NAMIK KEMAL ZEYBEK

NAMIK KEMAL ZEYBEK

 Kültür Eski Bakanı

Ahmet Yesevi Ünviversitesi Mütevelli Heyeti Eski Başkanı

 

Çalışmaları ile, görüş ve düşünceleri ile Türk kültürünün içinden süzülüp gelen bu konuda yoğun uğraşlar veren Namık Kemal Zeybek’le yaptığım söyleşide genellikle Ahmet Yesevi ve Onun İnanç ve Kültür dünyası üzerinde durdum.

AYHAN AYDIN

Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-i Veli insanların akıllarında farklı çağrışımlar uyandırabilir. Namık Kemal Zeybek, tabii ki Türk dilinin, Türk kültürünün güzelliğini görerek, bu konuda kafa yorarak, bu konularda çalışmalara ve araştırmalara başladı. Aleviliğe Bektaşiliğe bu ilgi, bu sempati, bu sıcaklık nasıl başladı, nasıl gelişti? Ben içinde doğup - büyüdüğüm köyümde, 10 yaşıma kadar orada yaşadım. İkili bir kültür dokusu ile karşı karşıya geldim. En çok çocukları etkileyen masallar, halkın dualarıdır. Bizler Şah İsmail ve Hz. Ali cenknameleri ile büyüdük, okumamızı geliştirdik. Teyzelerimizden veya ablalarımızdan dinlediklerimiz-le büyüdük, böyle bir kültür dokusu içinde belli bir yere geldik.

Ben kendim için söylüyorum; ortaokula geldiğim zaman en çok sevdiğim kişiler; Peygamber Efendimizden sonra beni en çok etkileyen Hz. Ali oldu. Her şey Hz. Ali sevgisi ile başladı diyebiliriz. Hz. Ali’yi önce bir kahraman olarak sevdik. Sonra tasavvuf yollarının Hz. Ali’ye çıktığını, Hz. Peygamber’de var olan velayetin Hz. Ali ile devam ettiğini iyice anlayınca bu bende Ali sevgisini daha da perçinledi. Ali sevgisi bende tarikatlara, yollara bağlanmayı getirdi. Zamanla Alevilik ve Bektaşilikle ilgili ne bulduysam okudum ve Alevi - Bektaşi konularını bilen insanlarla sohbet etmeye çalıştım. Davut Sulari, Aşık Dursun Cevlani benim lise yıllarımdaki dostlarımdı. Kaymakamlık mesleğine geçtiğim zaman, Ankara’da kaymakam stajyeri idim, yine onlara yardımcı olmaya çalıştım. Bu konulara girmem böyle başladı, çok güzel bir şekilde gelişti ve elimden geldiğince bu konulardaki çalışmalara yardımcı olmaya çalıştım.

 

Çok büyük bir ilgi besliyorsunuz Alevilik - Bektaşilik konularına, bunu yıllardır izliyorum. Sevgili Hocam, Anadolu’da Müslümanlık var, insanlarımızın çoğunluğu Sünni inanışa sahip olabilir, ama içlerinde Alevi - Bektaşi inanışa sahip olanlar da var. Tasavvufi öz var, Batınilik var, derin bir felsefe var Anadolu toprağında, Yunusların, Hacı Bektaşların, Mevlanaların getirdiği. Anadolu’daki Alevilik ve Bektaşilik, Anadolu toprağının bir ürünü ve yaygın olarak da Türk kültürünün bir esinlenmesi midir, sizce?  Türkiye’deki Alevilik, Bektaşilik; Türk Sünniliği ile Türk Aleviliği, Arap Sünniliği ile Arap Aleviliğinden farklıdır, onu önce tespit etmek lazım. Genel anlamda bir Türk anlayışı diye ortaya koymak lazım. Türk’ün din anlayışı tabii olarak Arap’ın ve Acem’in ve diğer Müslüman olan halkların din anlayışından farklıdır; bu da yapay değildir böyle olması beklenen bir durumdur. Hiçbir din içinde oluştuğu veya sonradan etkilendiği ulusun ortak irfanından, kültüründen, medeniyetinden ayrı düşünülemez. Mutlaka ve mutlaka geçmiş terk edilmez, yeni de tümüyle hemen alınmaz. Kendi haline bıraktığınız zaman Türk Aleviliği ve Türk Sünniliği, tabii ki görüş farklılıkları vardır, ama birbirine çok uzak düşmez. Örneğin; Sünnilik üzerine Arap etkisini de koyduğunuz zaman, Arap düşünürlerin, ideolojik anlamda dini değerlendiren Arap düşünürlerinin etkisini koyduğunuz zaman çelişki derinleşir, farklılık derinleşir.

