AVRUPA’DA ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA 100 GÜN (2013/2014) 9. YAZI
Ayhan Aydın
AVUSTURYA VE ALMANYA GEZİSİ (20 EKİM – 1 ARALIK 2014)
GİZLENİR
Ne âlemlerdesin gül yüzlü canım
Özlemimde karlı dağlar gizlenir
Diri dolansa da hasta bir yanım
Durgun göller bile çağlar gizlenir
Hiç insafın yok mu akan yaşıma
Zehir zıkkım girdi ekmek aşıma
Yeşillik kokusu vurur başıma
Hazana dönünce bağlar gizlenir
Bu hasretlik saldı kedere gama
Ne içten sarılır ne tutar yama
Âlemin içinde eğilmem amma
Ezeli tenhada ağlar gizlenir
Ezeli Doğanay
20 Ekimde Baba Mansur Derneği’ni temsilen; Avusturya Viyana’ya, muharrem etkinlikleri çerçevesinde, Süleyman Metin Dede ve Ataner Yıldırım’la birlikte vardık. Bu gezinin oldukça zorlu bir gezi olacağı ilk günden anlaşılmıştı. Viyana oldukça soğuktu. Daha önce temas ettiğimiz kimi canların bizlere ilgisizliği moralimizi epey bozdu. Kazım Balaban’ın, gerekirse size bir misafirhane ayarlayalım, sözü ise bizi epey endişelendirdi; bizim misafirhaneye de, otele de verecek paramız yoktu. Geçen sene sağlam dostluk köprüsü kurduğum can insanlar Ali ve eşi Meryem Temeller Anadolu’nun burada yaşadığını, insanlığın ölmediğini bizleri 9 gün boyunca misafir ederek göstermiş oldular. Bizi açıkta koymadılar. Onlara şükranlarım vardır. Ama bu misafirlik biraz uzun sürdü, olanaklar çok zorluydu, Avrupa’da insanlar geniş evlerde oturmuyorlar, oturamıyorlar; buna imkânları elvermiyordu.
Bizi misafir edenlerin yüreklerindeki sevgi ateşinin yandığını görmek çok iyiydi ama seyahatin zorlukları epey görülüyordu. Süleyman Metin Dede, daha önceden planladığı bir başka etkinlik ve barınma problemi nedeniyle bizden erken ayrılıp Stuttgart’a gitti. Hava gerçekten de olağanüstü soğuktu. Kış erken gelmişti Viyana’ya… Ataner Yıldırım’ın bel ağrıları iyice arttı. Bir keresinde yürüyemez oldu. Ertürk Maral’la birlikte buluşacağımız halde, oturamadığı için bir saat boyunca dışarıda yürüdü. Sızısı dinmek bilmiyordu. Neyse ki yanında taşıdığı iğnesini, hafta sonu olsa da, kimse buralarda iğne vurmaya yanaşmasa da, yine geçen sene tanışmaktan büyük sevinç duyduğum ve uzun yıllar inanç kimliğiyle yola hizmet etmiş İmam Uzunkaya’nın oğlu, okumuş bir entelektüel Doktor Ecevit Uzunkaya’nın doktorluğu aklıma geldi de, onu yanımıza çağırıp, onun evine giderek iğneyi vurdurup biraz kendisine gelmesini sağladık sevgili Ataner Yıldırım’ın. Ama ne yazık ki, iki üç gün evden çıkamaz olmuştu Yıldırım. Çok istediği halde Atatürkçü Düşünce Derneği’ne bile giremedi ilkin bir saat kadar dışarıda yürüyüş yaptı. Viyana’dan sonra bir Berlin’e gitmek istedik ama oradan da çok olumlu bir sonuç alamadık, bir Stuttgart’a gidip Süleyman Metin Dede’yle birlikte geziyi sürdürmek istedik, olmadı. Bir de üstelik tren ve uçak paraları epey maliyetliydi.
Ayrıca sanki gizli bir el de bizim seyahatimizi engellemeye, çalışmalarımızı sabote etmeye çalışıyordu.
Bu engeller, Sayın Ataner Yıldırım’ın dinmeyen ağrıları, barınma endişesi, yerlerimize ulaşıp-ulaşamama düşüncesi, bizleri epey gerdi.
Nihayetinde birlikte yola çıksak da, bazı ortak program planlarımız olsa da, bu yolculuğun böyle devam edemeyeceğini gördüğüm için Ataner Yıldırım’la Mannheim’de ayrılmak zorunda kaldım. Zaten başka çarem de yoktu. Fakat bu olumsuzların olabileceğini kendisine daha önceden söylediğimiz ve kendisi de bunları yaşayan Ataner Yıldırım yazarlığına, kişisel gelişim uzmanlığına yakışmayan bir üslupla kendisini yarı yolda bıraktığımı vs. söyleyip, erken dönünce bunu herkese yaymış, dedikodumu yapmış. Yazsam uzun yazar can yakarım. Buna lüzum yok. Allah akıl fikir versin, diyorum ve bir daha bir kişiyle birlikte yolculuğa çıkarsam deyip, en ağır küfürleri kendime yöneltiyorum.
Ey sevgili okur;
Bin dört yüzyıldır yemediği darbe kalmayan bu toplumun, inanç ve kültür değerlerinin nasıl dejenere edildiğini, nasıl yozlaştırıldığını, kimi çok kurnaz dernek başkanı, kurum temsilcisi, yazar, çizer, dede, ozan adı altında birilerinin; bu gül yüzlü toplumu nasıl yozlaştırdıklarını, asimile ettiklerini, sömürdüklerini, birbirine düşürdüklerini bir kez daha ama bu sefer daha ayrıntılarıyla öyle üzülerek izleyip gördüm ki gezi boyunca, bunları yazmazsam aynı şeylere ortak olmuş olacağımı anladım. Neyse o detaylara gireceğim daha. Ama gerçekten de Viyana bir kültür ve sanat şehri. Kimi binaları izlemek bile insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Ben bir kültür ve sanat insanıyım. Her ortamda, gittiğim her yerde o yörenin kültürel, sanatsal yapısını incelerim. Viyana gibi bir şehre gelip bin bir zorlukla da olsa, burada zaman geçirirken müzeleri ziyaret etmemek ne demek! Yüzyıllar öncesinden bize emanet bırakılan o sanat eserleri, o heykeller, o resimler başka nerede bulunur? Ya hayvanat bahçesi; Türkiye’dekilere mi benzer buradaki. Dolayısıyla sonbaharın tüm alacalığı içinde, ağaçların yapraklarının büyüsü içinde, çoğu zaman da kendim gezmeyi yeğledim müzeleri, sokakları. Zaten beni sokaklar ve müzeler, resimler, şiirler, heykeller doyurur. Öyle de yapmaya çalıştım. Beni sokaklar çağırıyor…
Tekrar tekrar söylemek zorundayım; bu gezide bize ev sahipliği yapan Meryem – Ali Temel dostlarıma içten teşekkürlerimi bir kez daha borç biliyorum.
