeye bir damla döker.
Ocak hakkı. Ocak olsa.
Ocak olsa ne yapılıyor, ocağa mı dökülüyor? Ocağa damlatılıyor yani. Ayağını bağlar ocağa şey yapar, o yoksa evin köşesine ondan sonra oradaki üç kişiye üçer kere verir, etti 9 fincanla, üç de kendi alır 12 olur. Ondan sonra idare için gözcü dolusu, 3 nefes hayırlısı, 3 nefesi 3 kişiye verir birisi sazı çalandır, ikisi de çalmadan saza uyarak söyler, bunlar Hatayi’dan olur. Beş kıtalıdır, ilk başladığı zaman ikisini alır, sonra tek tek alır. Hatayı nefeslerini alır.
Hatai mı okunur? Burada Hatayı okunur. O bittikten sonra, üç nefes söylenirken hiç şey çıkmaz, ses çıkmaz. O bittikten sonra onun bir duası vardır, tabi onu da işte üç nefeslerimiz kabul olsun, der. Fakat onunda ayrı bir duası istersen verebilirim.
Tabi çok önemli böyle biraz daha yüksek sesle.
Şimdi nefesleriniz kadim ola
Muratlarınız hâsıl ola
Tuttuğunuz ileri gide
Eviniz, ocağınız şen
Kısmetiniz kırk gül ola
Uzakta yakında
Özü bu dergâhta
Olan can kardeşlerimize
Allah buraya kabul ede
Çalıp, çağıran, işitip, dinleyen
Pir Sultan Şah Hatayı, Kul Himmet
Âşıklarımızın
Hizmetleri üzerinizde hazır ve nazır ola,
Dilde dilek gönülde muratlarınızı Hakk vere,
Allah cümlemizin eksiğini tamamlaya,
Allah evlatsıza evlat,
Devletsize devlet vere
Allah cümlemizin eksiğini tamamlaya
Gerçekler demine hü!
Diye burada bir, oradaki oturan mürebbi onun duasını verir.
Vermek zorunda, mürebbilik yapacak. Biliyorsun yani. Ondan sonra diyelim ki bu arada gene de bu nefesi söyleyen, orada ağzı pis kimseler olmayacak, ağzından kötü kelime çıkmayan bacılarımızda, baylarımızda üç erkek semahımız olur. Bu da hayırlıdır, bu erkek semahı bittikten sonra tabi musahipsizler buraya giremez.
Hamza Tanal, mürebbinin, yaptığı mı? Aynı tarzdadır, o da bir şey dediyse aynı tarzdadır. Üç erkân semahında ayaklar bağlanır, yürümeden oynanır, tabi Şah dendiği zaman döndüğü zaman dönülür, yine aynı olur. Dönerken hiçbir kimse oradaki babaya ona yakın oturur, ona şemşi diyelim doluya, oraya arkasını dönmez ora geldiği zaman şöyle döner geçer. Yönünü oraya dönderir geçer. Bu üç erkân semahında ayaklar bağlanır, kıpırdamadan oynanır, oda bittikten sonra onunda bir, semahlarımız saf ola, günahlarımız af ola, şarkı verdin Hakk için ola, dilde dilek gönülde muratlarımızı hak vere, semahlarımız kırklar semahı ola diye orada bir dua verir orada ayrıca. Ondan sonra düş semaha başlanır. İşte eğer bunu şifanda gösterebilir, köylünün toplantısı lazım. Görüntü olarak da olabilir. Ondan sonra biter işte, bittikten sonra lokmalar gelir, lokmalar yenir, aynı demin ki dualar yapılır biter.
Peki, musahip durumu nedir yani muhasiplik var mı?
Musahiplik bizim burada. Müsahip olan bir kimse ele, bele, dile, işe, aşa, eşe hiyanetlik edilmemesi için orada onu musahip eden baba, dede diyelim her neyse onlara bir nasihat verir.
Din dinleme, hor horlama, gözünle gördüğünü söyleme, kimsenin hayrına konuşma, 72 millete aynı nazarla bak, nefsine uyma, yoluna uy işte bunları uzun uzun bir nasihat verir. Yani bu dört kişi birbiri bacısıyla öz kardeşi neyse yani musahip bacısını da aynı tutacak. Bunlara uzun uzun bir nasihat verilir, bunlar bu tarikata giren bir kimsenin yükü ağırdır. Şimdi geldi o her yıl bizleri az çok herkesin hanesine kurban kesmesi lazım. Onun kurbanı yenmesi için oraya hiçbir şeye bozulmadığına bir yemin verir. Musahip olan kimse o yeminden korktuğu için bozulamaz yani bozulduysa oraya yemin edemez. Temiz olması gerecek eğer temiz değilse onun bir yükü vardır, yani yargı diyoruz ona o kurulur. Eğer ki o kuran yaşlı başlı olan bir kimse, küfür eden, bu küfürün bir yükü vardır alınmaz oraya onun cezası verilmeden, yükü vurulmadan alınmaz içeriye. Çok ağır yargısı vardır musahipliğin.
Akçaeniş Köyündeki mürebbiler kimlerdir?
Şimdi sıradan gidelim; Veli Akın, İsmail Çağar, Hüseyin Çankaya, Hamza Tanal, Doğan Coşkuner, Ergül Küpeli, Ahmet Güzel, Ahmet Şen.
Hakk eyvallah. Çok teşekkür ederiz, bizi aydınlattınız. Var olun.
Sizler de sağ olun, var olun, hoş geldiniz hanemize.
AKÇAENİŞ KÖYÜ, ELMALI, ANTALYA, 6/6/1999