FİKRET OTYAM
GAZETECİ-YAZAR-SANATÇI
"SEVDA BİLMEYENE HAYAL DÜŞ GELİR"
-Bedir Geliyor türküsünden-
Ülkemizin en ünlü gazetecileriden birisi olarak yazdığı sayısız eserde Anadolu sevdalısı olarak, Anadolu insanını anlattı. Hem de hiç bıkıp usanmadan, ustalığından, sanatçı kimliğinden, duyarlılığından hiçbir şey kaybetmeden. O artık ülkemizin en temel aydın isimlerinden birisi, ölmez simalarından birisi olup Anadolu erenleri arasına girmişken, gerçekten de bu büyük inanç ve kültürün değerleriyle yaşayan, bu değerleri savunup yaşatan önder isimlerden birisi de oldu.
AYHAN AYDIN
Bir gazeteci olarak Anadolu'yu karış karış dolaştınız. İnsanların çilelerini, umut-umutsuzluklarını, sevdalarını, özlemlerini, türkü lirikliğindeki duygularını gördünüz, yaşadınız. Onlarla içiçe oldunuz. Bitmez tükenmez hasretlerin sırlarını çözmeye çalıştınız. Peki Sevgili Otyam nasıl başladı bu on bin yıllık uygarlıklar beşiği topraklardaki serüveniniz. Anadolu ve Anadolu insanına bu yakınlığınızın nedenleri nelerdi? Babamın eski fotografları. . . Gepegenç bir "zabit", yakasında yılan amblemi, defne gibi bir bitki, yani sağlıkla ilgili sınıf. Eczacı. . . O zamanlar bizim ya, Yemen ellerine gitmiş, bu vatan (!) topraklarını savunmaya, tastamam oniki yıl, iki yılı İngiliz'lere esir olarak!. . . Sonra asıl vatana dönüş ve ardından Kurtuluş Savaşı. . . Yani O, tastamam bir yorgun savaşçı. Konya 2. Ordu'da ve emekliliğini isteyip memleketi İstanbul'a dönüş özlemini duyumsayan. İlk eşi, O, Yemen San'a da iken vereme yakalanır ve haber gelir ki çok hastadır. Yemenİstanbul o koşullarda iki aydır ve gelir ki bir gün önce toprağa vermişler!. . . Kerime Nadir romanlarından bir yaprak gibi!
Acılar içinde, yine ver elini yine San'a!. . . Beyşehirli Kolağası Osman kızı Naciye, eşi savaşta ölünce tek oğlu Mehdi ile bir başlarına boydak kalır San'a da. Bacısı Zülfiye çiçek hastalığı nedeniyle iyi görmez gözleri. Eczacı yüzbaşı Vasıf'ı da evlendirirler imam nikahıyla. O karısını, karısı kocasını görmeden!. . . Mütareke ilan edildiğinde, San'a da evlenen yüzlerce subaydan on onbeşi resmi nikah yaptırmıştır. Biri de Eczacı Yüzbaşı Vasıf İbrahim (Kuruçeşme) dir. Hüdeyde Limanı’ndan Alman bandralı Baron Bek vapuruyla yurt için yola çıkarlar. Ne ki, Zülfiye evli olmadığı için İngiliz'lerce bırakılmaz, elinde bohçası çipil gözyaşlarıyla giden vapurun arkasından bakar da bakar, bu ablası Naciye'yi son görüşü olacaktır. Yıllar sonra Yemen ellerine gidip aradım teyzemi, izini buldum kendisini bulamadım. "Şap Denizi'ne gelende Naciye'nin sancısı tutar, askeri operatör Nedim Bey doğumu gerçekleştirir, doğan bir oğlan bebesidir, subaylar ona Nedim adını koyarlar, ne ki gemi kaptanı da geminin adını verir ve geminin emekçileri denizde doğduğu için Bahri adını uygun görürler ve çocuğun adı artık Nedim Bahri Baron Bektir!. . Bu çocuk ilerde ünlü bir besteci, orkestra şefi olacaktır, yani Nedim Otyam.
Vasıf İbrahim, eşinin oğlunu da yanına almıştır, adı Mehdi'dir. Sonradan başka çocukları olur, İzmir kurtarıldığında doğan çocuk, babasının mesleğini seçecek eczacı olacaktır, ama o iyi bir şair ve yazar olarak tanınacaktır ki adın Nusret Kemal Otyam. Sonra bir kız çocuğu Sevim. . .