Viyana’da birbirinden değerli insanlar var. Onların konuğu olmak bizleri mutlu etti. Görüşüp, sohbet ettiğim, söyleştiğim bazı isimler; Miktat Güler Dede’yle, Ertürk Meral’la, Kazım Balaban’la, Kazım Gülfırat’la, Filiz Ulucan’la, Ecevit Uzunkaya’yla, Kadim Ülker’le, Çağdaş Aslan’la, Hasan Ayık’la, Gül Peri ve diğerleri… Hepsini sevgi ve muhabbetle selamlıyorum.
Bu dokuz gün boyunca her türlü olumsuz şarta rağmen, günlerimi verimli geçirmek için epey çaba sarf ettim. Müzeleri gezmek, sokakları gezmek, insanlarla sohbet etmek, söyleşmek benim en sevdiğim şey ve işimdi.
Viyana Hayvanat Bahçesi görülmeye değer çok düzenli ve büyük bir yer. Onun da bulunduğu saray ve heykellere dolu bahçesi, çok soğuk bir günde gezmemize rağmen yine doyamadığım bir alandı.
Kent merkezindeki tarih ve kültür – sanat müzeleri içinde barındırdıkları binlerce eserle gözlerimi kamaştırdı. Burada gerçek anlamıyla nefes aldım, verdim.
Avusturya’nın dolayısıyla Avrupa’nın resim, heykel, kitap ve tüm diğer objelere ne kadar değer verdiğini, sadece kendi ürettiklerine değil, tüm dünyadaki kültür ürünlerine hayatları pahasına önem verdiklerini, koruduklarını, sergilediklerini çok daha iyi gözlemledim. Buralarda Mısır’dan, Eski Yunan’dan, Ortadoğu’dan, Roma’dan besledikleri ve her baktıkça tarihin derin izlerini gördüğümüz, görebileceğimiz en büyük insanlık hazineleri saklı.
Ayrıca dondurulmuş bir şekilde yaşayan ve yaşamış her türlü canlıyı da sergileme meraklarına hayran kaldım. Büyü, mucize, başka dünyalar diyorlar…
İşte müzeler sizlere bunların kapısını açıyor. Ve gençlerle, çocukların bu müze sevgisi veya buraları gezmenin bir kültür sanat uğraşısı olduğunun aşılanması…
Beşikten mezara kadar okumak lazım gerekir, diyen Doğulular, daha doğrusu biz Türkleriz. Evet, ama bunu uygulayan Batılılar…
Evet, Türkiye bir açık hava müzesi. Dünyanın en güzel memleketi. Ama bu yetmiyor. Avrupa’da çok çok güzel ama oralardaki müzelere bakınca bizim durumumuza üzülüyorum elbette. Bu konuda emek verenleri saygıyla anıyorum ama bunlar çok yetersiz çabalar olarak kalmış. Bakıyorum şimdi dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olarak kabul edilen, sözde bir kültür, sanat merkezi olan İstanbul’da gerçek anlamıyla bir resim müzesi var mı? Bu utançtan zar zor Beşiktaş’ta yapılan bir müzeyle biraz kurtulduk. Devamı da inşallah geliyor ama bu ço kadar yetersiz ki, Batı’yı gezince bunun bir komiklik olduğunu görüyorum.
Viyana Cemevi’nde muharrem orucundan bir gün önce Atanar Yıldırım’la çok verimli bir söyleşi yapıyoruz. Gençlerin ilgisi bizi sevindiriyor. İnsanlar büyük bir aşkla bizleri dinliyorlar. Panel’e Ecevit Uzunkaya, Özgür Arslan da katılıyor.
Geçen seneki gezimde epey söyleşi yapmış, burasıyla ilgili bilgileri derlemiştim. Şimdi bunları tekrar etmek istemiyorum. Ama sorunlar aynı sorunlar, mücadele aynı mücadele. Sonu hayırlı olur, inşallah diyorum.
30 Ekim – 5 Kasım 2014, Almanya
MANNHEİM – WEİHER / MÖRLENBCAH / HEPPENHEİM
Mannheim Kültür Merkezi’nde Başkan ve başkan yardımcısını ziyaret edip, burada mümkünse bir söyleşi yapmak istediğimizi söylememize rağmen bir yanıt gelmiyor.
Bunu biraz dert etsem de, çok önemsemiyorum. Bize Alevilik, Psikoloji, Sosyoloji dersi vermeye çalışan sözde yöneticilerin biraz Aleviliklerini hatırlamaları gerekirdi. Ama hatırlayamazlar. Neymiş? Biz İstanbul’dan gelmişiz, ben de daha önceden Cem Vakfı’nda çalışmışım, şuymuş, buymuş. Ne olmuş çalışmışsam? Ben Aleviliği anlatacağım, niye korkuyorsunuz, neden korkuyorsunuz? Kendi görüşlerinin dışındakileri kabul edemeyen bir zihniyet. Ayrıca hani mihman Ali’ydi, 72 millete bir nazarla bakmak gerekirdi? Aslında bu yapılanlar bir hastalığın ürünü. Kendisinden korkan, Alevilik konusunda aslında çok cahil, bilgisiz, hoşgörüsüz insanlar şimdi Alevi Bektaşi kurumların başında oturuyorlar. Hem Türkiye’de, hem de Avrupa’da bu böyle. Bunlar uzun konular. Zaten detaylı bir şekilde yazacağım konular...
Burada Alevi Akademisi başkanı Sayın Av. Sedat Kormkaz Dede’yle görüşmek istesek de başarılı olamıyoruz. Çünkü kendisinin telefonu değişmiş, eskiden onunla birlikte hareket eden bir sevgili dedemizden alamıyoruz onun telefonunu (!), neyse zor zahmet sonradan ediniyoruz ama onun Fransa’da bir mahkemede olduğunu anlıyoruz.
