Öykünün Büyüsü
Ayhan Aydın
Oktay Akbal ülkemizin yüz akı öykücülerinin başında yer alıyor. Niye yüz akı diyorum? Onun öyküleri, kitapları, denemeleri, tüm yazıları bizi aydınlık bir dünyaya götürüyor. İnsan sıcaklığı, duygu yoğunluğu o kadar fazla ki onun eserlerinde o öyküleriyle, yazılarıyla bir şiir atmosferinde yolculuk yaptırıyor bize. Bu büyük öykücümüzle yazı yoluyla yaptığım söyleşi çalışmasını sizlerle paylaşmak beni mutlu kılacak.
Sevgili Akbal öykü ve romanlarınıza, denemelerinize baktığımızda şiirsel bir anlatış, lirik bir temayla karşılaşıyoruz. Toplumsal sorunları anlatırken bile aynı sıcaklıkla kavrıyor kelimeleriniz, cümleleriniz bizleri.
Bu insan sıcaklığını yakalamış değerli yazarımız bize kendisini nasıl anlatır? Çocukluk günlerinden bugüne hayatı hakkında neler söyler?
Bir yazarın gerçek yaşamı yazılarındadır. Yapıtlarımıza bakarak yaşamımızın nasıl geçtiğini, geçmiş olabileceğini çıkarırlar. Ben bir İstanbul insanıyım. Şehzadebaşı’nda doğup büyüdüm. Gençliğim Fatih’te, biraz da Erenköy’de geçti. Çocukluk günlerimde mutlu anlarım da oldu, ama acılı günlerim, yıllarım da. “İnsan Sıcaklığı” adını verdiğiniz şey kişinin kendine, çevresine, dünyaya, yaşama bakışıdır. Umutlu, iyi niyetli olmasıdır. Yazdıklarında da bunu yansıtması kaçınılmazdır elbet.
Roman ve öykülerinizde genel toplumsal sorunlar yanında özellikle insanların ruhsal derinliklerine giren gizemli yaşamlarını, hüzünlerini, hayallerini işliyorsunuz. Siz bir edebiyatçı olarak da çok kuvvetli bir gözlemcisiniz. İnsanları ve yaşamı sürekli izliyorsunuz?
Her gerçek yazar önce iyi bir gözlemcidir. Dış dünyaya da iç dünyaya da gerçek bir gözlemci olarak bakar. Ben bireyin toplumun bir parçası olduğunu –herkes gibi- düşünürüm. Yazar da bireyi içinde yaşadığı çevrenin dışında, toplumun dışında bir varlık sayamaz. İstese de sayamaz. Öykü yazarı da gazetelerde köşe yazıları yazan ama yazdıklarının kalıcı olmasını, yalnız şimdiye değil geleceğe de seslenmesini isteyen insanoğlunu ve onun yaşamını sürekli izleyen biridir.
Şimdiye kadar yayınlanan binlerce yazınızda, kitaplarınızda hep insanın özünü yakalamış, sıcak insan duyarlılığında insanın, Türkiye’nin toplumsal sanat ve edebiyat dünyasının sorunlarını, güzelliklerini, çilelerini, çelişkilerini işlediniz, anlattınız. İnsana ilişkin sorunların giderilmesinde yazının, sanat ve kültürün önemi yadsınamaz. Fakat Türkiye’de XX. Y.Y.’da bile bu gerçek hâlâ anlaşılamıyor.
Peki bu gerçek hâlâ sizce niçin anlaşılamıyor Sevgili Akbal?
Bir toplumu değerlendiren, ona çağdaş dünyada önemli bir yer, bir anlam kazandıran tek güç, sanattır, edebiyattır. İnsanı gerçek bir insan kılan... Bir eğitim işidir her şeyden önce. Ama ülkemizde sanata, edebiyata önem verilmeyen, günden güne de bu alanda gerilere düşen bir durumdayız. Sorun politikacılarımıza ne zaman gerçek bir sanat yapıtıyla, bir kitapla, bir şiirle dostluk kurabilmişler? Alacağınız yanıt çoğunlukla olumsuzdur.
Siz aynı zamanda ülkemizde demokrasinin, laikliğin yerleşmesi için çaba harcayan değerlerimizden birisiniz. Demokrasi ve laiklik olmadan ülkenin ilerleyemeyeceğini savunuyorsunuz. Demokrasi hem insana hem devlete gerekli. Herhalde sanat ve edebiyatın da gelişip serpilmesi hür ortamlarda olabilir?
Demokrasi, laikliğin baş koşuludur. Laiklik de demokrasinin... Ayrılmaz parçalardır bunlar. Laik olmayan toplumlara bakın, hiç birinde demokratik bir uygulama yok. Dikte rejimleri şeriatçı kafaların yönettiği ülkeler, uygarlık alanında gerilere düşmüşlerdir. Bugün bağnazca din duyguları, koşullarıyla yönetilen hiçbir ülkede demokrasi yoktur. Uygarca bir yaşam da...
Sizin bir çok değerli dünya yazarından çeviri eserleriniz oldu. Sevgili Akbal çeviri yapmak, başka dilden bir eseri dilimize kazandırmak nasıl bir duygu. Bunun zorlukları neler?