Emekli olan eczacı binbaşı Vasıf İbrahim'e bir heyet gelir komşu Aksaray'dan, ikinci ordunun bulunduğu Konya'ya, derler, bizim bir eczanemiz var, gelin çalıştıkça ödersiniz borcunuzu ve anlaşırlar; eczacı Vasıf, İstanbul Kuruçeşme yerine kendini Aksaray Vilayetinde bulur Hususi Muhasebe'nin eczanesinin sahibi olarak ve 19 Aralık 1926'da bir çocukları daha olur, bunun da adı Fikret Vesim Otyam'dır, sonra bir kız çocuğu daha adı Neş'ecan. Bu kız ilerde yazar Erhan Bener'in eşi olacaktır.
Çocukluğum Aksaray'da geçti. Babam hepimizi altı yaşına gelince eczanede çalıştırırdı, işe ilaç şişe ya da kutularını yapıştırılacak etiketleri kesmekle başlayarak. Sonraları hepimizi birinci sınıf eczacı kalfasıydık. O zaman, şimdiki gibi fabrika ilacı pek azdı, çoğu eczanede imal edilen ilaçlardı. Aksaray'ın pazarı, Salı başlar, Çarşamba biterdi, köylüler akın akın gelirdi Aksaray'a. Halkımı o yaşlarda, en çok eczanede tanıdım. Akıl almaz bir fakirlik, parasızlık, yokluk, yokluk, yokluk. . Hele İkinci Dünya Savaşı yılları. Karasu bataklığından kaynaklanan sıtma, halkı kırıp geçiriyordu, hepimiz şiş göbekli birer sıtmalıydık. Gicimik denen yani uyuz hastalığı yüzbinleri kaşım kaşım kaşındırıyordu, tarahom da vardı
kimilerinde, bit mi, o ahval-i adiyedendi.
Dürüst olmak gerekliliğini babamdan öğrendim, insan sevgisini, insanlarla sıcak ilişki kurmayı, verici olmayı, nice güzellikleri.
Halkın o acılarını çocuk aklımla görüp yaşadıkça, birgün büyürsem bu insanlara işe yarayacak birisi olmayı düşlerdim. Bu bende adeta bir sevda olmuştu, gün gelecek Bedir türküsünde bu bir dize olarak karşıma çıkacaktır:
"Sevda bilmeyene hayal düş gelir"
O çocuk aklımla, günlükler tutmuşum, dört defter falan, şimdileri elimde. Köylülerle ilgili çok acı bölümler olan anılar. O zamanlar eve Vakit Gazetesi gelirdi, o zamanlarda da kupon vardı ve Vakit 30 kupona Rus Klasiklerinden kitaplar verir idi. Bunları okumakla başladım okumaya. En çok da Maksim Gorki'yi severdim, tutardım. Nusret ağabeyim İstanbul'da Eczacılık okuyordu, şairdi, şiirleri o zamanın en ilerici dergilerinde çıkar idi, o dergilerde kimler yoktu ki? Abidin Dino'yu o dergilerdeki desenlerinden tanıdım. Suat Derviş yakınımızmış, birgün Nusret ağabeyimin o dergide çıkan "Tutuşan Ağaç" adlı şiirinden başının polisle derde girdiğini öğrendik. Babam, Suat Derviş için, "Bolşeviğin teki" derdi. Neydi Bolşevik? Ne bileyim ben! Ağabeyime mektuplarda, "O bolşeviklerden uzak dur" diye yazardı, zira yazdığı mektupları postaya vermeden hepimize okurdu. O bizim eğitmenimizdi, ama şimdileri bakıyorum da gerçek bir demokrattı, halkçıydı, devrimciydi, cumhuriyetçiydi, laikti. Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı'ydı, Halkevi Başkanıydı ve Miralay İsmet'in Yemen'den silah arkadaşıydı. Arkadaşları Ankara'yı mesken tutmuşlardı. Halk Eczanesi bu büyük tek eczaneydi, ama babam hiçbir zaman zengin olmadı, öldüğünde eczacı Nusret'e bir yığın borç bırakmıştı.
Birgün Ankara'dan, önemli arkadaşlarından, yani su başında olan arkadaşlarından bir mektup gelmişti, yıl mı, yıl 1939. . . Atatürk göçmüştü, en büyük matem bizim evde de vardı. O'na sanırım anıt bir mezar yaptırılacaktı, yeri bulunmuştu, arkadaşları diyordu ki, Vasıf sende para vardır, oradan arsa alalım, ilerde çok para edecek, falan filan. Babamın onlara yazdığı mektuptan bir sözcük öğrendim. Babam cevaben diyordu ki:
"Ben spekülatör değilim, olmam da. "
Neydi babamın olmak istemediği? Bunu da zamanla öğrenecektim.