Üç gün çok zor koşullarda Şahin Bal’ın evinde kalıyoruz. Ben bol bol çevreyi geziyorum. Bu arada Sivas Zara, Bağlama Köyü’nden Kemal Tosun’la tanışıyorum. Kendisi çok sevdiğim ve değer verdiğim Durmuş Günel Dede’nin (Ozan – Şiran- Kırıntı Köyü, Sarıbal Ocağı) İstanbul’dan komşusu olan bu değerli canla da sohbet ediyoruz. Hasta olan eşini ziyaret ediyoruz. Yine bizden sonra Almanya’ya gelen Durmuş Günel Dede’yle epey dertleşiyoruz. Bazı insanların vefasızlığı, ilgisizliği, Aleviliğin değerlerinden soyutlanması, yozlaştırılması çalışmalarına birlikte üzülüyoruz. Onunla hem fikir olduğumuz gibi buradaki insanların yaşam koşulları gerçekten de zor. Ama Avrupa’da yaşayan bazıları da insanlıklarını tümüyle kaybetmişler. Misafir kabul etmeyen, hatta görmek bile istemeyen bu kafalar, Türkiye’ye gelince adam sıfatına bürünüp hava atıyorlar. Ama bu gezilerle gördüğüm; çok sevdiğim kedilere bile yedirtmeyeceğim, ciğerleri, üç kuruş etmeyen zavallıların acınacak hallerine için için çok üzülüyorum. Elbette birçoğu pırlanta gibi ama gurbette paraya tapan, kişiliğini, kimliğini, insanlığını kaybeden kimi Türkler elbette ki Aleviler de, insanlıktan biraz çıkmaya başlamışlar. Bunu üzülerek gözlemleme şansım oldu.
Mannheim’de ben özellikle doğal parkı uzun uzun geziyorum. Müzelere gidiyorum. Mörlenbcah ve Wanheim’de de uzun yürüyüşler ve akraba ziyaretleri, sohbetler iyi geliyor.
Bu bölgenin bir tarım bölgesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü geniş düzlükler ve ovalar tarıma çok elverişli gibi geliyor. Ama burasının da Almanya’nın çok önemli bir sanayi endüstri bölgesi olduğunu, tahminimin aksine buradaki fabrikalarda da çok fazla Türk’ün yaşadığını anlıyorum. Hava burada daha ılıman. Tabii güzelliklere diyecek yok. Gerek kent merkezleri, gerek daha küçük yerleşim birimleri ve köylerde her türlü konfor mevcut. Ama burada ayrıca yine tekrar olacak ama farklı bir doğal güzellik seziyorum. Bir de Mannheim’de çok geniş bir doğal park alanı var. Çok büyük ve endemik tür ağaçlar, çalılar, türlü kuşlar burayı iyice çekici hale getiriyor. Üstelik birçok “hobi ev” burada insanlara doğal yaşamın serüveninde tatlı günler geçirmeleri için iyi bir fırsat sunuyor. Küçük kulübeleriyle bu hobi evler, ağaçlarıyla, çiçekleriyle, bitkileriyle, sebze ve meyveleriyle Almanlar’ın ve tüm Avrupa’da da insanların, geçmişe özlemini, zaten yeşillik olan Avrupa’da da daha da doğal, “naturel, “organik”” bir yaşamı sunuyor.
Biz Türkler kendimize bakalım, iki de bir Avrupalılara laf sokuşturur dururuz. Öyle ya, onlar çikolata çocukları, endüstri adamları, moda kadınları! Biz Türkler doğal yaşayan sağlıklı insanlarız! Öyle mi, dersiniz? Pek sanmıyorum; doğayı koruyan onlar, doğal hayatı koruyan onlar, hayvanları koruyan onlar, tek tek ağaçlardan, kuşlardan, bitkilerden, tarihi binalarından haberdar olanlar onlar, güneşi azsa gelip tatilde bol bol güneş alan, denize giren onlar, en organiğini zaten doğal yollarda yetiştiren onlar, kapısının önünde koyun yetiştirebilen onlar, kuğuları derelerde gezenler onlar…
Eee.. Biz niye ve neyimizle övünüyoruz?
Bunların tümünü kendi ülkemizde yok eden bizler değil miyiz?
Kent merkezlerindeki gerek müzeleri, gerekse parkları, kuleleri çoğunlukla yalnız başına geziyorum.
Üstelik anlıyorum ki, her zaman söylediğim gibi yabancı dil bilmeden de, İstanbul’da yaşamış bir insan haritalara bakarak, belki de kimseye bir şey sormadan yolculuk yapabilir. Trene binmek isteyenler belki zorlanabilirler, dil bilmedikleri için. Çünkü durak aralıklarına göre bazen aktarmalara göre bilet almak gerekebilir. Ama mantık aynı mantık; parayı at, bileti al. Türkiye de artık bir Afrika, Asya ülkesi değil. Hele İstanbul’da yaşamak zaten Avrupa’da yaşamak demek; metrolar, tramvaylar, otobüsler, gemiler, hepsi aktarmalı…
Ama çok çok sıkışırsanız, çok üzülmeyin yüzde yüz bir Türk’e rastlarsınız burada. Veya çevredekiler çok yardımseverdir, dilinizi anlamazsalar da size yardımcı olmak isteyeceklerdir. Müzeler ise aynıdır. Ver parayı, al bileti gez gezebildiğin kadarıyla.
Fotoğraf çekmek yasaksa veya flaş kullanımı yasaksa onu zaten işaretlerden anlarsınız, ya da sizi uyarırlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi.
Bunların dışında yurtdışına çıkmayı sorun haline getirenlere, bunu çok büyütenlere şaşarım.
MÖRLENBCAH / HEPPENHEİM
Avni- Müzeyyen Günel
(Gümüşhane –Şiran- Yeniköy)
Gümüşhane Şiran Yeniköy’den hem köylüm hem de akrabalarım olan Müzeyyen –Avni Çifti şimdi burada mutlu bir hayat sürüyorlar. Ama yaşam hiçbir zaman insana balla kaymak değildir. Geçim için kırk yıldan uzun bir süre önce Müzeyyen Günel geliyor Almanya’ya, sonra eşini yanına alıyor. Türkiye’de de birçok işte çalışan Avni Günel’lerin soyu aslında bence dedelere dayanıyor. Yani kuvvetle muhtemeldir ki, onlar “rehber ocağı” görevindeler. Çünkü çok uzun zamanlar boyunca kendi içlerinden dedelik yapan birisi olmasa da, bağlı olunan ocak “Sarıbal Ocağı” dedeleri mutlaka ilk önce onların hanesine gelir, cemleri “Deligiller” denilen bu sülalenin evinde başlatırlar, ilk görgüler burada olurmuş. Sonra görgüden geçecek haneler dedeyi kendi evlerine çağırır, kendi görgüsünü kendi evlerinden yaparlarmış. Bu gelenek uzun süre devam emmiş Şiran’ın Yeniköy’ünde. Yani benim de köyüm olan cennet güzelliğindeki köyde.
