ALEVİ GELENEĞİ YAŞATAN GÜL YÜZLÜ
BİR OCAK-DERGÂH İNSANI
HÜSEYİN ELMAS DEDE
(03-11-1959 / Sivas / Hafik / Yalıncak Köyü)
Daha önceden yazılarıyla tanıdığım ama ağırbaşlı kişiliğiyle de uzaktan çok sevdiğim sevgili dedemle özellikle son bir yıldır daha da yoğun bir diyaloğumuz oldu. Tahminlerim çok şükür ki yerinde çıktı. Çünkü artık insan yanılmak istemiyor; yanılmaktan bıkıp usandım ben en azından… Dışından baktım yeşil bir türbe, içine girdim tövbe estağfurullah… İnsanlar da, kurumlar da, yapılar da böyle oldu… Aydınlar, yazarlar, kurum başkanları… Benim için de özellikle dedeler, babalar, ozanlar… Sanatçıları pek saymıyorum. Sesleri beni de büyülüyor, beni de çok etkiliyor, bana da çok şey veriyor… Ama sanatçıların bir bölümü gerçekten Aleviliği bir geçim kapısı yapıp hiçbir emek vermeden, bu kültürü de çok da benimsemeden, para hatırına biraz da Alevi görünüp ya da Alevi hayranı görünüp yirmi-otuz yıldır en iyi para kazanan insanlar oldular…
Dedelerimiz, bizim öz değerlerimiz… Geçmişin o güzelliklerini yaşatan dedeler var mı? Dedelik kurumu gerçekten yaşıyor mu? Bilge, kâmil, dede gibi dedelerimiz halen yol-erkân sürüyorlar mı? En çok merak edilen konulardan birisi. Elbette benim de otuz yıldır peşinde olduğum ana sorulardan birisi…. İşte Hüseyin Elmas Dede, hem bilgili, hem görgülü, hem ağırbaşlı, hem hoşgörülü, hem engin, hem turap, hem kucaklayıcı, hem köklerini bilen, hem ocağının hakkını verirken tüm Alevileri hatta tüm insanlığı kucaklayan bir dedemiz… Onu tanımak gerçek anlamda bir büyük mutluluk; hem insan olarak, hem de bir yol âşığı olarak… İşte diyoruz, deminki soruların yanıtı olarak; evet, gerçek dedelerimiz hâlâ var, gelenek hâlâ yaşıyor, hâlâ çıkar pazarına düşmeden yoloğlu gerçek er kişiler aramızda yaşıyorlar… İyi ki varsın sevgili Hüseyin Dedem! Aşk ola sana ve senin gibi yolu sürenlere, bu geleneği gençlere ve geleceğe taşımanın yükünü çekebilenlere… Hü dost…
AYHAN AYDIN
- Sevgili Dede’m! Sizi daha yakından tanımak istiyoruz. Bize yaşam öykünüzü anlatabilir misiniz?
- Ana doğumum konusunda annemin söylediğine göre, aralık ayının 3. günü doğmuşum; dayım Hüseyin Feyzi Yalıncakoğlu’nun (Yalıncak Tekkesi’nin postnişini ve çok bilge bir insandı) kayıtlarında 1956 tarihi görülüyor. Ama nüfusa göre 03.11.1959 tarihinde, Sivas/Hafik/Yalıncak Köyü’nde doğmuşum.
Yalıncak Köyü’nün şöyle bir özelliği vardır: 1267 tarihinde Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin görevli olarak gönderdiği Seyit Muhammed Nuri yani Yalıncak Sultan adıyla anılan ulu zatın ilk dergâhını oluşturduğu ve bu vesileyle köyü de kurduğu bir köydür. Yaklaşık 800 yıldır Yalıncak Köyü’dür.
Yalıncak, Sultan Hünkâr’ın Çerağcısı ve 5. Halifelik Postu sahibi Pir Eba Sultan’ın oğludur. (Pirep Sultan). Onun da yani Pirep Sultan’ın da Konya’da Molla Sadreddin Konyevi ile ilgili Hünkâr’ın görevlendirmesiyle yolumuzu-erkânımız anlatmak üzere bir görevi vardır. Larende Kapısı denilen yerde de türbesi vardır.
- O zaman köyden bahsedin.
- 1830’lara kadar Yalıncak Köyü tamamen Yalıncak Sultan Evlâtları’ndan müteşekkil idi. 1826’da 2. Mahmut tarafından kapatılan binlerce Alevi-Bektaşi tekkesinden biri olmuştur ve ocak mensupları buradan uzaklaştırılmışlar, çeşitli yerlere dağıtılmışlardır.
Asıl ilk dağıtılma 1401 yılında oluyor. Yıldırım Beyazıt, o zaman Danişmentlerin başkenti olan Sivas bölgesini Osmanlı’ya iltihak etmek istiyor. Bölgede çok büyük çatışmalar yaşanıyor. Yalıncak Sultan evlâtları da 3 kardeş olarak farklı yörelere dağılıyorlar. Birisi Ankara’ya gönderiliyor. Bugünkü Ankara’daki ODTÜ arazisi içinde istimlak edilen Yalıncak Köyü’nü kurar. Kardeşlerden birisi Giresun tarafına göç ediyor. Asıl postnişin kardeş de Divriği’nin Örenik Köyü’ne (Bugün İmranlı’ya bağlı Aydoğan köyü’ne) gidiyor.
Tekke’deki hizmetler Örenik’ten bir süre sonra dönen postnişin aile tarafından 1826 yılına kadar kesintisiz sürdürülmüştür.
1826’da türbe ve tekke yıktırıldıktan sonra yeniden bir tasfiye hareketi olmuştur. Dergâhın çevresindeki araziler, yani dergâha ait araziler boş kalmıştır.
1830’larda Dersim bölgesinden biraz Erzincan’dan, bir aile de Malatya’dan boşaltılmış olan Yalıncak Köyü’ne yerleşmiştir.
Gürlevik Dağı eteklerine yerleşmiş olan Kürmeşli Aşireti, dedeleri olan Ağuiçen Ocağı dedelerinden bir aileyi de birlikte Yalıncak Köyü’ne getirirler. Kürmeş Aşireti önderlerinden İsmail Hakkı Ağa tarafından Seyit Mahmut ve üç oğlu olan Seyit Mehmet Ali, Seyit İsmail, Seyit Hüseyin ile birlikte yol ve erkân hizmetlerini sürdürsün diye getirilen bu aile aynı bizim ailemizdir.
- Yani siz Ağuiçen’lisiniz asıl olarak?
- Evet. Ben Ağuiçen Ocağı’ndanım. Yani baba tarafım, Seyit Mehmet Ali Dede’nin torunlarındandır. Yani Seyit Mehmet Ali onun oğlu Seyit Gözel Ağa, onun oğlu Seyit Hüseyin (Babey) Dede (aynı zamanda benim adımdır), oğlu Seyit Mahmut (24 yaşında Hakk’a yürür), onun oğlu babam Mahmut Elmas Dede. Biz de on kardeşiz; altı erkek, dört kız olmak üzere.
Annem, Yalıncak Sultan Tekkesi’nin Postnişini, 1951’de Hakk’a yürüyen Âşık Veysel’in de eşi Gülüzar Ana’yı isteyip götürdüğü Hamza Efendi’nin torunu Mehmet Efendi’nin kızıdır. Dolayısıyla postnişin kızıdır. Yani anne tarafından da Yalıncak Sultan Ocağı’na bağlıyım.
Babamdan çok şey öğrendim. Babam, babasını hiç görmemiştir; 8 aylık iken de annesi Hakk’a yürür.
- Yani hem hem yetim hem öksüz bir insan?
- Evet.
- Babanız nasıl bir insandı?
- Babam Ağuiçen Ocağı taliplerinin yoğun olduğu Erzincan, Tercan, Aşkale, Bayburt, hatta Kars bölgelerindeki taliplerin yol- erkân hizmetlerini yürütürdü.