Anadolu kültürlerinin, Anadolu’da ortaya çıkan yapının da kültürün içinde bir farklılık meydana getirdiğini de kabul etmek lazım. Yüce Allah’ın, yüce Muhammet ile gönderdiği din önce Arap toplumuna gelir. Bu da şunu meydana getirir: sünnetulluha bir durum ile karşı karşıyayız. Yani diyorum ki; Muhammet A. S. getirdiği İslam, Araplarda zaten vardı. Mesela Hac vardı. Yüce Muhammet ne yapmıştır? Onu bir sembol haline getirmiştir. Sembol diyorum, Kabe’yi Hz. Muhammet yaptırtmadı, Haccı da o icra etmedi. Dinler, mezhepler, tarikatlar toplumların uzun döneme ait oluşturdukları kültürlerinin şuurudur. Dolayısıyla bir Türk Aleviliği kalıbında sizin söylediğiniz doğrudur, bir Anadolu Aleviliğin kalıbında da farklılık vardır bu da doğrudur ama elbette bir Türk Sünniliği de, Arap Sünniliğinden farklıdır.

Dini ideoloji haline getiren kişilerin kitapları yüzünden, 30 - 40 yıldan beri Türkiye’de, halkın din anlayışından farklı bir aydınlar topluluğunun din anlayışı ortaya çıkmıştır. Bunlar kendi ana ve babalarından farklı bir Müslümanlığı temsil ederler, anne ve babalarının Müslümanlığını da beğenmezler.

Toplumun kültürü o kadar güçlüdür ki bir müddet sonra onların nesli bitecek, yine toplumun derinliklerinden gelen din anlayışı kazanacaktır. Onun temelinde de dini din olarak anlamak, dini ideoloji haline getirmemek, dini savaş sebebi haline getirmemek, adı İslam olan bir dini barış getirmesi gereken bir disiplin iken ve Hizbullah olan bir hastalık meydana getirmemek gerekir. Bizim tarihimizde mezhep çatışması yok.

 

Türk Tarihinde yok. Bir iktidar kavgası olabilir belki iki sultan arasında olan savaş olabilir ama inançlar arasında iç çatışmalar yaşanmamıştır? Yavuz fetvalarla ordusunun Şah İsmail ile savaşmasını sağlamak için, Şah İsmail’e karşı savaşa dini gerekçeler bulmaya çalıştı. Sonra döndü Memluklar’a vurdu, burada hangi dini gerekçe var? Bunlar tamamen saltanat savaşlarıdır. Tarihen biliyoruz ki, Sultan Selim’in ordusunda ana unsuru teşkil eden en azından Yeniçeriler Bektaşi - Alevileridir, gülbanklarından bellidir onların Alevilikleri, Bektaşilikleri. Bektaşi - Alevi oldukları tarihen kesindir, tartışması bile yoktur. Buna mukabil Şah İsmail’in ordusunda da Sünni komutanlar vardır.

 

Bu anlayış içerisinde tasavvufi farklılığı görebildiniz mi, nasıl yorumlayacaksınız bu konuyu? Türk Müslüman’ının tasavvufi anlayışı ile diğer kökenden olan Müslümanların tasavvuf anlayışı hangi açıdan farklıdır, çünkü onlarda da tasavvuf vardır? Türk’ün Müslüman olmadan önceki dini geniş ölçüde Mistisizme dayalı bir dindir. İslam tasavvufu olarak alırsak buna Mistisizm demek daha doğru. Tasavvufu bütün dinlerin ortak bir kavramı olarak alırsak Türkler Müslüman olmadan önce yine mensup oldukları dinlerde bir tasavvufi durum var. Türkler arasında Müslümanlığın yayılmasına en fazla hizmeti veren birkaç isim sayarsak; Hallac-ı Mansur; beş yıl Türk dünyasında dolaşmış İslam yayıncılığı yapmıştır. Hallac-ı Mansur çizgisinden gelen, o tarikat ve o anlayıştan gelen Ahmet Yesevi. Ahmet Yesevi’nin anlayışı, Hallac-ı Mansur anlayışıdır ve kitabında da onun Hakk olduğunu yazar.