Avni Günellerin büyük büyük dedeleri olan “Deli” lakaplı İbrahim ise tam bir derviş / dede yaşamı süren bir figür olarak canlanıyor. Dağlar başında, “elik keçisi” yani dağ keçileriyle (yaban keçisi) birlikte anılan, onları sağan, yüce dağlar başında yaşamayı başarmış bir figür. Karlı dağlar Yeniköy’lülerin yaylalarının bulunduğu “Başyurt” bölgesi oluyor. İşte böyle yedi göbek öteye giden bir anlatı var. O nedenle inançlı insanlar. Müzeyyen Günel ise zaten benim akrabam. Hele kızı ve damatları beni çok seviyorlar. Damatları olan Nihat Günel ise benim ortaokuldan, Tuzluçayır Lisesi döneminden arkadaşım. Oğullarının birisini ismi ise Diren Berkin. O da benim gibi “tavlu”. Anlattıklarına göre doğduğumda altı yedi kiloymuşum! Daha o zaman çok iştahlıymışım. Zamanla çok iyiydim, zayıftım. Şimdiler de çocukluk dönemlerime döndüm. Şimdi bu Diren Berkin’le biz bir araya gelince eminim ki herkes bizim gibi iki babayiğitten çekinir! Diren Berkin o kadar tatlı ki, yanaklarından bal akıyor.
Neyse işte Müzeyyen Hala çok büyük bir sabırla çalıştı, çalıştı, çalıştı. Her türlü zorluğa göhüs gerdi. Sonunda da yasal yollardan normal bir şekilde emekli oldu. Ne mutlu ona. Çalışan kazanır. Avni Günel de şimdi aynı yolda. O da emekli olacak. Üç gün boyunca onların hobi evlerine gittim. Ama uzun uzun yürüdüm. Hatta tam gidişli – gelişli 5 saat hiç durmadan yürüdüm. Bir kaleye çıkma merakı beni terletti. Bu gezi ve fotoğraf benim için gerçekten de en büyük hobi oluyor.
Muharrem Orucumu tuttuğum için Müzeyyen Hala bana köy yemekleri yaptı; köy makarnası, köy usul hoşaf içmiş oldum. Ne mutlu bana!
ARTIK
Filiz açan dala kargalar kondu
Bu ellerin kahrı çekilmez artık
Yaz içinde yürek acıyla dondu
Sevginin tohumu ekilmez artık
Sarı ışınlara karanlık sindi
Gün dönümü günün içine indi
Dünya omuzuna yük oldu bindi
Su üstünde taşın sekilmez artık
Yüreği parçalar attığın taşın
Zehir zıkkım oldu ekmeğin aşın
Dert aynı dert ama dostla göz yaşın
Aynı tas içine dökülmez artık
Ezeli bilmem ki talih mi kördü
Ne bir yola vardı ne bir yön gördü
Bilmeden araya duvarlar ördü
Ne etsen de ey can sökülmez artık
Ezeli Doğanay
ALZEY ALEVİ TOPLUMU
PİR SULTAN ABDAL CEMEVİ
5 KASIM 2014
Alevilik konusunda Araştırmacı- Yazar- Dede Ezeli Doğanay’la birlikte yaptığımız söyleşi gerçek anlamıyla verimli geçti. Alevilik konusunda temel değerler, Muharrem, dedeler, ocaklar, yozlaşmalar vd. konulardaki konuşmamızı halk ilgiyle dinledi. Sorulan sorular yanıtlandı. Sonuçta katılımcılar söyleşiden çok memnun kaldıklarını dile getirdiler. Bizleri tekrar aralarında görmek istediklerini belirttiler.
Bu söyleşiyi düzenleyen; Alzey’in çok genç ve yakışıklı, inançlı, bilinçli, beni aldığı Weinheim’den Alzey’e kadar sohbet ettiğim, kendi işinin patronu başkanı Bülent Filimci’ye, bölgede çok sevilen, benimle ilgilenen, beni gezdiren, bilgili, inançlı, candan insan Sinan Samat’a, Ali Asker Kandemir’e, Uğur Olcayto’ya, Ali Özdemir’e özellikle teşekkür etmek isterim…
WORMS VE ÇEVRESİ ALEVİ KÜLTÜR MERKEZİ VE CEMEVİ
6 KASIM 2014
Ne varsa şu âlemde
Örneği bir âdemde
Anonim bir söz
Alzey’deki dostların bizlerle ilgilenmesinden son derece mutlu olmuştuk. Sevgili Sinan Samat bana şehri gezdirmekle kalmadı bölgenin büyük kenti Mainz’ı ve çevresini de gezdirdi. Kendisiyle özellikle Bektaşilik ve Balkanlar konusunda muhabbet ettik. Beni sonrasında söyleşi için Worms’a getirdi. Worms yakınlarında Guntersblum’da Ali Asker Kandemir’in evine geldik. Buradan ise kültür merkezine hareket ettik. Oldukça güzel bir mekândaki kültür merkezini kadınlar, gençler ve çocuklar doldurmuşlardı. Bizlere gösterilen ilgi çok yoğundu. Burada da yine Araştırmacı Yazar dostum Ezeli Doğanay’la birlikte Alevi değerleri, sorunları, muharrem, muharrem orucu, dedeler, ocaklar gibi konularda konuştuk, yöneltilen soruları yanıtladık. Bu derneğin yönetiminde de bünyesinde de oldukça gencimiz ve kadınımız var. Bu çok umut verici bir durum. Ayrıca başkan Ali Yılmaz’ın yine çok genç olması, İnanç sorumlusu Kemal Esmer’in yine genç bir dede olmasını öğrenmek benim için harika oldu. Dernek’te eski başkan Hüseyin Dönek’i de gördüm. Buradaki günümüzde çok güzel ve verimli geçti. Mutlu bir şekilde buradan ayrıldık.
BONN ALEVİ KÜLTÜR MERKEZİ
7 KASIM 2014
Kent merkezindeki derneğe erken gidiyoruz. Bu arada hem şehri gezmek hem de inşallah son kez olmak üzere fotoğraf makineme film almak için hareket ediyoruz.
Her taraf ışıl ışıl, lüks mağazalar sürekli insanları davet ediyor, gel al, gel al, gel al!, diye. Işıl ışıl sokaklardan yürüyerek bizleri bekleyen canlarımıza kavuşuyoruz.
Her tarafta inanç, kültür, sevgi var… Derneğin içi her Kültür Merkezimiz gibi çok düzenli ve temiz.
Duvarlarda, İmam Ali’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin resimleri, sazımız ve zülfikarımız da var… Dernekteki canların ilgisi beni sevindiriyor.