Babam son derece dürüst, hiç kimsenin ekmeğinde, aşında, işinde gözü olmayan çok yoksul olmasına rağmen elindekilere kanaat etmesini bilen bir kişiydi. Köyümüzde dahi babamın Aleviliğe yol ve erkâna aykırı düşünülülebilecek hiçbir hareketi ile ilgili bir söylenti asla yoktur. Talipler içinde birçok insandan duydum; ‘Hızır gibi bir adamdı’ derler.
Geçen senelerde bir süre hizmet gördüğüm Sarıgazi Cemevi’nde Aşkaleli bir aile, babamın mezarını mutlaka ziyaret edip niyaz etmek istediklerini söylediklerinde köyde olduğunu söyledim ve çok üzüldüler. Keşke burada yakında olsaydı, bir niyaz etseydik, dediler. Bütün talipler içindeki yeri bu noktadır. Onu özlemle anarlar. Onu 2006 yılında kaybettik.
- Devri daim olsun. Peki dedem; dedeliği nasıldı? Size neler anlatırdı; dedelikle, Alevilikle ilgili neler söylerdi, bunları nerelerden öğrenmiş? Nasıl yetiştirmiş kendini?
- Tarihsel ve felsefi olarak çok fazla derin bir kişi değildi esası bu. Ancak yol-erkân hizmetiyle ilgili ve taliplere karşı sorumlularla ilgili çok şeyi ondan öğrendik. Köyde yaşayan talipler bizim evde de toplanırlardı ve babam onlara yol-erkân hizmeti; cem, görgü vs. hizmeti yürütürdü. Ocağımızla ilgili ve büyüklerimizle ilgili geçmiş tarihimizi en çok babamdan öğrendim.
Babamın öz amcası, tek kardeş. Eski Malatya Milli Eğitim Müdürü ve kitabı olan Aziz Elmas’ın babası Kıçıko (Gıçko-Gözel Dede) büyütmüştür. Babamın babası ile Gıçko Dede amca çocuklarıymış.
- Biraz annenizden bahsedin?
- Babam, yetim ve öksüz olduğu için ve bir babanın bir evlâdı olduğu için, dedemizi ve babaannemizi onun gibi biz de tanıyamadık. Köydeki büyüklerin araya girmesiyle 14 yaşındaki annemi, dedem Memet Efendi’den isteyip bu yetim gence verirler. Annem Tekke Kız ve varlıklı bir aileden dede yetimi sayılan, çok yoksul ve hiç tanımadığı babamla evlendirilmiştir, okuldan alınarak.
Baba tarafından birinci dereceden yakınlarımız olmadığı için biz daha çok Yalıncak Tekkesi’nde büyüdük. Özellikle dayım Hüseyin Fevzi Yalıncakoğlu’ndan çok etkilendik. Öz amcamız yoktur, öz halamız yoktur, öz teyzemiz yoktur. Bütün bunların yerine sadece öz dayımız var idi. Bugün Yalıncak Sultan Derneği’nin başkanlığını yapıyor olmam dayım Hüsein Fevzi Yalıncakoğlu’nun bana bıraktığı bir misyondur. Okul hayatımda -ortaokul, lise, üniversite hayatımda- beni yönlendiren, beni her zaman destekleyen, bana yaşam aşkı veren, hayata karşı güçlükler karşısında ilk öğretmenim diyebileceğim, Aleviliğin de tarih felsefe, inanç, erkân konularındaki birikimlerimi önemli oranda dayıma borçluyum. Onun sevgisi her zaman benimledir. Garip bir cilvedir ki, bütün bunlara karşın bugün bulunduğum Yalıncak Dergâh Derneği başkanlığı sanki ona karşı vefa görevi, Ulu Yalıncak Sultan tarafından omuzlarıma yüklenmiş gibi.
- Devamında neler olmuştu?
- Postnişin aile yeniden Örenik’e dönmek zorunda kalmıştır. Uzun süre oradaki haklarını elde edebilmek için mücadele vermişlerdir. Defalarca mahkemelere çıkmak zorunda kalmışlardır.
Divriği’nin köklü ailelerinden meşhur Koraltanlar (DP zamanında Meclis başkanı Tevfik Koraltan’ın mensup olduğu aile), aileyi yakından tanıdıkları için padişahlık nezdinde bunların buraya ait olduklarını ispat edip 1877’de tekrar dönmelerini sağlıyorlar.
Alevi-Bektaşi Şairleri ve Nefesleri isimli Saadet Nüzhet Ergün’ün kitabında ismi geçen İsmail (Sarı İsmail Ağa) tekrar geri dönendir.
1826’da yıktırılan tekkeyi İsmail Ağa’nın oğlu Mahmut Efendi Dede, 1907/8 yılında yeniden yaptırıyor.
1925 Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Tekke kapatılıyor. Yeniden bir mahkeme süreci başlıyor. 1937’de tekke yeniden yıktırılıyor, şikâyet üzerine ve bu kanunla ilgili olarak.
2002 yılında kurduğumuz “Yalıncak Sultan Türbesini Onarma ve Yaşatma Derneği”ni seven canlarla yeniden kurduk.
2003 yılında Yalıncak Türbesi ile Yanındaki Kurt Baba Türbesi’ni ve tekkeye hizmet etmiş olan 8 tekke hizmetlisinin de mezarlarını yaptırdık.
2005 yılında da 2 katlı büyükçe cemevi, aşevi, yatakhane ünitelerinin bulunduğu, “Yalıncak Sultan Külliyesi”ni tamamlayarak hizmete açtık. Daha önce yoğun ziyaretçilerin hizmetleri, dedem Mehmet Efendi’nin içinde bulunduğu büyük dedelerimizden bu yana evlerin içlerin yapılan kurban ve diğer tüm hizmetler yaptırdığım yeni binada günün koşullarına göre sürdürülmektedir.
Şu anda tekkede, 1993’de 54 yaşında Hakk’a yürüyen dönemin en bilge insanlarından ve dedelerinden birisi olan dayım Hüseyin Fevzi Yalıncakoğlu’nun oğlu Mahmut Yalıncakoğlu tarafından postnişinlik görevi sürdürülmektedir.
- Yalıncak Sultan, köyde, eski-yeni yerleşimlerle birlikte çevredeki etkisi büyük bir köy gibi. Bunu biraz açalım?
- Tarihte, Yalıncak Köyü’nün adı Aleviliğin üniversitesi olarak bilinir. Gerek Yalıncak Sultan Ocağı olsun gerekse Ağuiçen Ocağı olsun, Alevi yol ve erkânı içinde çok önemli ve büyük değerler yetiştirmiştir. Mesala Seyit Aziz, oğulları Muhdat Dede ve Ali Haydar Dede, Kâmil Dede, Hasan Dede gibi ilk etapta aklıma gelen bunlar. Abuzer Dede; o da çok bilgili bir isimdi ve yaklaşımları çağdaştı. Daha eskilerden Seyit İsmail, Seyit Hüseyin, Seyit Mehmet Ali de vardır.
Yalıncak Tekkesi’nde ise, tarihte Kul Himmet Üstadım diye bilinen Âşık İbrahim, Seyit İsmail Ağa, Dedeoğlu Mahmut Efendi ve özellikle yakın tarih büyük dedem Hamza Efendi son derece bilgili, karizmatik, etkileyici, köylerde ütünün olmadığı zamanlarda kömürlü ütü ile ütülettiği şık bir cumhuriyet aydın görüntüsü veren Hamza Efendi çevrede bilinen bir isimdi.
Âşık Veysel de Yalıncak Sultan Ocağı talibi olan bir Türkmen’dir. Şarkışla, Emlek yöresi Türkmenlerindendir. Âşık Veysel, Yalıncak Tekkesi’ne üç defa gelmiştir.