Gençliğimde pek çok kitap çevirdim. Camus’dan, Sartre’a, Kessel’den, Seminon’a daha başkalarına. Çeviri yapan kişi her şeyden önce kendi dilini en ince ayrıntılarına kadar bilmelidir. Bir Latin atasözü “Çevirici bir haindir” der. Özellikle şiir çevirileri apayrı bir nitelik ister, çevirenin şair olmasını.
Uzun yaşamınız içinden şair ve yazarlarımızla yakın dostluklarınız oldu. Bu dostlarınız aynı zamanda edebiyatımızın da büyük isimleriydi. Bize bu yakın dostluklarınızın anılarından bahseder misiniz? Edebiyat dünyamızda sizce neler değişti. Siz bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Edebiyat dünyasına çok genç yaşta katıldım. Bu yüzden de son yarım yüz yılın içinde pek çok yazar, şair dostum oldu. Bir çoğunun yakın arkadaşı oldum. Bu konuda yazdığım kitaplardan “Şair Dostlarım”, “Anı Değil Yaşam” ve “Şairlere Ölüm Yok” da bu tür anılarımı anlattım.
Yarınlar Hesap Sorar isimli eserinizde Ali Sirmen’den bir alıntıya yer veriyorsunuz. “Bir avuç gökyüzü hapistekiler için özgürlüğün simgesi.” Ama özgürlük yasaktır yazarımıza, çizerimize, o doğduğu andan beri büyük bir gaz altındadır. Çetin Altan’ın ilk romanında belirttiği gibi; “Bir avuç gökyüzü çok görülür ülkemizin aydınına, insanına. Yok bir avuç gökyüzü büyük göz altı var. Özlemeyin bir avuç gök yüzünü, büyük göz altına alışmaya bakın”, (s. 203)
Siz zorbalık baskı ve zulüm karşısında da, tüm engellemeler karşısında da yine bıkmadan usanmadan insandan, doğrudan yana mücadele verilmesini savunuyorsunuz. Aydınlar, yazarlar böyle yapmasa “Yarınlar Hesap Sorar” diyorsunuz.
Yazar olmak gerçekleri bütün acılığı ile de olsa sergilemektir. Yazar yalnız içinde yaşadığı dönemden değil gelecek yıllardan da sorumludur. Edebiyatın işi okurlara hoşça vakit geçirtmek değil, onları aydınlatmak, yaşama bağlamak, birbirimizi sevmeyi öğretmektir. Yarınlar elbet hesap soracaktır. Yarınki kuşaklar “adam güzel şeyler yazmış, ama toplumdaki gerçekleri ya görmemiş ya da gözlerden saklamış” demesinler. Bakın Tevfik Fikret gibi Nazım Hikmet gibi şairler yıllar sonra etkinliklerini sürdürüyorlarsa, daha da sürdüreceklerse içinde yaşadıkları toplumun gerçeklerini en güzel biçimde dile getirmelerindendir.
Yüzyıllık Umutsuzluk, isimli kitabınızı bana imzalarken “Umut hep yaşamalı” diyorsunuz. Peki umutlar hiç tükenmeden hep canlı nasıl yaşatılabilir?
Ben her zaman, en umutsuz görünen günlerde bile umuttan yanayım. Umut olmazsa yaşam sona erer, bir anlamı kalmaz. Ama umutları gerçeğe çevirmek çabası da unutulmamalı. Durup dururken umutlar kendiliğinden gerçekleşemez.
Bir kitabınızda yine “Yüzyıl yanar köz düşer yüz yıl yanar Senin de oğlun ölse Yüreğin yüz yıl yanar” diye bir Doğu ağıtından bahsediyorsunuz. Günümüzde insanların birbirine düşürüldüğüne, yüreklerin yanmaya devam ettiğine tanık oluyoruz. Baskı ve işkencenin yanında yaratılan bir Kürt/Türk, Alevî/Sünni zıtlaşması var.
Bu zıtlaşmalar sorunları daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramıyor, her halde?
Türkiye daha doğrusu Anadolu bir mozaiktir. Çok çeşitli etnik gruplar yaşar. Bir yabancı bilgin bunların sayısını ellilere kadar çıkardı. Nice kavimler gelmiş geçmiş bu topraklarda yerleşmiş. Nice birikimler üst üste yığılmış. Demokrasi bütün bu zenginliği çeşitliliği bir odakta toplamaktır. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demişti. “Ne mutlu Türk olana” dememişti. Bu sözün taşıdığı değeri bilmek gerek.
Sevgili Akbal sizce Anadolu Halk Kültürü ürünlerinin çağdaş Türk Edebiyatına ne gibi etkileri olmuştur.
Halk edebiyatımız bir kaynaktır. Türk halkının niteliklerini sergileyen, bizlerin de yararlanması gereken bir kaynak.
Söyleşi; Ayhan Aydın, DAMAR DERGİSİ, SAYI, 63, HAZİRAN 1996,
OKTAY AKBAL’LA SÖYLEŞİ, SAYFA 2-3.