Araştırmacı Yazar Dostum Ezeli Doğanay tarihsel boyutlarıyla Aleviliği anlatıp, ocaklar ve dedeler üzerinde de dururken ben bu sefer konuşmamı tümüyle Balkanlar ve Bektaşilik konusuna ayırıyorum. Ezeli Doğanay bir araştırmacı olmasının yanında olayın içinden gelen, pratiğini de, geleneği de iyi bilen birisi olarak ocakların önemini, dedeleri, cemleri doyurucu bir şekilde anlatıyor. Aleviliğin bambaşka ufuklarını gözler önüne seriyor. Gerçekten de anlatınca zaman insana yetmiyor. Bazen deniliyor ki, iyi de kısa sürede çok şey anlatmak maharettir. Ama bizim konuları özetle özetle bitmiyor ki, ne kadar az anlatayım desen de gerçekten de en az kırk dakikalık konuşmalarla ancak belli konular aktarılabiliyor. Bizler de sevgili Doğanay’la iyi bir iki oluşturduk bu söyleşilerde gerçekten de konuların ve konuşmaların doyurucu olduğunu insanların dinlemelerinden ve sonraki tepkilerinden anlayabiliyorum.
Ben ise Bektaşilik, bu kavramın kapsamı, Balkanlar’daki (Rumeli) Bektaşilik üzerinde durunca süre bu sefer bir saati buluyor. Ama sonuçta biraz derli toplu bir şeyler anlatmadan olmuyor.
Evet, bugün de Bonn Alevi Kültür Merkezi’nde iki uzun konuşma oluyor. İnsanlar saatler boyunca konuşmaları pür dikkat dinliyorlar. Sonrasında sorular yanıtlanıyor; Gül yüzlü hanımların hazırlanan aşureler dağıtılıyor.
Bugün bizi izleyenler arasında Alevi Bektaşi Araştırma Enstitüsü’nün başkanı Sayın Gülizar Cengiz, Yücel Top Babaerenler (Kudsi Baba), İşadamı ve Gönül insanı Hasan Cengiz ve Türkiye’den gelen Zakir Cafer Doğan da var.
Dernek yönetiminin ve buraya gönül verenlerin ilgileri son derece iyiydi. Bu da bizim temel gıdamız oluyor. Bu arada başta bizimle çok ilgilenen Devrim Demircioğlu eşi Arzu Su Demircioğlu ve çocuklarına, candan insan Bağlama hocası Muharrem Doğaç canıma çok çok teşekkür ediyorum. Liseyi okuduğum Ankara Tuzluçayır Lisesi mezunu Cengiz Güngör, başkan Sedat Bay, Şah Haydar Keleş’le sohbetimiz de çok güzeldi.
Böyle güzel canlarımızın olduğu merkeze bir kez daha gelip onlarla buluşmak farklı konularda konuşmak isterim.
HEİNSBERG ALEVİ KÜLTÜR MERKEZİ
8 KASIM 2014
Almanya’daki Gezimiz Devam ediyor…
Yine candan insanlarımızın bir araya geldiği bir kültür ve inanç merkezi olan Heinsberg Alevi Kültür Merkezi’ndeki söyleşimizde insanların soruları, ilgileri saat 23.00’e kadar burada kalmamızı sağlıyor.
İnsanlar sevgiye, bilgiye, ilgiye canı gönülden istekliler. Saatler boyunca insanların bizleri dinlemeleri, sorular sormaları, ilgilerin azalmaması, bizi tekrar burada görmek istemeleri insanımızın meraklarının canlılığını; inancını, kültürünü yaşatma isteğini gösteriyor.
Almanya’nın hangi köşesi güzel değil ki, Heinsberg de güzel olmasın? Hangi insanımız iyi değil ki buradakiler de candan olmasın? Başkanın mütevazı tavırları, insanlarımızın aşure dağıtmaları, gençlerin ilgisi beni çok mu çok sevindiriyor.
Yahu neler olmuş bu Avrupa’da?
Türkiye’de devamlı üzerinde durduğum şey burada nasıl gerçekleşmiş böyle? Gençler, gençler, gençler olsun çevremizde, derneklerde diyorduk, çok şükür gençler Avrupa’da iş başında. Yanlarında kadınlarımızla birlikte, zorlukları aşıyorlar. Helal olsun onlara! Aman nazar değmesin.
Başkan Mehmet Çınar Tokat Almus Kınık’tan. Eşi Sevgi Çınar Zonguldak Ereğli Gümeli’den. Oraya Ordu Gürgentepe’den gelmişler, Güvenç Abdal Ocağı talibi. Onlar ve tüm katılan canlar meraklı, ilgili…
Ayrıca burada da hemşerilerim çıkıyor karşıma; Şiran Susuz Köyü’nden Ali Rıza Polat, Çal Köyü’nden Arif Amca’nın oğlu Kazım Gündoğan ve eşi Gülkız Gündoğan’la karşılaşmak hoş bir sürpriz oluyor benim için. Ayrıca 2. Başkan Yasin Tohumcu’yla da sohbet ediyoruz. Böylece buradan da mesut bahtiyar bir şekilde evimizin yolunu tutuyoruz.
Yani bundan sonra da on gün kalacağım can dostlarım Nihal – Ezeli Doğanaylar’ın evine doğru yol alıyoruz…
BENİ
Özüm ham tarlaya tohum olunca
Topraktan toprağa kattı dost beni
Bağlarından kara diken yolunca
Diyardan diyara attı dost beni
Kaç bin kere derman oldum derdine
Kızıl gonca güller diktim yurduna
İki gözüm siper ettim ardına
Yine anlamadı gitti dost beni
Onun uğrunaydı bunca niyazım
Yalvardım yakardım geçmedi nazım
Kesildi mecalim soldu avazım
Hal bilmez yurduna itti dost beni
Ezeli minnetim yok iken tene
Umut ektim umut biçtim bu sene
Uğrunda serimi verdim de gene
Eller gibi taşa tuttu dost beni
Ezeli Doğanay. İzmir 1983
ALEVİ BEKTAŞİ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ
WİED
9 KASIM 2014
Avrupa’da Alevilik dışında özellikle Bektaşilik Yolu’nun da erkânlarının yerine getirildiği ve bir araştırma enstitüsüne de sahiplik yapan ve yasal olarak vakıf statüsü kazanan Alevi Bektaşi Araştırma Enstitüsü’nün merkezinde; Geleneksel olarak her sene yapılan Muharrem Erkânı bu sene de yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.
Bizler de bu sene sevgili Devrim – Arzu Su Demircioğlu’yla birlikte eşsiz bir doğada essiz bir günde yol alarak dergâha vardık.
İlk önce inanç önderlerinin eşliğinde Hz. Hüseyin ve Kerbela Şehitleri için Cemevi’nde dualar edildi, Kuran okundu, nefesler ve ilahiler söylendi.