1949/50 yıllarında dönemin Sivas milletvekili İsmail Hakkı Uğur, Yalıncak Köyü’ndeki bu birikimleri duyar ve mahiyetinde Sivas vilayetinin önde gelen devlet erkânı ile Yalıncak Köyü’ne gelirler. Köyümüz bir vadi içindedir. Önce Muhdat Dede ile Ali Dede ile akşama kadar hasbıhal ederler Alevilik konusunda. Akşamüzeri ise köyün üst tarafındaki tepede türbesi olan Yalıncak Sultan Tekkesi’nin postnişini Hamza Efendi’nin yanına giderler. Sabaha kadar hem sazlı hem sözlü hem demli ve özellikle de tarih ve felsefe üzerine Hamza Efendi’yle sohbet ederler. Hiç uyumadan ertesi gün ikindi vaktine kadar bu sohbetler devam eder. Ayrılacakları zaman İsmail Hakkı Uğur yanındaki Sivas Lisesi Müdürü Ruşen Zeki’ye (Nazım Hikmet’le birlikte hapis yatan) dönerek “elbetteki Aleviler bu kadar çağdaş, aydın, uygar ve demokrat olurlar; çünkü bunların Hamza Efendi gibi önderleri var.” der.
- Yöre dedeleriyle ilgili başka söyleyecek bir şeyiniz var mı?
- Köyden kente göç yoğunlaşana kadar, köydeki aynı soydan olan akaraba olan çeşitli dedeler, Ağuiçen Ocağı taliplerinin bulunduğu 17 vilayete giderlerdi. Aylarca buralarda görgü, cem, yol ve erkân hizmetlerini yürütürler, yaza doğru köye dönerlerdi. Daha geçmişte ulaşımın kolay olmadığı zamanlarda dedelerimizden, büyük dedelerimizden birçokları gittikleri talip köylerinde Hakk’a yürümüşler ve oralarda toprağa sırlanmışlardır. Gümüşhane’de, Tunceli’nde, Maraş’ta, Divriği’de, Erzincan’da, Çorum tarafında bu ocaktan dedelerin türbeleri ziyaret edilmektedir.
Yalıncak Sultan Ocağı’nda burası zaten ocağın merkezi olduğu için daha çok talipler akın akın ziyarete gelirler, burada kurbanlar keserler, cemlerini yaparlar, yol ve erkân ile ilgili ne yapılması gerekiyorsa, Yalıncak Sultan Tekkesi’nde bunlar yaşanırdı.
Harman vaktinden sonra, büyük dedelerimiz ve benim yetiştiğim dedem Mehmet Efendi, dayım Hüseyin Fevzi Yalıncakoğlu, Sivas bölgesindeki birçok Yalıncak Sultan Ocağı’na bağlı köylere gider, yol ve erkân hizmeti yürütürlerdi. Özellikle Yozgat bölgesindeki birçok köy, isim isim de biliyorum onu sıralayalım: Deremumu, İncirli, Kuyumcu, Mahal, Köçeğen Kömü, Bahadın, Yukarı Elmahacılı köylerine hemen hemen her yıl giderlerdi.
- Yani sevgili Dede’m; özetle sizler gerçekten de Aleviliğin değerleriyle tam yaşandığı bir yöreden çıkma şansına erişmişsiniz. Siz kendinizi bize daha da anlatın. Çevreyi anladık, ortamdaki kültürü anladık. Bu yapı içinde kendinizi bize anlatın.
- İlkokulu, Aleviliğin yoğun yaşandığı Yalıncak Köyü’nde okudum. Her yıl Görgü, Hızır Erkânı, Abdal Musa Erkânı, Sultan Nevruz Erkânı, Musahiplik Erkânı ve Alevilik adına yaşanması gereken ne var ise Yalıncak Köyü’nde çocukluğumda birebir şahit oldum ve yaşadım. Haa keza, tüm bunlar ayrıca çoğunlukla yaşadığım Yalıncak Tekkesi’nde de yaşanır idi. Dolayısıyla bir yanımızla da “Tekke Çocuğu” olarak yetiştik.
İlkokulu bitirdiğim 1970 yılında ortaokula başlamak üzere Tercan Ortaokulu Müdürü olan Aziz Elmas amcamın yanına gittim. Çok sıkıntılı bir süreç yaşadım o dönemde. Köyden ilk defa ayrılmışım, çocuk yaşta. Tercan’ın çevresindeki kayaları, ağaçları, birçok görüntüyü, Yalıncak Köyü’ndeki birçok yere benzeterek hasretlik çeker, hemen hemen her gün acı içinde ağlardım. Aziz Amcamın annesi Başköy Kızı Kıymet Ana, benim bu halimi bilirdi. Okul dönüşü kıyafetlerimi değiştirmek için odaya girip ağladığımı hissederek gelir, köydeki kişilerle ilgili birtakım konuları açarak dikkatimi dağıtır, beni rahatlatmaya çalışırdı. Aziz Amcam, Milliyetçi Cephe Hükümetleri dönemlerinden önce Malatya Milli Eğitim Müdürülüğü yaptı; bir süre orada da kaldım. Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulunca, Yozgat’a ortaokul öğretmeni olarak atandı. Orada da TÖBDER Başkanlığı yaptı. Oraya gönderilme sebebi, MHP’nin en yoğun olduğu vilayette yok edilsin diyedir. İşte Kıymet Ana 1974’de Yozgat’ta Hakk’a yürüdü. Ne yazık ki hasret kaldığı köyüne getirilemedi; orada toprağa sırlandı.
Tercan’da iken birkaç Ağuiçen talip köylerine beni götürdüler, Mahmut Dede’nin oğlu olduğum için. Orta iki, orta üçü Ankara’da annemin amcasının kızının yanında okudum. Yine çok sıkıntılı öğrencilik dönemi geçti. Burada da Dayım Hüseyin Fevzi Yalıncakoğlu, Ankara’ya yerleşmiş olan Yozgatlı birçok Yalıncak Sultan Ocağı talibi evlere beni götürürdü. Orada da yol ve erkân hizmeti yürütürdü ve dayımla birlikte onların evlerinde kalırdık. Ortaokul sonrası okula gitmem, liseye gitmem, zora girmişti. Babam son derece yoksuldu. Dayım, 1974 yılında beni alarak İstanbul’a getirdi. Herhangi bir gelirim olmadığı için çalışmak zorunda idim. Büyük bir arayış içerisinde gece okulları olduğunu tespit etti. Birkaç tane ticaret lisesi araştırdı, kayıtlar kapanmıştı. Ancak Bakırköy Ticaret Akşam Lisesi yeni açıldığı için beni koştura koştura oraya götürdü. Kayıtların kapanmasına on dakika kala kaydımı yaptırdı.
Bu kez gündüz çalışmam için bir arayış başladı. Birkaç yerle görüştükten sonra Saraçhane’de İstanbul Belediye Sarayı’nda, yakın köylerimizden Sadık Yılmaz ve İsmail Kızıltepe’nin birlikte çalıştırdıkları bir çay ocağında işe başladım. Sabah yedide çay ocağına gelirdim, akşam beş buçukta çıkardım. Saraçhane’den Bakırköy Ticaret Lisesi’ne altı buçukta başlayan okuluma yetişmek üzere koştururdum. Kalacağım bir ev yoktu. Dayım her gün bir talip evinde kalırdı. Sabah çıkarken, dayıma ‘Bugün kimdesin?’ diye sorardım; o da bana adres tarif ederdi. Bir gün Okmeydanı, bir gün Hasköy, bir gün Kanarya, bir gün Çağlayan, bir gün Piyalepaşa… Bu şekilde her gün bir yere giderdim; dayımın kaldığı evlere giderdim. Ancak dayım bazen çok daha uzaklarda olan taliplere gittiğinde bana; ‘Şuraya gidebilirsin’ diye ev tarif ederdi. Artık utana utana gece yarısı yatmış olan insanların kapılarını çalardım ve onlar beni evlerine alırlardı. Sabah erken de kalkar, işe giderdim.