 

Bütün Türk dünyasında, Alevi ile, Sünni ile bütün tarikatların ve mezheplerin inanç sistemlerinin çok önem verdiği ama özellikle de Alevi - Bektaşi inancında çok ayrıcalıklı yeri olan ve sadece tarihte olan bir kavram değil Ahmet Yesevi ismi. Siz yaptığınız çalışmalarla, araştırma-larla bu isim üzerinde çok durdunuz. Gerçekten Ahmet Yesevi kimdir ve etkisi ne olmuştur Türk dünyasında? Türk milliyetinin yeniden yoğurucusudur Ahmet Yesevi. Milletimizin yok olmak üzere olduğu bir dönemde, aydınlıklara çıkarmış büyük bir isimdir Ahmet Yesevi. Bizim milletimiz dilimizdir. Dilimiz yok olursa geriye hiçbir şey kalmaz. Yani Türkçe giderse geriye Türk diye bir şey kalmaz. Türk milliyetinin temeli Türkçe’dir.

Selçuklular döneminde Türkçe’nin devlet dili olmaktan çıkarılması, eğitim dili olmaktan çıkarılması, sonradan edebiyat ve yazı dili olmaktan çıkarılması, bilim dili olmaktan çıkarılması sonucunda bizler de yok olmanın eşiğine gelmişizdir. Bu yüzyıla baktığımız zaman Türkçe yazan şaire, yazara vs. rastlamadım bu dönemde. Türklüğün ve Türkçe’nin karanlık bir çağında Büyük Türkistan’ın Yesi şehrinde Türkçe esasına dayalı mektebini kurarak yetiştirdiği binlerce öğrenciyi Türkistan’a davet ederek yeni bir yeniden doğuşluğun esasını başlatan Ahmet Yesevi milletimizin kurucusudur. Türkler arasında Müslümanlığı yaymıştır. Türk Müslümanlığı diyebileceğimiz doğru Müslümanlığı yaymıştır.

 

Nedir doğru Müslümanlık? Doğru Müslümanlık; din yalnız Allah içindir anlayışını esas alan Müslümanlıktır. Din asla gösteriş amacı yapılmamalı, din asla ticari bir amaçla kullanılmamalı. Dinin bir tek maksadı vardır; insanı Allah’a yaklaştırmak, insanı da Allah’a yaklaştırmanın da bir tek yolu vardır; insanı insana yaklaştırmak. İnsanı insana yaklaştırmak derken, Ahmet Yesevi: “Dinin amacı Allah’a ulaşmaksa, bunun yolu insana ulaşmaktır” diyor.

Divan-ı Hikmeti’nde “Bismillah” diye başladığı hikmetten sonra ilk ortaya getirdiği fikir budur, yani kim yardıma muhtaç olan bir insana, yani yoksula, yetime, garibe yardım ederse o Allah’a ulaşır; Peygamber de yetimlere, gariplere, yoksullara yardım ettiği gün miraç oldu, Allah’ı gördü. Allah’ı görmek ve ona ulaşmak istiyorsan insana ulaş, insana git, birinci anlayış insan. Hizmet ettim, şunu yaptım, bunu yaptım... Tamam güzel ama insana ne yaptın? Gerçekten sana muhtaç olan, senin yardımını bekleyen insana ulaştığın an, Allah’a ulaşmışsın demektir. En büyük ibadet budur. Ahmet Yesevi çok yüce bir insan; ben ise sadece onun tercümanlığını yapmaya çalışıyorum, onu anlatmaya çalışıyorum. Onun söylediği doğrudur. Onun söylediği şudur; namazdan, oruçtan, ibadetten, camiden ibadet namına ne biliyorsak hepsinden daha önemlisi insana hizmet etmektir.

 