Sonra protokol konuşmaları yapıldı. Cafer Doğan’ın bağlaması eşliğinde Muharrem için mersiyeler söylendi. Lokmalar yenildi, aşure dağıtıldı. (Ayhan Aydın)
Dergahımızda 09.11.2014 Pazar günü saat 13.00 da, Zakirliğini Cafer Doğan ve Seda Aydın`ın yaptığı ve Şeyh Hasan`ın duaları ile eşlik ettiği, Kutsi Baba`nın (Yücel Top) yürüttüğü, Matem Erkanına, Köln Başkonsolosu Sayın Hüseyin Emre Engin ve eşi sayın Meral Engin, Eyalet milletvekili sayın Arif Ünal, Waldbreitbach Belediye Başkanı sayın Werner Grüber adına sayın Roswitha Schulte, Hausen Belediye Başkanı sayın Karl-Josef Hühner katılarak bizleri onurlandırmışlardır. Ayrıca DİTİB adına sayın Dr. Bekir ALBOĞA ve eşleri, Franziskanalar adına Sayın Sr. Jutta Maria Musker katılarak sorfamıza duaları ile eşlik etmişlerdir.
Aşure soframız da (Siyam-ı Fatima`nın Matem sofrasına), dualar ve Gülbanglar eşliğinde Kerbela ile ilgili Mersiyeler okunmuş ve lokmalar edilmiştir.
Alevi-Bektaşi inancında, “Muharrem matemi” nin sonu olarak adlandırılan Aşure soframıza, lokmaları ile, kurbanları ile ve hizmetleri ile katılan tüm mihmanların hizmetlerinin Hakkın Dergahında kabul ve makbul olmasını niyaz ederiz.
Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü
Yönetim Kurulu Adına
Gülizar CENGİZ
MEMLEKET
Bir yanda Anadolu bir yanda Rumeli'dir.
Hepsi bizden yolcusu olsun hancısı olsun
Efkâr ettiğimiz şey memleketin halidir
Sanmam hemşehrim sanmam bundan acısı olsun
Köylümüz efendimiz tarlasında perişan
İşçimiz kardeşimiz kavgasında perişan
Anam bacımdır bahtı karasında perişan
Hemen Allah cümlemizin yardımcısı olsun
CAHİT SITKI TARANCI
Aynı gün bir başka yerde bir etkinlik daha var. Ben oraya katılmıyorum…
Hamza Kurnaz Dede’nin öncülüğünde bir etkinlik var Wiesbaden’de…
WIESBADEN CEMEVI VE ULUSLARARASI ALEVILER BIRLIGI OLARAK
Dostluk, kardeşlik ve barış kazanını Wiesbaden´de kaynatıyoruz
"SEVGİDE BULUSALIM ASURE" VE BİRLİK CEMİ
TARIH: 09.11. 2014 PAZAR
YER: ACORUM PARK / WIESBADEN
BÜYÜK BULUSMAYA AZ KALDI
BÖLGEMIZDE BIR ILK GERÇEKLEŞİYOR!..
" SEVGIDE BULUŞALIM AŞURE"
AŞUREMİZE HERKES DAVETLİDİR…
Daha ilginci ise; bir zamanlar Cem Vakfı Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı Genel Sekreteri olan ve şimdi Baba Mansur Derneği Genel Sekreterliği’ni yapan Süleyman Metin Dede’nin de aynı zamanda Cem Vakfı’nı bağlı olarak hizmet yürüten Bad Kronznak Cemevi’ndeki bir başka ceme katılması. Bu ceme İstanbul Cem Vakfı’ndan Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanı Celal Dede de katılmış. Pek ala diyorum. Böyle güzellikleri de yaşamak var bu dünyada! Bunun hikâyesi hem uzun, hem de aslında çok eğlenceli ama şimdilik böyle deyip keselim…
ALMANYA’DA KÖLN VE ÇEVRESİ ZİYARETLERİ…
Planladığımız söyleşileri tamamladıktan sonra bu sefer de ziyaretler ve televizyon programlarına yoğunlaştık. 10 – 19 Kasım tarihleri arasında gül yüzlü Doğanay ailesinin bir parçası oldum artık. Gerek kendileri gerekse de onların aile dostlarıyla verimli günler geçirdik. (Bu arada Devrim – Arzu Su Demircioğlu ve Muharrem Doğaç’a özellikle teşekkür etmek isterim.)
Her şeyden önce TV 10’da iki programa katıldım. Sayın Zeynel Gül’ün hazırlayıp sunduğu programda yine Ezeli Doğanay canımla birlikteydim. Sayın Mustafa Deprem’in programına katıldım.
Ayrıca Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı Hüseyin Mat’ı, Köln’de, Federasyon merkezinde ziyaret edip sohbet ettik. Kendisinden Federasyon çalışmaları hakkında bilgi aldım.
Yol Televizyonu’nundan ise Sayın Özkan Lafatan’ın program konuğu olduk.
Araştırmacı Yazar Mehmet Bayrak’ı evinde ziyaret ettik. Eşiyle birlikte çok hoş bir sohbet oldu.
Ayrıca Araştırmacı Yazar Etem Xemgin’i evinde ziyaret ettik. Bu ziyarette Gazeteci Firaz Banan da yer aldı. Aachen’de Mimar Kemal Gündağın’ı ziyaret ettik. Ali Haydar Avcı ve Gündoğan’ın iki arkadaşıyla birlikte güzel bir söyleşi yaptık. Sonra birlikte bakımevinde kalan Yazar Anton Josef Dierl’i ziyaret ettik. Ben özellikle geçen sene kendisiyle yaptığım söyleşi metnini kendisine tekrar okutturarak bir hata ve-veya eksik olup olmadığını sordum. Beni gayet iyi hatırlayan Dierl ziyaretten etkilendiğini, çok memnun kaldığını söyledi. Bu arada Deniz Atıcı isimli bir öğrencinin Alevilik’le ilgili araştırmalar yaptığını özellikle de Anton Josef Dierl’in çalışmalarıyla ilgilendiğini duyuyorum. Beni telefonla arayan Bülent Keleş ise Bavyera Bölgesi’ndeki kurumlarda yaşayan Aleviliği araştırdığını benimle görüşmek istediğini söylüyor.
15 Kasım’da Çorum Göpsenliler (Yaylacıklılar) Yardımlaşma ve Dayanışma Kültür Derneği’nin; Dostluk, Barış, Kardeşlik, Demokrasi, Çağdaşlaşma, Aydınlanma, Bilgilenme, Dayanışma, Paylaşım ve Birlikteliğin 10. Yılı Gecesi’ne Köln’de katıldık.
Bu sene ikinci kez, bu sefer Nihal – Ezeli Doğanay canlarla Alevi Bektaşi Araştırma Enstitüsü’nü birlikte ziyaret ettik.
17 Kasım’da Berkgkamen Alevi Derneği’nden Kadınlar Kolu başkanı Sayın Nuran İlhan başkanlığında 40 kadar kadınla bir araya geldik. Söyleştik, sohbet ettik. Bizleri söyleşi için kendi derneklerine de davet ettiler. Buradaki muhabbet ise bence hem çok anlamlı, hem de çok yararlıydı.