Bir gün yine Okmeydanı’nda dayımın taliplerinden birisinin kapısını gece on ikiden sonra çalmıştım. Kardı, kıştı; gecekondunun merdivenleri kar kaplıydı fakat uyanıp kapıyı açan olmadı. Merdivenlere oturdum, uzun uzun ağladım. Sonra daha önce gittiğim Kızılören Ahmet Efendi ve Hanımı Gülüzar’ın evine gittim. Bir iki kilometre uzaktaki eve. Gece saat biri geçtiği halde kapıyı açtılar; yatmakta olan oğullarının yatağına koydular beni. Orada birkaç saat uyudum ve oradan tekrar işe gittim.
Ayağımda bot yoktu; palto, pardesü yoktu. Gündüz çalışıp gece okula gittiğim zamanlarda okul çıkışı geç saatlerde olduğu için araba bulamazdım; durakta uzun süre beklerdim. Soğuktan kulaklarımda müthiş bir iltihaplanma olmuştu. Tırnaklarımla kulaklarımdaki irini kaldırıma doğru savururdum.
İncirli’deki Bakırköy Ticaret Lisesi’nden minübüsle Bakırköy tren istasyonuna giderdim, trenle Yenikapı’ya, Yenikapı’dan Şişhane’ye, Şişhane’den de minübüsle Okmeydanı’na giderdim ki, saat akşam 22.30’da çıktığım okuldan Okmeydanı’ndaki kalacağım evlere saat 12.00’den sonra ancak gidebilirdim.
Bu süreç üç buçuk ay sürdü. Dayım köyden tekrar geldi ve bana iki odalı bir gecekondunun bir odasını iki yüz liraya kiraladı. İlk kirasını da kendisi verdi. Kiraladığı ev yine annemin amcasının oğlu, çok sevdiğim ve bende çok emeği olan Mahmut Dayı’mın baldızının evi idi. Dayımın eşi Döndü yengem ve Mahmut Dayım, evlerindeki tel dolabı, küçük tüpü, pencereye asılacak perdeyi ve birkaç kap-kacak verdiler. Portakal sandıklarını da masa olarak değerlendirdik. Akabinde kardeşim Hamza’yı getirttik köyden. İmkânsızlıklardan o okula gidemedi. Bomanti’de bir işe çırak olarak girdi. Çay ocağında günlük kazandığım küçük para ve kardeşim Hamza’nın çıraklıktan kazandıklarıyla bir ev oldurmaya çalıştık.
Ertesi yıl annem, bazen kız kardeşlerim kışın bize bakmak üzere gelirlerdi. Annem, yakacağımız odun-kömürü çevredeki komşulardan toplardı.
- Böyle Jak London ve dünya edebiyatının usta kalemlerinin dile getirebileceği hem çok zor hem de çok onurlu bir çileli yaşamı anlattınız bana sevgili Dedem… Ne desek boş…
- Belediye Sarayı’nda da benim durumumu görenler beni çok takdir ederlerdi. Gündüz çalışıp gece okula gittiğim için çok takdir ederlerdi.
Birisi bana bot almıştı. Ayfer Hanım, bana palto aldı; ilk paltom o olmuştu. Kamuran Hanım, bir takım elbise diktirdi. Ve diyorlardı ki; ‘Okulu bitir, seni buraya memur yapacağız.’ Nitekim 1979 yılında Ticaret Lisesi’ni bitirince belediyede memur oldum.
1980 yılında üniversite sınavlarına girdim. Bugün adı Mimar Sinan Üniversitesi olan Güzel Sanatlar Akademisi’ni kazandım. Ancak devam zorunluluğu olduğu için gidemedim. 1981 yılında tekrar sınava girdim ve devam zorunluluğu olmayan Ankara İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Mali Bilimler ve Muhasebe Yüksek Okulu’nu tercih ettim. Ekim ayında okula kaydımı yaptırdım ve İstanbul’a işimin başına döndüm.
Ancak bir ay sonra YÖK kuruldu ve bütün okullara devam zorunluluğu getirildi. Çok zor durumda kalmıştım. Başlatmış olduğum bu mücadeleyi neye mal olursa olsun devam ettirmem gerekiyordu. Çok üzülerek ve çok ağlayarak 1982 yılında memuriyetten istifa edip Ankara’ya gitmek zorunda kaldım. Kardeşim Hamza da o yıl askere gitmek üzere çalıştığı iş yerinden ufak bir tazminat almıştı. Bir miktarını bana verdi ve iki-üç ayımı bu şekilde geçirdim Ankara’da. İlk yıl, o dönem Ankara’da yine 12 Eylül Darbesi’nin Milli Eğitim Bakanlığı Müşavirliği görevinden aldığı Aziz Elmas amcamın evinde kaldım. İkinci yıl, bir arkadaşımın tuttuğu öğrenci evinde kaldık. Üçüncü yıl değişik değişik yerlerde; bazen Aziz Amcamda, bazen Veyis Dayımda, bazen arkadaşlarımın evinde kalarak öğrenimimi sürdürmeye çalıştım. Dördüncü yıl ancak bir devlet yurduna girebildim. Orada da önemli bir rahatsızlık geçirdim. İstanbul’a zor düştüm.
Üniversite hayatım süresince İstanbul’daki Mahmut Dayım, belediyede çalıştığı halde, bazen daire boya işi alırdı. Beni haberdar ederdi, İstanbul’a gelirdim; birlikte birçok daire boyadık. Öğrenci olduğum halde, aldığı yevmiyeyi benimle eşit paylaşırdı. Yazları da köyde öz dayım Hüseyin Fevzi Yalıncakoğlu, koca bir evin ekinini bana biçtirirdi. Doğal olarak, herkesin on günde biçtiğini ben on beş günde biçebilirdim ama sırf bana katkı olsun diye biçtirirdi.
1985 yılında üniversiteyi bitirdim, İstanbul’a döndüm. Çeşitli şirketlerde muhasebe müdürlüğü ve mali müşavirlik yaptım.
1987 yılında Âşık Veysel’in eşi Gülüzar Ana’nın da köyü olan soy olarak annemle Yalıncak Sultan Ocağı’ndan, Dayımın tanıştırdığı ve ön ayak olduğu Karayaprak Köyü’nden Kıymet Erdemir (Elmas) ile evlendim.
1992 yılında kendi büromu kurdum. Ancak büro gelirleri, giderlerimizi karşılayamadığı için daha önce çalışmakta olduğumu Sabri Aslan’ın şirketinde de çalışmaya devam ettim.
1997 yılında ayrılarak bir demir işine girdim. Kayınbiraderim Ali Rıza Erdemir ile ortak olduk. Ancak ticari geleneğim olmadığı için başarılı olamadım. Tekrar Sabri Bey’in oraya, bu kez onların İzmir’de ürettikleri dekoratif cam pazarlama işi münasebetiyle döndüm.
2006 yılında ayrıldım. 2007 yılında tümüyle Mali Müşavirlik Büromun başına döndüm. Bunu da halen sürdürmekteyim.
1988’de oğlumuz Mert Ali dünyaya geldi.
Yaşam böyle sürüp gidiyor.
- Hayatın büyük yükünü çok küçük yaşta sırtlanmışsınız. Bu bence büyük bir ayrıcalık.
- Bunları sadece ben yaşamadım. Bizim kuşaktan birçok insan aynı şekilde büyük sıkıntılarla okudular. Kimi daha az, kimi daha da çok. Hayat böyle…
- Sevgili Dedem! Yukarıdaki anlatılarda sizin yaşamınız var. Bir de söyleşinin bütününde inanç, kültür yapınızın oluşması var. Bir sonraki sorunun zemini olması açısından, Alevilik’le ilgili, dedelerle ilgili, geleneksel yapıyla ilgili peki nasıl yetiştiniz?
- Sivas bölgesindeki talip köylerine dedemin ilk erkek torunu olmam hasebiyle çok kez dedemle veya dayımla gittiğimi ve orada yapılan yol-erkân hizmetlerinden beslendiğimi söylemeliyim.