Sonraları Başbakan da olacak, zamanın Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Dr. Refik Sadam gelmişti Aksaray'a, babamın silah arkadaşlarından. Soyadımız Artur idi. Zira Nedim ağabeyim, nefesli ve telli sazlar çalabiliyordu, Halkevi Bandosu’nda trampet çalardı, Nusret ağabeyim keman çalardı, bu can da ağız mızıkası. Babam, Arapça ve Fransızca bilirdi, Almanca da çakardı. Ar, sanat, tur da tavafmış. Artur da sanat tavafı! Bir güzel uydurmuştu soyadını. Refik Saydam karşı çıkmıştı, sonunda Ankara'dan bize bir soyadı geldi, Otyam. Ottan ilaç çıkaran, insan, adam. Yıllar sonra, Nazım Hikmet ustanın ayrıldığı eşi Münevver Hanım, Macaristan'dan yazdığı mektuplarından birisinde, oradaki bilim adamlarıyla yaptığı araştırmada bunu T ile değil D ile yazıldığını aslının Otyam değil Odyam olduğunu açıklayacaktı. Babam Otyam'ı hemen kabullendi ve Artur da gitti. Zaten birisi, böyle bir Amerikan subayı olduğunu söylemiştir.
Birgün Panait İstrati'yi keşfettim! Babam da okumuştu ve teşhisini koydu, "Bu adam da Bolşevik!. " Nedense bu Bolşevik yazarları seviyordum. Onların kitaplarında hep ezilen, horlanan insanlar vardı, halk, halklar vardı, benim Aksaray köylüleri gibiydi onlarda ki insanlar da. Ağabeyim Nusret'in gönderdiği dergiler de onlara benzer öyküler şiirler vardı, resimler vardı.
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdim, ağabeyim Nusret'in bir ilgilenme mektubunu vermiştim, Bedri Rahmi Eyüboğlu'na, O ölene dek öğrencisi ve arkadaşı olmuştu ve O'nun atölyesinde, öykülerini büyük bir aşk ve sevgiyle okuduğum yazarlarla tanıştım, ilki Sabahattin Ali'ydi. Hocanın atölyesinde o zamanın en ünlü yazarlarıyla, ressamlarıyla, şairleriyle, film ve sahne sanatçılarıyla, gazetecileriyle tanıştım. Hocamın beni çok sevdiğinden midir nedir, gepegenç yaşta onlarla dost olmuştum, aynı çizgide. . .
Sevdiklerimden birisi Sait Faik. . . Şair Orhan Veli. Hocanın ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Irgat Balıkçı, Ferdi Tayfur, Adalet Cimcoz, Mehmet Ali Aybar, A. Kadir, Mehmet Ali Cimcoz aklıma ilk düşenler, haa tabii Hüsamettin Bozok, Yaşar Nabi Nayır. . . Plaklarından tanıdığım Aşık Veysel'i de ilk kez hocanın atölyesinden gördüm. Orası bir okuldu, aynı zamanda bir entel meyhanesi. O zamanlar yanık türküler, uzun havalar söylerdim, bir Adana'lı vardı, Kör Yaşar. Kör Yaşar'la bu çevrenin birer gülüydük. Evet, öykülerini büyük bir aşkla, tutkuyla okuduğum o güzel insanla tanıştırdı hocam, bu, Orhan Kemal'di. O oldu, ölenedek bir dostluk, arkadaşlık ki kitaplar yazılır ve yazmıştım öldüğünde, beşyüz bilmem kaç sayfa, "Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları"
O'ndan, çok ama çok şeyler öğrendim.
Ve onlardan çok şeyler öğrendim, ortak nokta, "İnsan Sevgisi".
Aksaray kaynaklı, yani köylülerle ilgili öykülerim dergilerde, akşam gazetelerinde yayınlanıyordu, Bedri Hoca, Cumhuriyet Yunus Nadi Hikaye Yarışması'na (1947) gönderdiğim "Saman Yüklü Kağnı" öykümü okutmuştu, zira bunu Sabahattin Ali'nin Kağnı öyküsüne eş olarak yazmıştım, bir ara Sabahattin Ali, altın çerçeveli tel gözlüğünü çıkarmış, gözünde biriken yaşları siliyordu ki sesim ağlamaklı oldu, durduğumu, soluklandığımı anımsıyorum, demek ki öyküm güzeldi ve bir usta dinlerken ağlıyordu, duygulanmıştı. Ve 1950 yılında gazeteciliğe başladım, ilk röportajım yayınlandı "Mapushane İçinde Üç Ağaç İncir", Üsküdar Cezaevi'nde birisiyle tanıştım, kimdi dersiniz, Aziz Nesin. . . Dostluğumuz, zaman zaman sert tartışmalı da geçse, ölümüne dek sevgi dolu, saygı dolu bir arkadaşlıkla sürdü.
Yazıda, röportaj türüne tutuldum, öyküyü 25-30 öykü yazmış olarak noktaladım, gazetecilikte röportaj türünün bir eriydim. Her türlü bir birikimim vardı, bunlar o dostlarımdan, insanlardan kaynaklanıyordu, ne yazacağım, niçin, kimler için yazacağımı biliyordum, el yordamıyla değil, bilinçli olarak bir bilme. Kaynağım ve "Kabem İnsan"dı. Ve bizim insanlarımız. Çıkış noktam buydu, uzun oldu ama, bu böyle.