Kaldığım süre içindeki sohbetler, söyleşiler ve izlenimleri GENEL DEĞERLENDİRME içinde yazmak istesem de, şunu hemen söyleyeyim ki; Ezeli Doğanay pek az insanın bildiği gibi, Almanya’daki belki de en önemli, Türkçe Alevilik, Genel Kültür, Edebiyat, Halk Ozanları kitaplarının ağırlıklı olarak yer aldığı yaklaşık on bin kitaplık kişisel bir kütüphaneye sahip!
Bu bence başlı başına büyük bir emektir, birikimdir, başarıdır. Bunu kimse görmezden gelemez. Yoğun bir şekilde çalışan büyük emektar, gerçek üretken bir yazar olan Ezeli Doğanay alçakgönüllü gerçek bir aydın olarak, yüreği çok geniş bir büyük ozan olarak; Türk – Kürt; Alevi- Sünni ayrımı yapmadan, tüm dünya insanlığının birleştiği ana ırmaktan, ana damardan besleniyor ve insanlığı besliyor; o da insan ve insanlık ideali… Onun en büyük yardımcısı olan yardımcısından çok öte; hayat arkadaşı olmasının ötesinde en yakın dostu, candaşı, sırdaşı olan emekçi, kendisi de sürekli okuyan, araştıran bir gazeteci olan Nihal Doğanay’la birlikte zor ama onurlu bir yolu birlikte yürüyorlar. Tüm yükleri birlikte omuzluyorlar. Hayat denen, hayat arkadaşlığı denen şey de tam da böyle bir şey olsa gerektir.
Almanya’da yaşamanın zor hem de çok zor olduğunu üçüncü uzun Avrupa seyahatinde bir kez daha görüp yaşamış oldum.
Ekonomik şartların zorluğu yanında, bir peri masalı olarak anlatılan “Avrupa Rüyası”nın gerçeği pek yansıtmadığını hemen söylemeliyim.
Gerçi dünyanın istisnasız her yerinde gerçek bir dost bulmak, yar ve yaren bulmak çok zordur. İnsanlar mutluluğu, sağlığı ve huzuru arar dururlar hayatları boyu. Ama bu mutluluk, bu huzur ve sağlık nerededir? Yerini bilen var mıdır?
Ama yine de ömür biter ama hayaller, düşler hiç bitmez. Beklentiler hiç bitmez, aşklar, sevdalar hiç bitmez. Ama biraz da insanın bunlardan ne anladığına ve onlara ne anlam yüklediklerine de bağlıdır tüm bunlar.
Hiç uzağa gitmeden ben her zaman kendi kendime sorarım? Sana göre mutluluk, sevinç, sağlıklı olma durumu ve huzur nedir ve bunlar nerededir? Hiçbir zaman huzur bulamayan “huysuz ve huzursuz, mutsuz, tatsız, tuzsuz” bu garip derviş soruların yanıtını kendi kendisine tam verememiş ki, kime ne desin?
Ama elbette mutluluğa insanoğlu yaklaşır, onun kıyısından köşesinden geçtiğini hissedebilir. Bazıları vardır, olacağı olmadan görür, bilir. Ben buna inanıyorum. Sezgi güçleri çok kuvvetli, duvarın arkasını gören insanlar vardır.
Onları bırakalım da, insan en doğal haliyle aslında bebekliğinden itibaren ölene kadar bence dünyada her şeyi bilir, keşfeder, anlarlar.
Yani hayatın gerçek anlamına çok yaklaşırlar, dokunacak gibi olurlar.
Bize göre niye Avrupa, Amerika, dünyanın başka ülkeleri kendi ülkemizden daha güzel, huzurlu, mutluluk yurdu gibi gelir acaba?
Bizden önce yaşadığımız bu coğrafyada, buralarda yaşayanlar; yani Anadolu’da, Balkanlar’da, Mezepotamya ve Önasya’da yaşayan uygarlıklar ki, onlara bizim atamalarımız dememek için hiçbir neden yoktur benim için, onlar yaşadıkları bu topraklarda mutlu değil miydiler?
Acaba onlar da bizim gibi başka başka diyarlara giderek, başka başka kültürlerin uygarlıkların içinde mutluluğu ve huzuru aramışlar mıdır? Aramışlarsa bunu bulmuşlar mıdır? Bulmuşlarsa nasıl yaşamışlardır, bulamamışlarsa niye bulamamışlardır?
Sen kalkıp doğduğun, büyüdüğün topraklardan yüzlerce, binlerce km. uzağa gideceksin. Niye? Aş için, iş için, kaçmak için, savaştan uzaklaşmak için, huzur için, eğitim için, macera için.
Kaçmak ama bu sefer gerçekten faşist ölüm korkusundan, işkenceden kaçmak için, faşistlerin elinde vatandaşlığın alındığı için, Kürt olduğun için, Alevi olduğun için, Komünist olduğun için, Rum olduğun için, Ermeni olduğun için, Süryani olduğun için, Laz olduğun için, Çerkez olduğun için, Yahudi olduğun için…
Ama bir de kimileri de gelip bu topraklara sığınıyorlar, buraya koşuyorlar, onlara ne demeli? Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, Kırım’dan, Orta Asya’dan (bizlerin daha önceki hallerimiz gibi) koşup Anadolu’ya sığınan milyonlar da var.
Niye kaçıyoruz, niye göç ediyoruz, neyi amaçlayıp, neyi hedefliyoruz?
Ama en önemlisi kaçıp gittiğimiz, gitmek zorunda kaldığımız bu topraklarda huzuru, mutluluğu bulabiliyor muyuz, bulabildik mi?
Bazen bu kaçış insanın da kendisinden bir kaçışı mı?
İnsanın kendisinden kaçışının bir dermanı var mı?
İnsan kaça kaça nereye kadar kaçabilir, nereye kadar gidebilir?
O kadar felsefe yapacak gücüm yok ama şunu söyleyeyim kısaca sevgili okurlarım, dostlarım; Avrupa’da yaşamak güçlüklerle dolu.
Hakk Avrupa’da yaşayan Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle, Sünnisiyle, Rumuyla, Ermenisiyle, Yahudisiyle, Bulgarıyla tüm başta Anadolu (Türkiye), Ortadoğu, İran, Kafkasya ve Balkanlar’dan giden gerek soydaşlarımıza, gerek Candaşlarımıza, gerek kader ortaklarımıza yardımcı olsun.