Ayrıca babamla da Ağuiçen Ocağı talibi birçok köye birlikte gittik; oradan da beslendim. Alt yapım böylece oluştu. Dayımdan ve babamdan, özellikle de dayımdan saz çalmayı öğrendim.
Çocukluğumun hatta gençliğimin geçtiği zamanlara kadar Aleviliğin gerçekten özgün ve gerçekten yaşandığı; köylerdeki yaşanan Aleviliği gördüm, tanıdım. Zaten; ‘Alevilik nedir?’ diye soru sorulsa, ‘Elli yıl önce köylerinizde nasıl yaşanıyordu, (yaşı altmışın üstünde yaşayanlara sürekli sorduğum da budur) asıl Alevilik işte o elli yıl önce köylerde yaşanan Aleviliktir.’ diyorum.
Neden? Anadolu coğrafyası ve çevre coğrafyalarda yüzlerce, binlerce ulular, pirler, mürşitler, sadıklar, âşıklar, ozanlar yaşamışlardır. Ozanlar, özellikle deyişlerinde; ‘Âşığın sözü, Kuran’ın özü’ özdeyişinde oluduğu gibi tam da bizim anlayabileceğimiz şekilde deyişlerine, duvazlarına, mersiyelerine, methiyelerine, şathiyelerine aktarmışlardır.
Eskiden köylerimizde menkıbeler anlatılırdı, ulu ozanların deyişleri yorumlanırdı. Bilhassa Şah Hatayî, Pir Sultan, Seyit Nesimî, Fuzulî, Yunus Emre, Viranî, Yeminî; yakın tarihte ise Veysel Baba, Davut Sularî, Daimî ve Aleviğin de parmak bastığı toplumsal sorunları irdelemesi bakımında da Mahsunî Baba anlatırlardı büyüklerimiz.
Uluların, ocak kurucularının, pirlerin, mürşitlerin menkıbeleri anlatılırdı. Alevi yol ve erkânının telli Kuran adıyla nitelenen sazla yürütülüyor olması, bambaşka bir âleme götürdü bizleri. Ve bütün bu ibadetler ve yol-erkân hizmetleri, herkesin kendisinin konuştuğu öz diliyle yapılırdı. Dolayısıyla herkes neyi okuduğunu, neyi dinlediğini, neyi icra ettiğini çok iyi bilir ve çok iyi aktarırdı.
Bütün bu atmosferin içerisinde yetişen çocuklar ve gençler, geçmişte bu ilimle donanmış olan büyüklerinden bu şekilde kendi bilinç dünyalarına aktarım yaparlardı. Yüzyıllar boyunca Anadolu ve çevre coğrafyalarda, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli ve bütün ocak kurucularının, ulularının açtığı çığırda bu şekilde donanırlardı.
Alevlilik tarihinde birkaç defa kırılma noktası yaşamıştır. Sözünü ettiğimiz sadece can kırılması değildir. Yavuz ve 2. Mahmut’ta olduğu gibi can kırılması çeşitli zamanlarda yaşanıyor olmakla birlikte, Aleviler her koşulda canları ve serleri pahasına yol ve erkânlarını yürüterek, yakın tarihe kadar, arı duru berrak bir şekilde bu yolu getirebilmişleridir. Bunda Osmanlı döneminde Alevilerin, kentlerdeki yöneticilerden uzak yaşıyor olmalarının etkisi elbette büyüktür. Dolayısıyla yöneticilerin dairesi dahiline hiç girmeden, kendi iç dinamikleriyle ve birikimleriyle yollarını sürdürüp yakın tarihe kadar taşımışlardır.
Alevilik açısından yakın tarihte olumsuzluk sayılabilecek 1800’lü yıllardaki tasfiye harekleri ve bölgemizdeki yoğun savaşlar, bir nebze kırılma (yolda kırılma) yaşatmış olmakla birlikte asıl kırılma 1925 Tekke ve Zaviler Kanunu’dur. Buradan birilerinin eline koz vermek istemem; Atatürk’e vicdansızlık ölçüsünde saldırı oluyor, bu değil.
Kanunla birlikte ama özellikle 1950’lerde köyden kente göçle birlikte esas kırılma yaşanmıştır. Yüzyıllar boyunca ocak-talip, dede-talip, pir-mürşit, rehber-talip ilişkisi üzerine kurulmuş olan Alevilik, ne yazık ki, köyden kente göçle birlikte çok büyük bir sekteye uğramıştır.
Daha önceleri her dönemin sistemine uzak duran Aleviler ve hep saldırıya uğrayan Aleviler, doğal olarak farklı inanç ve mezhepte olan kesime mesafeli durulması gereken noktaya getirilmiştir. Dolayısıyla kentlere göçtüğümüzde, kendimizi buralarda gizlemek zorunda kaldık. Askerde, okulda, çalıştığımız fabrika ve devlet dairelerinde Alevi olduğumuzu gizlemek zorunda kaldık. Çünkü hep olağan bir saldırıya maruz kalacağımızı düşündük; gizli gizli hissettik. Çünkü bu his, yüzyılların içimize işlemiş olduğu bir korkunun ürünüydü.
Yan komşumuzun başka bir inançtan veya mezhepten olduğunu öğrendiğimizde, olası bir saldırı ve hakarete maruz kalmamak için onlar gibi davranmaya başladık; onlara öykünmeye başladık. Babamdan bilirim ki, köylerde kalan son talip evi olduğu sürece buralara yol ve erkân hizmeti için giderdi. Bir gün köylerde taliplerin artık kalmadığını gördük. Bir de artık gelecek kentlerde olduğu için ve çocukların geleceğini kurmak için dedeler de kentlere göç etmeye başladı. Kentlerde odacı, bekçi, çöpçü oldu. Dolayısıyla yol ve erkân hizmeti yürütmemeye başladı. Kentlerde bu hizmetleri yürütecek, daha doğrusu talep edecek ne talipler kalmıştı ne de mekânlar vardı. Bu bir dönüşümdü. Diz dize, cemal cemale muhabbetle ve saz çalıp deyiş okumayla ve menkıbelerle öğrenilen Alevilik ne yazık ki artık öğrenilemez oldu. Kentlere gelen dedelerin çocukları, Alevilikten yol ve erkândan tamamen uzak kaldılar. Cenazelerimiz oldu, sistemin öteden beri desteklediği ve yatırım yaptığı başka bir mezhebin ibadethanlerinden yani camilerden cenazelerimizi kaldırmak zorunda kaldık, çünkü mekânlarımız yoktu.
Daha önce köylerimizde yaşadığımızda, kasabaya gider alışveriş yapardık; paramızı kasabadaki esnafa bırakırdık. Kasaba çıkışında, arkamızdan küfür ve harakete uğrardık. Kentlere göç etmeye başlayınca bizler de buralarda esnaf, memur işçi olmaya başladık. Dolayısıyla kentteki pastaya ortak olduk.
Sistem bizi yeniden köylerimize, dağ başlarına süpürtmenin projelerini ortaya koymaya başladı. Maraş, Çorum, Sivas (78), Muğla Ortaca, Malatya, Elbistan olaylarındaki can kırılmalarını yaşadık.
Buna rağmen geriye dönmedik, dönemezdik.
Sonra sistem, başka bir şekilde asimile etmek ve dönüştürmek projelerini yürürlüğe koydu.
1993 Sivas Madımak Olayları ile Aleviler için daha ağır olacak şeriatçı bir sistemin ilk provasını yaptı. Aleviler baktılar ki, kendilerini ne kadar gizleseler ne kadar onlar kadar görünmeye çalışsalar da Alevi olduklarını gizleme imkânı yoktu. O halde köy koşullarına göre örgütlenmiş olan Alevilik, kent koşullarına göre nasıl örgütlenebilir ihtiyacından, kentlere cemevi yapılmaya başlandı. Ancak bu cemevleri, daha çok arsa işgaliyle, o günkü iktidarın veya belediye yetkililerinin biraz daha iyi niyetli yaklaşımlarıyla cemevi arsaları elde edilmeye başlandı. Hiçbir kurumdan, hiçbir yerden destek olmamasına rağmen Aleviler kendi aralarında bir dayanışma ile bu cemevlerini yapmaya başladılar. İnşaatları çok uzun sürdü, hâlâ bitirilmeye çalışılan cemevleri var.