Ülkemizde röportajlarıyla ünlenen değerli bir gazeteci-yazar olarak sayısız ünlüyle de söyleşileriniz oldu. Fakat siz özellikle işçisinden çiftçisine; çobanından-ırgatına, muhtarından-katibine Anadolu insanıyla konuştunuz hep. Bizlerle paylaşırmısınız, ilk yıllarınızdaki ve ilk anlarınızdaki ürpertiden, sizi canının içine alan sıcaklığıyla, Anadolu insanının kavranamaz anlaşılamaz görünen kimliğinden? 1950-1995, evet 45 yıllık bir yazın yaşamı. Yaş geliverdi 70'e. Yarı yaşımdan fazla bir yazın yaşamı. 1950 öncesini sayarsak elli yıl eder. Babam, Aksaray'daki Halk Eczanesi'ni şair ağabeyim Nusret Kemal'e bıraktı. Bir İstanbul çocuğu olarak ileri yaşlarında İstanbul'da Feneryolu Eczanesi'ni aldı, eczacılığını sürdürdü. Akademiye giderken yine eczanede çalışıyordum , ve gazetede, bir gece bizim, öteki gece Kızıltoprak Eczanesi nöbetçiydi, yani geceleri gün aşırı nöbet tutardım, çekirdekten yetişme usta bir eczacı kalfasıydım ya, babam gönül rahatlığıyla bırakıyordu eczaneyi ve nöbet geçelerini bilen, ezberleyen yazar çizer takımı Feneryolu eczanesindeydi! Orhan Veli, Sait Faik, Metin Eloğlu, heykeltraş Kuzgun Acar, en deli ve sevimli şair Halim Şefik. . . Doktorlar, Sait'e içkiyi yasaklamışlardı yine. Kış geceleri sobayı yakıp, O'na ıhlamur kaynatırdım, tarçın esanslı, kahrolurdu bizler, isportadan özel olarak imal ettiğim, tarcınlı, karanfilli, naneli likörlerimizi içerken. Ve akşam, Haydarpaşa'da trende karşımda oturan bir yolcunun elindeki gazetenin 96 puntolu manşeti şöyleydi:
"UNLU ŞAİR ORHAN VELİ OLDU":
96 puntoda ölenlerin ü'lerin noktaları olmaz, bunlara noktalar, mürettip tarafından yapılırdı, matrisde yapılırdı vurularak, aceleye gelmiş ki, mürettip bunları atlamıştı. Orhan'la bir gece önce Mösyö Lambo'nun meyhanesindeydik. Orhan, "Kâzımım Aslanım Yavrum" türküsünü pek severdi, kafaları bulunca avazlatırdı bana. Ertesi akşam buluşmak üzre ayrılmıştık, tren başıma yıkıldı.
Üç yıl Son Saat gazetesinde Adliye-Polis muhabirliği, burnuma kan kokutmuştu, Cihat Baban, sanat yazıları yazmak için girdiğim gazetede "sanatı manatı boşver, sen adliye-polis muhabirisin" demişti, o kadar! (1950)
Sonra Bedi Faik ve Falih Rıfkı Atay'ın yardımıyla Dünya gazetesine, yazı işleri müdür yardımcısı ve röportajcı olarak girmiştim (1953). Dünya Pazar ekinde, desenlerimle süslü, İstanbul'a ilişkin tek röportajlarım ilgi toplamıştı, bunlar öyküyle karışık röportajlardı. İlk kitabım (1957) Ha Bu Diyar'da örnekleri vardır. Balıkçılar, ayakkabı boyacıları, istasyon insanları, hammallar, kayıkçılar, emekçiler, ekmeklerini taştan çıkaranlar.
Bir Orta Anadolu çocuğuydum ve ülkemin güney ve doğusunu hiç bilmiyordum ve 1953 yılında Akademi Yüksek Resim Bölümü'nü bitirmiştim, Falih Rıfkı Bey, dinlenmemi istedi bir vapurla Hopa'ya kadar gidip gelmemi önerdi, masraflar gazeteden, aklım fikrim o dediğim yerlerleydi ve sonunda istediğim oldu kendimi, Sirkeci'de bir kamyonda buldum. Yaşar Kemal de Cumhuriyet'teydi o zamanlar dehşet röportajları yayınlanıyordu, Bedii Faik, beni doğuya göndereceklerini söylemiş ve Yaşar da Cumhuriyet adına yollara düşmüştü, inanın çok, ama çok korkmuştum, Yaşar her yönden üstündü, bir kere Cumhuriyet'te ünlüydü, doğuluydu, dillerini biliyordu. Fener'e koştum, Orhan Kemal'e. . . Korkma demişti, O başka sen başka. . . Yalan yazma, kim için, ne için, kime yazdığını çıkarma aklından. Bir istidacı anlatımıyla sade bir dille gördüklerini yaz, evet yalan yazma, uydurma.