Öyle bir ocak, öyle bir dergah kuruyor ki onun bu hoşgörüsü, onun bu “insana hizmet edin” deyişi, “insan kalbini incitmeyin” deyişi, kendini izleyenler tarafından dört bir kıtaya yayılmış. Türk tasavvufunun ulaştığı her tarafta onun izlerini görmek mümkün. Bir de hikmetler meselesi var. Birçok inanç, tarikat kendine rehber, öncü kabul ediyor ama herhalde Ahmet Yesevi’nin fikri, felsefesi meydanda, şiirleri ile meydanda, yaşamı ile meydanda. O dergahtan yetişenlere biraz bakalım, Anadolu ve Balkanlar’a uzananlara? Kadın - erkek birlikte zikir yapıyorsa, toplanıyor birlikte cem yapıyor, emeği kutsal değer bilip çalışmayı esas alıyorsa, bilimi dinin temeli yapıyorsa o tarikat Yesevi yolundan gidiyor demektir. Yapmıyorsa, yapmadığı ölçüde sapmıştır. 12’nci yüzyılın ortalarında birdenbire Türkistan’da Türk kültürü dirildi ve doğru bir Müslümanlık anlayışı canlandı ve yayıldı. Hemen o dalga Horasan yolu ile Türkiye, Anadolu, Balkanlar’a ve Avrupa’ya sıçradı. Anadolu ve Balkanlar’a gönderdiği büyük valilikler var bunların içinde, en büyükleri Hacı Bektaş-i Veli, Geyikli Baba, Sarı Saltuk, Ahi Evran, Abdal Musa gibi kişiler ve Anadolu’yu Türkleştirdiler. Onlar Osmanlı’yı seçmemişlerdi, onlar kendilerini kim seçmişse onu seçmişler. Selçuklu onları istemiyordu, çünkü Selçuklu Farsça’yı esas alıyordu, onları ise Anadolu’daki beylikler bağrına bastı, bütün beylikler. Örneğin; Karamanlı’da da çok Yesevi dervişi vardı, o yüzden Karamanoğlu Mehmet bir ara Konya’yı alıp Siyavuş adlı hükümdarı veya şehzadeyi padişah yapıp kendisini de baş vezir yaptığı zaman ondan sonra bütün Selçuklu coğrafyasına fermanlar gönderip: “bundan sonra divanda, dergahta, sarayda, meydanda, mecliste Türkçe’den gayri dil konuşmak yasak” dedi. Hangi bilinçle dedi? İşte o aldığı Yesevi bilinci ile dedi. Ama baht Karamanlı’ya değil de, Osmanlı’ya güldüğü için sonunda Osmanlı o büyük şeyden yararlandı ve bu dervişlerin bir çoğu Osmanlı Beyliği’nde oldu.

 

Dergah var, ocak var, pişiriliyor, yetiştiriliyor. İnsan sevgisine dayalı, gönül kırmamaya dayalı Ahmet Yesevi felsefesi Anadolu’da ve Balkanlar’da bir fetih hareketi gibi ilerliyor ve yayılıyor. Biraz da günümüze gelelim. Şu anda görev yaptığınız ve önemli hizmetler yapan üniversite, araştırma merkezinin çalışmaları nasıl başladı? 1990 yılında ilk defa Azerbaycan ve Türkmenistan’a gittim, o zaman Kültür Bakanıydım. Kazakistan’a, Özbekistan’a, ve Kırgızistan’a gitme yolunu bir türlü bulamadım. Çünkü zorluklar vardı. Nasıl gidebiliriz? Bu konuda hiçbir temas noktası bulamıyorum. Düşünün Türkiye Kültür Bakanı, Moskova büyükelçisi ile temas halinde, Sovyetler Birliği içerisinde federe devlet olan Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’a gitmenin yolunu bulamıyor, o dönem öyle idi. Sonunda bir yol bulundu. Bir gün Kazakistan Mimarlar Odası Başkan Yardımcısı beni ziyarete geldi Ankara’ya. Randevusuz, yani sekreterim geldiğini söylemeden içeri aldı, girdi ve şöyle başladı: “Bizim Kazakistan’da Türkistan adlı bir şehir var, bu şehirde de Koca Ahmet Yesevi adında bir şair mütefekkirin UNESCO tarafından koruma altına alınan bir büyük dergahı var. Ama bizim bütçemiz bunu onarmak için yetmiyor, ben dünyaya para toplamak için çıktım, siz de bana yardım edin, Türkiye’den para toplayayım”. “Dostum, Ahmet Yesevi bizim en büyük atamızdır, o bizim pirimizdir, o bizim milliyetimizin babasıdır” deyince, arkadaş ağlamaya başladı: “Siz Ahmet Yesevi’yi tanıyor muydunuz, biliyor muydunuz? Hiç bildiğinizi zannetmiyorum.” dedi Kazak kardeşim. Dedim ki: “Evet biz biliyoruz ve babamızın mezarını da biz tamir ederiz, Amerika’ya veya başka bir yere seni göndermiyorum, sen doğru git ve benden haber bekle”. O gitti bir ay sonra beni Kazakistan’a çağırdı, Ahmet Yesevi Sempozyumu’na. Ben gittiğim zaman Kazaklara dedim ki: “Beni siz çağırmadınız! Beni babam çağırdı!” Orayla ilgili çalışmaya öyle başladık.

Beni önce Türkistan’a götürdüler, sonra 1992 yılında Türk dünyası ile olan uyumlaştırma çalışmalarını yapmakta görevli iken o zamanki başbakanın gezisini hazırlamak üzere bir gezim oldu. Burada üniversitenin, ortak bir üniversitenin kurulması kararlaştırıldı, böylece üniversite başladı. Ahmet Yesevi’nin gönderdiği öğrencilerinin, Anadolu’daki anlayışın Türkistan’a geri getirilmesi ve Türkistan halkına üniversite unsurlarının öğretilmesi gereği ortaya çıktı ve bu da gerçekleşti.