Sistem bu kez Gazi Olayları’yla, Ümraniye Olayları’yla Alevileri yıldırmaya ve döndürmeye yöneldi. 2000’li yıllarda Alevi Örgütlülüğü daha önce tek-tük olmasına rağmen, yoğun bir şekilde, hayatın içinde yerini buldu.
Bu örgütlülük, demokrasi çerçevesi içerisinde hak arama, eşit yurttaşlık, asimilasyona karşı, zorunlu din derslerine karşı ve buna benzer haksızlığın giderilmesi için mücadele alanına dönüştü.
Bununla iktidar bir nebze telaşa kapılarak, Alevi Çalıştayları, Alevi Açılımları yapmaya başladı. Çünkü bu örgütlülük, Alevi sorununu sadece Türkiye kamuoyuna değil, dünya kamuoyuna mal etmeye başladı. Ancak daha önce Alevileri öldürmekle Alevilerin bitmeyeceğini anlayınca sistem, bu kez Aleviliği öldürme projeleri ortaya koymaya başladı.
Alevilik adına sistem tarafından bazı Sünni Cemaatlere dernekler kurdutturularak Alevilik bu yollarla dönüştürülmeye ve asimile edilmeye başlandı. Ne yazık ki, Alevi örgütlülüğü içinde de bilerek veya bilmeyerek, buna hizmet eden ve tuzağa düşen kesimler de olmadı değil.
- Peki ne yapmalı?
- Sistemin bütün kurum ve kuruluşları, basın-yayını, gazetesi, televizyonu, sermayesi, kolluk kuvvetleri, kamu kurum ve kuruluşları, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de devasa Diyanet, bir inancın ve bir mezhebin hizmetinde, bütün imkânlar bir mezhebin örgütlenmesi için kullanılmakta. Bütün bunlar yetmiyor gibi, saydığımız bütün bu unsurlar, üstelik de Aleviliği yok etmek üzere planlar sürdürmekte.
Oysa Alevilerin kendilerinden başka hiç kimsesi yok. O halde Aleviler, topyekün özünü dara çekip ocaklarıyla, pirleriyle, mürşitleriyle, ozanlarıyla, bilhassa aydınlarıyla ve yüzü çağdaş dünyaya dönük dedeleriyle el ele, omuz omuza verip geçmişte yaşanan Aleviliği kent koşullarında yeniden hayata geçirmenin projelerini geliştirmelidir.
Çok sayıda cemevimiz var. Bu cemevlerimiz, geçmişte olduğu gibi ocak ve dergâh niteliğine ve yapısına yeniden büründürülerek, Aleviliğe ait değerler işlenerek, günümüz koşulları da göz önünde bulundurularak, aklın ve bilimin de ışığında yeniden yapılandırılıp gelecek nesillerin bu öğretiyi yaşatmaları için birer eğitim kurumu gibi çalışmalıdırlar.
Artık Alevi çocukları üniversite bitirmiştir. Dolayısıyla onların anlayabileceği, ikna olabileceği ve tatmin olabileceği, hurafelerden arındırılmış ama öz değerleri korunmuş Alevilik anlatılarak onların yetişmesi sağlanmalıdır. En önemli bulduğum şey; ulu ozanlarımızın deyişlerinin ne anlama geldiğini, neyi anlatmak istediğini yorumlamalarını sağlayacak çalışmalar yapmak gerekir. Bir anlamda, geçmişte yaşandığı gibi, mekteb-i irfan müesseseleri haline dönüştürülmelidir. Bugün yüzlerce yıl, hatta beş-altı yüzyıl önce söylenmiş deyişlere baktığımızda, bilimin de ulaşmaya çalıştığı çok ileri geleceği tarif ettiklerini görüyoruz. Kısacası, ulu ozanların deyişlerinin yorumlanmadığı, anlaşılmadığı bir Alevilik Alevilik olmaz.
Bir şey ilave edeceğim. Geçmişte filozof gibi dedeler yetişirdi. Sadece dedeler değil, her köyde talipler içerisinde de en az dedeler kadar bilgili canlar yetişirdi; işte aradığımız Alevilik bu. Yolları açık, gözleri açık, bilinçleri açık, gönülleri açık, elleri açık, alınları açık, güler yüzlü, kin-kibirden uzak bir Aleviliği özlüyorum, özlemliyorum.
Günümüzde yaşayan bir güzel ozan da Dertli Divanî’dir. Bu kaynaklardan coşan Kevser Şarabı gibi badeleri bize sunmaya devam eden; başta Arif Hoca, Erdal Erzincan, Muharrem Temiz, Tolga Sağ, Gani Pekşen, Cem Çelebi, Yavuz Top, Musa Eroğlu, Sabahat Akkiraz, Gülcihan Koç gibi daha nice sayamadığmız icracı değerlerimiz geleneğin yaşamasına katkıda bulunuyorlar.
- Şimdi Dedem; kısa kısa Aleviliğin özünde olan bazı kavramlara bakalım…
Sizce ‘Ocak’ ne demektir, Alevilikte yeri nedir?
- Ocak, bildiğimiz gibi çiğlerin piştiği yerdir. Alevilikte ocaklar ise, bütün dede-talip, herkesin yol-erkân anlamında, insanlık anlamında piştiği, olgunlaştığı ve insan-ı kâmil olma yoluna doğru yolculuğa çıktığı yerlerdir.
- Pir nedir?
- El Ele-El Hakk’a düsturu içerinde, Alevi yol ve erkânına hizmet eden inanç önderidir. Pirler, ocak ulularıdır.
Herkesin gelişi güzel kendisine pir demeyi, pir dedirtmelerini de doğru bulmuyorum. Ancak bir yetkinlikle ve liyakatla toplum tarafından kendisine verilen sıfattır. Yalnız bunu hak etmek gerekir.
- Mürşit nedir ve kimdir?
- Ocaklar üstü ve ocakların kendisine bağlı olduğu en tepedeki yol-erkân hizmetlisidir.
- Rehber kimdir?
- Mürşitten ve pirden sonra gelen ve görgüden önce toplumdaki sorunları çözen, çözemediğini de cem meydanına taşıyan yol ehlidir.
- Hep söylenen Pir-Mürşit-Rehber üçlemesi ne demektir?
- El Ele-El Hakk’a düstüru içinde; rehber pire bağlı, pir mürşide bağlı, mürşit ise ocakların bir arada oluşturdukları üst düzey dedeler kuruluna bağlıdır diye düşünüyorum. Bu geçmişte vardı. Her coğrafyada, o bölge-ocak temsilcileri ve postnişinleri o bölgedeki Alevilerin ve toplumun sorunlarını gerek inançsal gerek toplumsal sorunlarını belirledikleri bir mekânda müzakere ederlerdi. Her coğrafyada tespit edilen sorunlar ve çözüm önerileri derlenerek merkezi bir yerde yani 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra baş pirliğe seçilen Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda Hırka Dağı’nda büyük toplantı yapılarak burada sorunlar dile getirilirdi.
Dolayısıyla her farklı coğrafyadaki ocak temsilcileri, kendi bölgelerindeki sorunlarını dile getirirler, tanışırlar, yol ve erkânda öze uygun olmayan davranış biçimleri var ise ortaya dökerler, dayanışma içerisinde ortak bir tutum çıkmasını sağlarlardı. Dolayısıyla her coğrafyanın kültürel, folklorik, sosyolojik, farklılıkları içerisinde yol bir-sürek bin bir düsturuyla hareket ederlerdi; çözümünü kendi aralarında bulurlardı. İşte burada o büyük dedeler kurulu da oluşurdu. Bu, üst kurul görevi görürdü. Ne yazık ki, özellikle son yüz elli-iki yüz yıldır terk edilmiş gibi görünüyor.