Ve öyle, aynen Orhan ustanın dediklerini yaptım. Zamanla çıktı ortaya, Yaşar'dan üstünlüğüm fotoğraf da çekmemdi, Yaşar'da harika bir Laica kamera vardı ama, çekmesini becerememişti, O bana oyun etti, ben Ona oyun ettim Diyarbakır'da karşılaştığımızda, bunlar mesleğin cilveleriydi, meraklısına notlar diyeyim, fazla bilgi “Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları” kitabımdadır.
Fotoğraflı röportajlarım, Dünya Gazetesi'nde tam bir ay, tam sayfa olarak yayınlandı, beri yanda Cumhuriyet'te Yaşar Kemal'in. Yer yerinden oynadı bu yazılar karşısında ve benim fotoğraflarım da. . . Ülke yetmedi, dünya ilgilendi, yabancı ajanslar yazılarımızdan bölümleri dünyaya yaydılar ardı ardına. Doğru bir iş yapmıştık ve Doğu, bu röportajlarla yani bizim tuttuğumuz aynayla ayan beyan ortaya çıkmıştı. Ne ki Doğudan Gezi Notları'mla, ilgililer tarafından yani polis tarafından damgalanmıştım:
"Kürtçü-Komünist"
Babam da katıldı buna, gülerek "Demek sen de Bolşevik oldun!. . " Ama yine de benimle öğünüyordu, zaman zaman Falih Rıfkı Atay'ın yazısının bitişiğinde aynı punto ve karakter harflerler "Yazan: Fikret Otyam" yazıyordu ve babam içadından beri koyu bir CHP'liydi, İsmet İnönü'nün silah arkadaşıydı, O'nu Yemen çöllerinde çadırda yaptığı ilaçlarla iyi etmiş, iğnelerini vurmuş, ilacını bizzat eliyle içirmişti ve babama ilk kazığı 1950 de ilk oyumu DP'ye vererek atmıştım, "hayırlı olsun evladım" demişti, "ilk oyun millete ve sana hayırlı olsun" ama acıydı sesi ve Türkçe ezanın yerini Arapça ezan almıştı. Feneryolu eczanemize yakın camiden Arapça ezan okunuyordu, "bu ne be?" deyince, babam "sayende yavrum" demişti! Dünya'da yazmaya başlayınca ". . . Bir gün doğru yolu bulacağından eminim yavrum" demişti kıvançla ve beni bu yoldayken terkedip göçmüştü 1960 yılında, gözleri kapalı. . .
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu, oranın, ezilen, horlanan, sömürülen, yoksul, akıl almaz yoksul, gariban ama güzel, has insanlarını 1953 yılından bu yana hiç boşlamadım, onların karınca kararınca gözleri, dilleri, savunucusu olmaya çalıştım, kendimi buralarla bütünleştirdim ve buralarda şimdileri torun sahibi olan Fikret Adlı kimseler varsa, doğduklarında yada daha doğmadan adları Fikret olarak konulanlardır, bu sevgidir, bu bizim insanımızın hala yitirmediği, çoğunun yitirmediği "vefa"sıdır.
Çok zengin ve renkli olmasına karşın yüzyılların baskısıyla örtünmüş bir inanç ve kültür olan Anadolu Aleviliği ve Alevileriyle ilgili çalışmalarınız oldu. Sayısız geziniz söyleşiniz ve yine dizi yazılarınız, kitaplarınız. Yukardaki söylediklerimiz gibi olsalar da, dedesiyle dervişiyle, seksenlik ninesinden çocuğuna kadar, diğerlerinden biraz da olsun farklı geldiler mi Aleviler size. . . Biraz daha fazla hüzün, biraz daha fazla gariplik, biraz daha fazla gizlilik var mıydı yaşamlarında, gördüğünüz konuştuğunuz Aleviler de? Ya da Anadolu Alevisi’ni diğer insanlardan ayıran özellikler neydi sizce; bir gazeteci, bir gözlemci olarak? İlkbahar yaz, sonbahar kış demeden kimi zaman yılda beş on kez gittiğim o topraklarda bizim Aksaray'ın "Kızılbaşları"ndan görüyordum, köyleri tertemiz, hepsi sevecen, hepsi anlatılmaz bir konuksever, yoksulluğun rağmına gülecen hoş insanlar. Bunları taa çocukluğumda eczanemizde etiket keser iken tanıyordum, Hasandağı köylerinden inerlerdi pazara, makas değmemiş bıyıklarıyla, kimi tül gibi ak sakallarıyla, yüzleri açık kadınlarıyla, tertemiz cingillerde, tertemiz ak örtülerle tereyağ, peynir satar iken. . . Ama eşraftan bir amca bir çarşamba beni uyarmıştı onlardan yağ alır iken. . . Engellemişti kolumdan çekip, çünkü bunların kestiği yenmezmiş, yağları peynirleri yenmezmiş, mekruhmuş o ne demekse, bunlar "Kızılbaş taifesi"ndenmiş o ne demekse. Aklımda bir kalan da şuydu, bunları bu Kızılbaş taifelerini adliyede hiç ama hiç görmezdik.