 

Anadolu’yu ve Türk insanını tanıyan birisiniz. Üniversite hakkında bilgi almak istesek söyleşimiz uzayacak ama son olarak neler söylersiniz? Türklerin tarihten gelen, hatta tarih öncesinden gelen bir hayatı algılama sistemleri vardır. Bu sistemin temelinde belki de Türklerin bilinen dinlerden önce girmiş bulundukları, daha doğrusu milli bir din olarak kabul ettikleri, “Gök Tanrı” anlayışı var. Gök Tanrı dininin bir kitabının olduğu da bazı kaynaklarda yazılı. Ulu Ata Bitikçi adında bir kitap mesela, bu kitabında Mencu Tengrı Küçümen yani Ulu Tanrının adıyla diye başladığı, Ermeni kaynaklarında, Gürcü kaynaklarında var, yine birçok kaynaklarda var ama bugün bu kitap elimizde yok. Elimize ulaşanlardan sezdiğimiz şu; Tanrı her şeydir, sonsuzluktur, yani Tanrının tekliğinin dışında ‘tek’in Tanrılığına yönelmiş, birin Tanrılığına inanır. Bu manada görülen ve görülmeyen her şeyin - ki onlar sonsuzluktur - birleşmesinden meydana gelen mutlak varlıktır Tanrı, bu anlayıştır. Bu anlayış olunca o zaman Tanrının her tezahürü ve etkileyici tezahürü evliya derecesini yükseltir, bu kökten gelen bir din anlayışı, bunun başka bir yansıması.

Bir ara çok şöhret olan bir Sarı Evliya vardı, adamın adı Sarı Evliya. Güçlü bir enerji var ve bu enerji ile insanları tedavi ediyor. Televizyonda bir söyleşide spiker dedi ki: “Sarı Evliya, sen çok güçlüsün, gücünü nereden alıyorsun”, Sarı Evliya ise: “Gücümü Tanrı Dağları’ndan alıyorum”. “Sarı Evliya sen Müslümansın, Müslümanlıkta dağların ruhu olur mu?” dedi, cevap verdi: “Tanrı dağların ruhu olmasaydı, Kuran’da Allah emaneti dağlara yüklemek istedi ama dağlar kabul etmedi, korktu. Ama insan bilmedi ve kabul etti tabii ki dağların ruhu vardır.”

Bu anlayış İslami yorum ile tazelenmiş bir anlayıştır. Allah bir derken bunu iki türlü anlayabiliriz. Birisi yani Tanrı bir tanedir, ikinci Tanrı yoktur ama ben şöyle anlıyorum; de ki; birdir Allah, bir olandır Allah. Vahdet-i Vücut dediğimiz şey.

 

Ahmet Yesevi Üniversitesi Kazakistan’ın Yesi şehrinde şimdiki adı ile Türkistan şehrinde faaliyet gösteriyor. İsmini aldığı Ahmet Yesevi ile ilgili araştırmaları var, incelemeleri var. Siz oradan Türk tasavvufunun kaynağı olan yerden Ahmet Yesevi’nin yurdundan Anadolu’ya, Balkanlar’a, dünyaya Türk dilini, Türk varlığının ve Türk Kültürü`nün derinliğini veya yüceliğini de gösterme amacı duyuyorsunuz. Üniversitenin amacı o. Üniversite dünyanın ürettiği bilim konusunda eğitim verme çabasında. Türk dünyası gençlerine bu bilimi yayma çabasında ve Ahmet Yesevi’nin Allah aşkına, hoşgörüye, samimiyete, emeğe, ulusal değerlere dayalı din anlayışını hem yeniden Türk dünyasında hem de bütün dünya da yayma çabasında.

 

Üniversite vakfın bir organı değil mi? Vakıf üniversiteyi destelemek maksadıyla kuruldu. Bizim üniversitemiz kamu üniversitesi, iki devletin ortak üniversitesi, vakıflarımız var başka şeyler var, tüm bunlarla üniversitenin çabasını desteklemek istiyoruz.

Bugün için çok teşekkür ediyoruz, hayli zamanınızı aldık sağ olun kırmadınız, aydınlattınız bizi. İnşallah daha geniş zamanlarda bazı çalışmaları da paylaşarak devam edeceğiz.

Söyleşi: 18 Nisan 2002