- Dedem; benim aklım şaşıyor! Nerdeyse bin yıldır bu ocaklar, dergâhlar, pirler, mürşitler, rehberler aslında birbirinden haberdar. Bu kesin. Biz bunu anlıyoruz. Şimdi ise bugün bin yıl sonra sözde Alevi-Bektaşi kurumları, sözde kurumlar olarak kalıyor, bir bütünlük oluşturmuyor, oluşturamıyorlar. Yani bunu yüzyılladır Aleviler başarmışlar, her türlü kıyıma rağmen. Bugün ise bu çağda kimi simsarların da işin başında olmasıyla bu yapı işletilemiyor; yok bilmem çağ değişti, bilmem ne adına bunlar yapılmıyor!
- Ocaklar, Aleviliğin bel kemiğidir. Toplumun inançsal sorunları, hukuk sorunları, sağlık sorunları, kıtlık varsa bir yerde tabi felâket var ise buna benzer olayların sonucunda yiyecek-içecek ihtiyacı doğan bölgelere ocak ve dergâhların çevresinde yetiştirilen ürünler ile bu gibi sorunlara çare bulunduğu birer kurumdur. Yunus Emre hikayesini bilmeyenimiz yoktur. Hacı Bektaş’a, kendi bölgesinde kıtlık olduğu için gitmiştir; para veya buğday almak için.
Bu ocaklarla oluşmuş bu örgütsel yapı, sadece ve sadece inanca hizmet etmez. Bir yerde adeletsizlik var ise, hukuksuzluk var ise, sömürü var ise, öncelikle ocak mensupları önderliğinde bir toplumsal muhalefet hareketi doğmuş ve bir karşı duruş sergilemişlerdir. Pir Sultan Abdal Olayı, Kalender Çelebi Hareketi, Şahkulu Celâlî isyanları bunun örneğidir. Daha sayamayacağımız birçok olay vardır. Ancak bugün ocakları öteleyerek, ocakları devre dışı bırakarak Aleviliği yeniden tesis etme çabasında olanlar olduğunu da görüyoruz. Talip, ocağın talibidir; Rehber, Pir’e bağlıdır; Pir, Mürşit’e bağlıdır; bazı ocaklar bir üst ocağa bağlıdır; o üst ocaklar da merkezi bir yere bağlıdır; Hacı Bektaş örneğin.
Ocak sistemini ortadan kaldırdığınızda kimin Talip’i olunacak? Talip, Dedesini tanır; Ocak Dedesi, köy köy her yerdeki taliplerini tanır ve onların sorunlarıyla birebir ilgilenir ve çözüm bulurdu. Dolayısıyla kent konuşlarında ocak taliplerini yeniden bir araya getirerek, ocak dedeleriyle yeniden buluşturarak Aleviliği belki kurtarabiliriz.
Tabi nüfus yoğunlaştı. Bunu kentlerde belki semt bazında, belki mahalle bazında, belki ilçe bazında yaşayan Alevilerin kendi ocak dedeleriyle buluşturarak bölgelerindeki cemevlerinde görgüleri, Hızır Erkânları, Abdal Musaları, Sultan Nevruzları, Musahiplik Erkânlarını ancak ocak dedelerinin öncülüğünde yeniden hayata geçirirsek Aleviliği bir anlamda özüne yakın yeniden örgütlemiş oluruz.
- İki husus var. Ben diyorum ki, cemevinde ocak olmazsa ocak dedesi olmazsa bu cemevi cemevi olamaz bugünküler gibi. Yani tek tip ibadetin olduğu, zaten adım adım benzeştirildiği cami örneğinde olduğu gibi cemevleri olur. Bazı yazarlar, sözde bilim insanları, artık ‘Geçmiş öldü, bu cemevleriyle Aleviliği şekillendireceğiz’ diyorlar. Asıl bence bu Aleviliği yok ediyor.
Bir de ikinci olarak, şehirlerdeki cemevlerinin yarattığı camideki hocanın tam da karşılığı olan ‘Cemevi Dedeleri’ tipi yerleşti. Bunlar da paralı din görevlileri oldular bence. Ne diyorsunuz?
- Doğru. Bizden bazı talip köyleri hizmet beklediğinde, bu bilinçte olanlar özellikle ocak dedelerini çağırırlar, şimdi de. Örneğin Hızır, Muharrem, Sultan Nevruz cemlerini birkaç kez talip köyleri bir araya gelerek dernek yönetecileri kanalıyla bize ulaştırdılar ve biz de onların ocak dedeleri olarak tahsis ettileri cemevlerinde bu hizmetleri yürüttük. Çok kolay olay bu.
Dolayısıyla bu bilinç yeniden Alevilere analtıldığında ocak nedir, ocak dedesi nedir, ocak talibi nedir; görgünün ancak ocak dedesi tarafından yapılabileceği, Musahiplik Erkânını ancak ocak dedesi tarafından yapılacağı anlatılabilirse iyi biliyorum ki taliplerin kendi ocak dedelerinden hizmetlerini yürütmeleri isteği yoğunlaşacaktır.
Maalesef bugün cemevlerinde, cemevi yönetcilerinin çizdiği daire içinde davranmak zorunda olan dede tipi türedi. Oysa dedeler, cemevlerinde yöneticilerin bile üstünde bir konuma sahiptirler. Danışılması gereken, çözüm aranması noktasında fikrine başvurulan bilge, dede profili yaratılamadığı, oluşturulamadığı sürece bu kısır döngü sürüp gidecektir. Müşahade ettiğimiz birçok cemevinde yeterli dedelerin olmayışı ve kendilerinin oradaki varlılarını da ancak başkanın emir ve talimatlarını yerine getirmek üzerine kurulmuş bir dedelik tipi yaratıldı.
- Bunun savunması bazen; ‘İşte, nerede bulalım o ocak dedesini; onlar yok oldu’ deniyor?
- Aransa elbette bulunur. Bu özle ilgili bir şey. Örneğin; size başvursalar, sadece size başvursalar, otuz-kırk tane ocak dedesini tanırsınız. O ocak dedeleri, kendi ocaklarındaki dedelerine bir şekilde haberdar ederek bu hizmete katabilir. Ancak demin dediğimiz gibi, artık üniversite bitirmiş Alevi çocuklarına bilgi ve birikimle anlatabileceği çağdaş dünyanın gerekleriyle donanmış dedeler yetişmek zorunda. Hattızatında, başkanların ve yöneticilerin dairesi içinde davranan dedeler, kendi vizyonlarını, temsil ettikleri ocağın vizyonunu, Aleviliğin vizyonunu bilmeden ayaklar altına sermiş oluyorlar.
Maaş demişken, cemevlerinde günlük ihtiyaçlara ve hizmetlere cevap verebilecek yetkinlikte ve bilgide dedelerin olması da gerekli. Günlük ihtayaçlar için ocak dedesi şart değil gibi geliyor bana. Ancak asıl Aleviliğin olmazsa olmaz yol ve erkânlarını kendi ocak taliplerine ancak ocak dedeleri aktarabilir.
- Bunlar içinde en önemlilerinden birisi Görgü’dür. Peki nedir Görgü, Görgü Cemi, Görgü’den geçmek? Şimdi Aleviler görülüyor mu?
- Görgü; birbirlerini tanıyan ve kimin ne fiil işlediğini bilen ve herkesin birbirinden razı olduğunu ortaya koyan Alevi topluluklarının, ocak dedelerinin huzurunda özlerini dara çekmesi ve problemler hallolmuşsa cem erenleri huzurunda birbirleriyle rızalaşarak niyazlaşmalarıdır.
Görgü, çoğunlukla bazı Alevi ocaklarında musahiplik kurumuyla gerçekleştirilir. Bektaşilerde buna ‘nasip almak’ denir.