Gezilerimde, bilerek istiyerek bunların köylerine düşüyordum kimden neden saklayayım? Bizim Sünni köylerinde ise daha adımımı atar atmaz yargılanmaktan usanmıştım! Ardı kesilmeyen sorunlardan; kimsin, necisin, neden geldin gibilerin. . . Usanmıştım, tabii hepsinde değil, ama çoğunlukla bunlar hep geliyordu başıma. Ama bu Kızılbaş taifesinin köylerinde onların konuk ettikleri evlerinde kendimi kendi evimden daha rahat hissediyordum, şeytan tüyü mü ne varsa, onlar da seviyorlardı beni kısa bir sohbetten sonra, huylarını, örf ve adetlerini giderek öğreniyordum, onlarla ilgili ne bulursam, yutarcasına okuyordum, Aleviliği Bektaşiliği giderek öğreniyor, gizemlerini çözmeye çalışıyordum geçen zaman içinde. En çokta sakalları göbeklerine gelen yaşlılarla sohbetlere doyamıyordum, onlar da Ankara'ya evime geliyorlardı. Zaten bir halk türküsü sevdalısıydım, onların müziklerine de doyamıyordum ve ses alma aracımı, tıpkı fotoğraf makinam gibi yanımdan hiç ayırmıyordum bu gezilerimde, onlarsız yapamazdım zaten, kendimi çıplak hissederdim ve 1962 yılında Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu’nda çalışmaya başlayınca, artık bu konuya eğilmek zamanı çoktan gelmişti, oralarda sezinlediğim ayrıcılığı ve bu insanlar hakkında edilen sözleri yani aslı astarı olmayan sözleri, bunların geçersizliğini yazmak sırası gelmişti, uzun uğraşlardan sonra bu konuda geniş bir yazı dizisi, röportaj iznini koparmıştım gazeteden ve Allahını seven tutmasın kutular dolusu band, kutular dolusu fotoğraf filmi yarım bavul dolusu konuyla ilgili kitaplarla düşmüştüm yollara, haritamda çoktan işaretlenmişti nerelere gideceğim, kimlerle konuşacağım, dedeler, dede babalar, aşıklar, derlemek istediğim semahlar, deyişler, türküler ve mersiyeler ve bir ay sonra kendimce bir hazineyle dönmüştüm Ankara'ya, yazının başlığı "HÜ DOST" idi. Umduğumdan fazla ilgi gördü, hem Alevi hem Sünni kesimden. Kızanlar da olmuştu, ne gereği var şimdi bunun, eski ateşin küllerini eşelemek vatan bölücülüğüdür gibilerine! Ve zamanın İstanbul Sıkıyönetimi yazılarımı durdurmuştu, ama mahkemeye vermeden, keyfi yani; Gerekçeleri, ben bir bölücüydüm, üstelik hem kürtçü hem komünist!
Bu haksız, bu yersiz davranış ve tutuma dört ay kadar tahammül ettim sonra herşeyi göze alarak zamanın sıkıyönetim Komutanına yenilmez yutulmaz bir üslupla yazdığım mektup sonucu yayına izin verilmişti. Yaptığım kahramanlık falan değildi, yapılan bir haksızlık bu haksızlığın yersiz olduğunu bazı örneklerle anlatmıştım, tabii yine yalansız, yine dolansız. . . İzin çıkmıştı sıkıyönetimcilerden amma, Ankara radyosu duyuruları içinde Alevi sözcüğü geçtiği için yayınlamak istemedi, duyurular, Alevi-Bektaşi sözcükleri olmadan kabullenildi!
Her kesimden gelen mektuplar, bu konuya el atmakta ne denli haklı olduğumu ortaya koymuştu, dosyalar dolusu mektup bunların tanığıdır ve benim en güzel anılarım arasındadır, belgeleridir.
Aksaray'dan, o çocuk aklımda kalandı, "Bunlar Horasan'dan gelmişlerdir" sözcükleri. Acep Horasan da nere ola ki?