Görgü, Aleviliğin temelidir. Görgü olmayan dolayısıyla sorgu olmayan Alevilik, Aleviliği anlatmaz. Görgü, her yıl tekrarlanan ve bir yıl içerisinde yanlış fiiller yapmış olan canların karşılığında bunun bedelini bir şekilde toplum ve pirin huzurunda ödedikleri, bundan imtina edenlerin ise düşkün kılındıkları en önemli ve birinci dereceden gelen bir yol kuralıdır.
- Dar var, didar var. Darın pirleri var. En büyük şehit İmam Hüseyin, Hallacı Mansur, Fatıma Ana, Fazlı Darı deniyor. Dar nedir, önemi nedir? Dara çıkmak deniyor, dar meydanı deniyor?
- Postu temsil edenin huzurunda, aslında Hakk’ın huzuruna çıkmak ve orada işlediği fiillerle Hakk ile karşı karşıya kalmak. Özünü dara çekmek. Bildiğimiz bizim, (meydanın) bilmediğimiz senin Hakk’ın huzurunda Muhammed, Ali ve Oniki İmamlar Postu huzurunda özünü dara çekerek her şeyi meydana koymanın makamıdır dar.
- Dar, birlik meydanıdır aynı zamanda!
- Eyvallah!
- Post çok kutsal. Niçin çok kutsal?
- Post, öncelikle Muhammed-Ali postu; onun soyundan gelen ocağın postu ve o gün o ocak dedesinin kendi ocak ulusunun adına oturduğu, temsil edildiği makamdır.
- On İki Post var?
- Bence Oniki Hizmet’i temsil eder.
- Bu; ölmeden önce ölmek var. Bu; sanki Dar Meydanı ve Görgü Meydanı gibi geliyor bana?
- Alevilikte aslında ölmek diye bir şey yoktur. Bütün nefsi istemlerden arınıp insani zaaflardan arınıp insan-ı kâmil olma yoluna yani Hakk yoluna çıkma yolculuğunun tarifidir.
Ölmeden önce ölmeyi başaran kişi ilmen, manen, ruhen, en üst aşamada özlenen insan-ı kâmil olmak yolculuğunu tamamlayan insandır.
- Buna en iyi örneklerden birisi Hacı Bektaş mıdır?
- Hacı Bektaş-ı Veli ve ocak kurucularıdır. Dolayısıyla toplumda keramet gösterdi diye menkıbe edilen ulular, yani ölmeden önce ölmeyi başarmış ve bu düzeyi hak etmiş ulu zatlardır.
- Hacı Bektaş?
- Hacı Bektaş; ‘Yetmiş üç millete aynı nazarla bak’ söylemiyle bütün dünya insanları kardeştir mücadelesinin 800 yıl önce barış adına, kardeşlik adına, bütün insanların birbirlerini hoş görme görüşünün en önemli temsilcisidir. Aleviler onun için, 800 yıl önceki Anadolu Aydınlanma Devrimi’nin Hacı Bektaş-ı Veli zamanında başladığını; Aleviliğin de temel sorunun dünyada yaşayan bütün insanların dostluk, kardeşlik, barış ve rızalık içerisinde yaşamaları gerektiği ilkesinin savunucuları olmuş ve kendi yaşamlarına da bunu işlemişlerdir. Onun için görgü cemimiz vardır, musahiplik vardır. Hacı Bektaş Dergâhı, sadece bir inancın merkezi değildir; aynı zamanda Anadolu’daki Alevi örgütlülüğünün de merkezi olmuştur.
Bugün Hacı Bektaş kasabasını harita üzerinde gözümüzün önüne getirdiğimizde, Anadolu’nun tam ortasında yer aldığı görürüz. Bu da çevredeki ocak örgütlülüğünün, buna benzer yapıların, birbirine eşit mesafelerin merkezi gibi durmaktadır. Ayrıca Alevilik dışında başka inançların yoğun olarak bulunduğu Kapadokya bölgesinde bulunmasının da bir başka anlamı vardır ki, işte o da tam da 73 millete aynı nazarla bak, felsefesinin burada nasıl ortaya konduğunun bir göstergedir.
Hacı Bektaş Dergâhı’na ve diğer ocak kurucularına baktığımız zaman, onların aslında bu Alevi-Bektaşi kitlesinin daha rahat yaşaması, inançlarını yerine getirmeleri için en ideal yerleri özellikle seçtiklerini, bu konuda birer öncü oldukların söylemeliyiz.
Hacı Bektaş, sanki sadece o bölgedeki insanları Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için gönderilmiş bir misyoner dervişmiş gibi bir yakıştırma da var. Bu, bence doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, daha doksan yıl önecesine kadar o bölgede Rumların, Ermenilerin ve başka inançlara mensup insanların yedi yüz yıl önce tasfiye edilmiş olması gerekirdi. Ancak Hacı Bektaş-ı Veli’ye, bu farklı etnik kimliklere ve inançlara mensup topluluklar tarafından da son derece saygı duyulmuştur. Onlar da birçok sorununa orada çözüm aramışlardır.
- Okul dönemi çok mu çok zor geçti? Biraz acıtıcı ama gerçekler var… Bir iki anı diyelim mi sevgili Dedem?
- Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. 3. sınıfta okurken Dikmen’de tanıdıklar vasıtasıyla bir gecekondunun altında daha önce geniş kömürlük olarak düşünülen sonra küçük bir ara ve küçük bir odaya dönüştürülen bir ev kiraladım. Tek pencereye perde, küçük tüp, tel ranza, birkaç kap-kacak tanıdıklarım ve bekâr kalan öğrenci arkadaşlarım tarafından toparlandı.
Necati Dayım, bir saç soba aldı, birlikte kurduk. Hiç param yoktu. Odun yoktu. Ankara o yıl (1983-1984) olağanüstü soğuktu ve ağır bir kış yaşıyordu. İstanbul’dan tanıdığım ve maddi varlığı yerinde olan, demir ticareti ile uğraşan bir kişinin eşi daha önce bana, ihtiyacım olduğunda yazmamı istemişti. Birkaç mektup gönderdim fakat para gelmedi. Sonra dayım Hüseyin Feyzi Yalıncakoğlu’na yazdım. O, Sivas’tan bu hanımefendiyi aramış. Birkaç gün sonra P.T.T. ile -o günün parasıyla- 5 bin TL. göndermişti. 4 bin liraya 200 kg. odun aldım, bin lirayı da at arabasına verdim. 200 kg.’dan fazlaya param yoktu. 200 kg. odunla bir kışı geçirdim. Fakat yine de arttı. Çünkü odunlar ıslaktı! Kâğıtla vs. tutuşturmaya çalışıyordum onları, diğer ucundan fışılayarak su damlıyordu!
Küçük kızkardeşim o yıl İstanbul’da kalan diğer kardeşlerime bakmak için gelmişti. Annemin gönderdiği döşeklerden birisini ikiye böldü ve yarısını bana verdi; trenle Ankara’ya götürdüm. Aziz Amcamın eşi Zarife bir yorgan verdi. Ancak çok soğuktu. Yatağa kazaklarla, taliplerce babama verilen paltolarla giriyordum. Kafamı kazakla sarıyordum ama soğuktan uyuyamıyordum. Sabah kalkıp okula gittiğimde üşümekten kafam uyuşuyor gibi oluyordu. Eve geç gitmek ve ısınmak için bazen çok ucuz olan öğrenci bileti ile sinemaya giderdim. Haftada bir-iki akşam Necati Dayıma giderdim; ısınmak ve bir sıcak çorba içmek için.
Küçük tüpü yakıp ellerimi ısıtmaya uğraşarak ders çalışıyordum. Sonuçta, okulu bitirip İstanbul’a döndüğümde hasta idim. Henüz nişanlı olmadığım halde, şimdi eşim olan Kıymet Hanımın annesi beni Bahçelievler’de Erdem Yügen kliniğine götürdü; tedavi oldum.
Ulu Hünkâr cümlemizin gözcüsü, bekçisi, yoldaşı olsun. Aşk ile...
20 Mayıs 2019, İstanbul