Ve alınca kutu kutu ses bandını, kutu kutu fotoğraf filmini, 8 mm film kameramı üstelik yarısı renkli, artık renkli film de yaygınlaşıyordu ve ver elini Horasan elleri. . . Türkistan toprakları. . . Necef, Kerbela. . . Irak çöllerinde deli danalar gibi dolaşmak, görmek, duymak, buraları, oradakileri gönülden yaşamak. . . İmam Rıza mekanında olanları unutmak mümkün mü, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hüseyin mekanlarında gördüklerimi, duygularımı ve bunlar röportajlara ve kitaplara döküldü zamanla. Tarih yaşanmıştır ve tarihe gömülmüştür, acılar acılar, acılar. . . Ama daha çok yaşadığımız zaman ağır basıyordu bu konularda, yani devam eden acılar, horlamalar ve kendi içlerinden çıkan kimi kişilerin bu canları sömürmeleri, buna da isyan etmemek elde olmuyordu sanki öteki sömürüler, baskılar, horlamalar yetmezmiş gibi. Bunların da üzerlerine "sevgi kılıcıyla gitmek" kaçınılmazdı bu can için, gittim, gördükçe hala gidiyorum bir "Seven" olarak neyleyim?
Anadolu'nun sayısız köyünü gezmiş bir gazeteci olarak, Türkiye'deki temel problemlerden birisi olarak görülen "Alevi-Sünni zıtlaşmasını" da gözlemlediniz sanırım. Fakat biz sizden dinlesek, gerçekten de Türkiye'de Aleviler ve Sünnilerin birbirine bakışlarındaki ayrım noktaları neler. Gerçekten önemli ölçüde bir farklı algılayıştan sözedebilir miyiz? Özellikle Sünni kökenli insanlarımızda Alevilere karşı bazı ön-yargıların varlığına tanık oluyoruz. Ne gibi ön-yargılar var Alevilere karşı, siz bir gözlemci olarak neler gördünüz?
Anadolu Aleviliği'nde sözel kültürün yoğun potansiyelini görüyoruz. Söylence edebiyatı gelişmiş Alevilik’te. Alevi köylerindeki söyleşilerinizde insanların en fazla ağırlık verdikleri, üzerinde durdukları sözlü kültür ürünleri nelerdi. Anadolu Alevisi yaşamı, dünyayı nasıl algılıyor ve bunu nasıl yansıtıyor? Tek kelimeyle SEVGİ, HOŞGÖRÜ. . . Konuk, yani mihman Hazreti Ali'nin ta kendisidir. Böylesine bir görüş, böylesine bir gerçek hangi inançta hangi kitapta vardır. Gerçek Kabe insandır. . . İnsana verilen değer Tanrı'ya verilen değerin ta kendisidir. Tereciye tere satmaya hiç gerek yok. . . Alevi ve Bektaşi ozanları hep bu sevgileri işlemişlerdir. Yüzbinlerce örneği kitaplardadır, dillerdedir, gönüllerdedir. Evet Anadolumuzun Alevisi, yaşamı, dünyayı can gözüyle, sevgiyle, hoşgörüyle görüyor, kucaklıyor.
Birileri eski kafakağıdıma, Dini: İslam. Mezhebi: Hanefi yazdıysa bana ne, bana mı sordular da yazdılar böyle? Bu, evet bu damga bu sevgiyi, bu hoşgörüyü, bu insancıllığı sevmeme, sahiplenmeme engel olabilir mi, elbette hayır. Kimi dostlarım söyleşilerde aynı şeylerin varlığını eski kafa kağıdımda yazılı olanda da olduğunu ispatlamaya çalışırlar hep. . . Evet, dostum, evet arkadaşım, kim ne derse desin bir güzel insan İsmet Paşa'nın o unutulmaz sözcüğüyle yanıtlarım:
"Hadi canım sen de!. "
Kavgaya gerek yok, bilmem ne yarışına neden yok, isteyen istediği inanca, görüşe, baskısız korkusuz sahip olmalıdır, bunu dilediği gibi sürdürmelidir.
Yanlış getirirler, bilgisizlik, şartlanmak, inatlaşmak, sevisizlik, katılık, baskı evet baskı, insanların öğretilen anlatılan dışında düşünmemek, düşünmelerini istememek baskısı yani önyargıların değişmesini istememek günümüzde de hala geçerlidir; kimi çıkarlar uğruna bu geçerliliği en katı biçimde sürdürmek, işte Alevi-Sünni sorununun temel nedenidir naçiz aklımla. Kaldırın bunları bakın ortalık nasıl da ışılayacak, insanlar birbirlerini nasıl sevgiyle kucaklayacaklar, bir görün, bir deneyin bakalım. Peygamberimiz Muhammet Mustafa, kitabımız Kur'an. . . Buraya kadar eyvallah, gerçeğe Hü. . . Ya bundan sonrakiler? O Peygamber ki, damadı Hz. Ali'dir, O Peygamber ki torunları Hz. Hasan'dır, Hüseyin'dir, peki bunlara yapılanların adını nasıl koyacağız ve günümüze kadar yapılanları neyleyeceğiz? Okumak. . . Evet illa ki okumak, taraflar okumadıkça bunlar ne acıdır sürüp gidecektir, düşünce özgürsüzlüğü de yok edilmedikçe sürüp gidecektir, gel de bir Azeri deyişini mırıldan ma: "Ey insanlar sulhe gelin, yoksa dünya mahfola!"
Almanya'ya seyahatleriniz oldu. Yurtdışındaki insanlarımızın yaşadığı problemleri de yerinde gördünüz. Aynen Anadolu'da olduğu gibi yazılarınızdan da okuduğumuz gibi sizleri bağırlarına basan bu Anadolu insanlarının temel sorunları nelerdi. Yurtdışı izlenimlerinizi bizlerle paylaşır mısınız? Gurbetteki insanlarımız Çin'den, Maçin'den gitmediler oralara, ülkemizden Türkiye'mizden gittiler; gelenekleriyle, görenekleriyle, acılarıyla bulguruyla, kırmızı biberiyle, kuru fasülyesiyle, kılığıyla, kıyafetiyle, oyunuyla, türküsüyle, takunyasıyla, tesbihiyle, namaz seccadesiyle, takkesiyle yani ülkesinin verdiğiyle. Ülkesinin veremediyse çalışma, ekmek parası!. . Orada da kendilerine bir ülke yarattılar herşeyiyle. . . Kimilerinin can gözleri açıldı, dünyanın, yani Hanyanın yani Konyanın bellettikleri gibi olmadığını gördüler, bunlar kazançlılar, göremeyenlerse o sürünün koyunları desem acı mı kaçar? "Koyduğum yerde otluyor" deyimine yurt dışında sık sık tanık olmam acılarımın acısıdır. Çaresizlikleri onları daha bağnaz, kılmış, ortodoks sünniliği katmerlenmiş, hacılar, hocalar, şıhlar, tarikat bolluğu ve onlara kul olmalar, maddi ve manevi akıl almaz bir sömürü insanlarımızı daha zavallı etmiş, bilimin, çağın gözle görülür, elle tutulur örneklerinin gerçeklerinin rağmına bunların ipine daha kuvvetli yapışmışlar! Binmişler bir alamete bu kafayla gidiyorlar kıyamete!
Bölünme, o kahrolası ikilik orada da almış yürümüş. Yürümüş değil aslında demek istediğim bilinçli olarak yürütülme!. . . Onlar ki, "Gelin Canlar Bir Olalım"ı, Gelin Canlar Bir OLMAYALIM olarak algılıyorlar sanki!. Ne ki az bunlar, ama sinek küçüktür diye mide bulanmaz mı?
Geçenlerde MED TV'de al cübbeli al başlıklı bir dede höykürüyordu: "Ben Hazreti Ali'ye bile çıkarım!"
Eh, erenlerin sağı solu olmaz derler, bunu söyleyen için hay dilini eşek arısı soksun demek insafsızlık olur, insanlık dışı bir dilektir, o dilini bülbüller yesin desek olur mu acep? Papa'nın kasıntısı yok görüyoruz TV'lerde, ama bu dede hazretleri Papa'dan milyon kere kasıntılı, göbeği çıkar dolu, sadece acıdım böyle güzel bir cemaatta hala böyle çatal dillilerin olmasına. . Bu fakire de Almanya'da bazı mektuplar yazıp yandaşlık dilemişti, verdiğim kibar yanıtta ne denli haklı olduğumu bir kez daha anladım. Evet, bu gibilerin bu kafalarının enseleri daha çok tokat yer her kesimden, kahrolası çıkar, çıkarlar!
Yezid'leri dışarda aramayın, Yezid'ler sizin içinizde kırmızı cübbeleri, çağdışı kafalarıyla, tutum ve davranışlarıyla. Nedenini konuştukça sezinledim ki Alevi Birlikleri Federasyonu'yla derdi, dışlanmış!
Ülkemin laik, demoratik, devrimci geleceğini insan sevgisinde, hoşgörüde canların birliğinde, dirliğinde görüyorum, bunun için canların birliğine çomak sokanları yürekten dışlıyorum, bu gibiler yani ikilikçiler Muaviye'nin ettiğinden beter etmektedirler; bunlar ne ülkelerini severler, ne Hazreti Ali'yi ne evlatlarını ne laikliği ne demokrasiyi, bir can sevgisiz, hoşgörüsüz olursa sormazlar mı adama sen ne biçim cansın sen ne biçim Ali evladısın? Yazıklanmak yeterm'ola?
Son cümle: "Canlar bir olun"
Söyleşi: 1995