Bir büyük yabancılaşma, bir büyük ekonomik daralma, kişiliksizleşen, kimliksizliği ifade eden yapay insan ilişkileri, bir büyük yalan makinesi çarkında kendini avutan boşlukta kalmış yüz binler…
Ama her şeye rağmen oradaki Alevi Kültür Merkezlerinin- Cemevlerinin insanlarımızın bir sığınağı olduğunu, bence de psikolojik iyileştirme (rehabilitasyon) merkezi olduğunu söyleyeyim.
Bir araya gelmeden, konuşmadan dağlar nasıl aşılır, sorunlar nasıl çözülür?
Hele hele kadınlarımız, hele hele de gençlerimiz bu işlere girince benim umudum artıyor. Elbette üniversite okuyan gençlerimiz istediğim düzeyde değildi, elbette halen Türkiye’den hiçbir farkı olmamacasına halen çağın gerisinde kalmış yapay, boş, ilkel sözde tartışmalar, kimi dedikodular, basitlikler, bir kültür ve inanç merkezi olması gereken buraların biraz amaçları aşarak siyasi birer merkeze veya bir kahvehaneye çevirmişler.
Ama bence bunlar düzelecektir.
Bu kurumlar bence çok mu çok önemli. Hayatın tüm acımasız girdapları içinde bu kurumlar Avrupa’daki insanlarımız için kültürünü, tarihini, dilini, inancını, görgüsünü yaşabilecekleri bir “inanç-kültür merkezleri”dir.
O nedenle buralara emek verenlere, özveriyle ve Türkiye’dekinin aksine hiçbir ücret almadan kendilerinden buraları destekleyen, yöneticilere, başkanlara çok şükran duymalıyız.
Kim ne derse desin, ben Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu’nun, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun burada büyük başarılar gösterdiklerini söylemek zorundayım.
Yine aynı şekilde bağımsız kalan, Cem Vakfı’na gönül vermiş olan veya köy derneği olarak çalışan kurumlarımızın tümü de burada insanımıza büyük hizmet ettiklerini göndüm.
Benim bazen kurumları ve özellikle yöneticileri, yapılan yanlışları çok sert şekilde eleştirmem, tepki çekiyor.
Ben bir Alevi Bektaşi olarak bu sert sözleri bir şeyleri gördüğüm için söylüyorum, yazıyorum.
Ben mezhepçi değilim, asla ve hiçbir zaman olmadım, olamam da.
Ama Alevi Bektaşi toplumu kendi sorunlarını kendisi çözmelidir.
Ama bunu başaramıyor.
Her seferinde dışarıdan destek bekliyor ve alıyor.
Ama farkında olmadan daha da yozlaşıyor.
Bir ırkçı, bir Sünni İslam inancının değerleriyle dünyaya bakan bazen de beyni durmuş, yıkanmış mollo kafalı bir ilahiyatçı, inancı reddettiği gibi inanç değerlerine küfreden sözde solcu bozuntuları benim sorunumu nasıl çözer, bana nasıl doğru yolu gösterebilir, beni nasıl eğitebilir, bana ne verebilir?
Hatta saçını, bıyığını uzatarak Alevi olmadığı halde Aleviyim, deyip bizi kandıran profesörler de çıkarsa şapkadan, tavşan ne yapsın, kader ne desin bu hale?
Onlar ancak bizden alırlar, bizim sırtımızı sıvazlarlar, yine bildiklerini okurlar, bir de Alevilik Bektaşilik diye Sünniliği yazıp anlatırlar, bizim sahipsiz, saf Alevi Bektaşi toplumumuz da kendi inanç ve kültürü, tarihi diye, bozulmuş (deforme edilmiş) yalan yanlış bilgileri onlardan öğrenir.
Aleviliği Bektaşiliği öğreneğim, anlayacağım diye özünden saptırılmış, özüyle ilgili olmayan şeyleri öğrenir.
Peki, buna kim vesile oluyor?
Alevilik Bektaşilik adına yolan çıkan kimi kurumlar, televizyonlar, hatta Alevi yazarlar!
Evet, evet…
Alevi yazarlar da yanlarına üç beş kişiliksiz insanı alıp, onları bize tanıtırlar, bunlar iyi araştırmacıdır, iyi tarihçidir, ilahiyatçıdır doğruları söylüyor, yazıyor diye öve öve bitiremezler.
Bize “Kimi Yezit’i, Muaviye’yi öven, kimi Hz. Ali’ye ve On İki İmamlar’ya küfreden” zihniyetteki ırkçı, sözde solcu, ilahiyatçı nice insanları “yazar, âlim, inanç önderi, tarihçi, profesör, gazeteci vb.” diye allayıp pullayıp bize sunarlar.
Yayınevleri onların kitaplarını basarlar, fikir özgürlüğü adı altında, bizim cemevleri, yine başka yayınevleri onların kitaplarını satarlar.
Bizim verdiğimiz paralarla, kimi zaman cebine koyduğumuz paralar, söyleşi için davet edip verdiğimiz uçak paralarıyla, beş yıldızlı otellerde ağırlayıp, yalanlarına kanarak para verip yayınlattığımız kitaplarıyla aslında bize küfredenleri destekler dururuz.
Bu çark böyle döner durur.
Ayhan da iğneyi kendimize batırınca haydut gibi bağırır durur, Ayhan’ın ve onun gibilerin sesini kesmek isteriz.
Hangi birisini söylesem, hangi birine dert yansam, şaştım kaldım, zalimin elinden!
KORKTUĞUM ŞEY
Gün çekildi pencerelerden;
Aynalar baştan başa tenha.
Ses gelmez oldu bahçelerden;
Gök kubbesi döndü siyaha.
Sular kesildi çeşmelerden;
Nerden dolacak bu taş nerden,
Nergislerin açtığı yerden
Ey kuş uçurtmıyan ejderha?
Ne yardan geçilir, ne serden;
Korkuyoruum bu gecelerden.
Bel bağladığım tepelerden
Gün doğmıyabilir bir daha.
CAHİT SITKI TARANCI
Bu uzun Almanya gezisi boyunca bazı kitaplar da okudum. Ezeli Doğanay’ın Kütüphanesi çok zengindi. Sonrasında ise Berfin Yayınları’ndan kendim için de aldığım Nuri Can’ın Vezinli Kar Taneleri isimli kitabında beni etkileyen birçok şiir vardı… Ben onu hem bir ressam olarak da tanıyorum. Kendisiyle tanışmayı da çok istedim. Ömür olursa bir gün buluşur söyleşiriz. Şimdi şiirleriyle ruhunu bize açıyor…
Hasret çiçeğim
Yağmurlar düşerken körpe bağına
Süzülür damlalar gül yaprağına
Takılıp gurbetin hüzün ağına
Bir sen mi solarsın hasret çiçeğim
Sarıp dikenlere gönül acını
İndirme başından ümit tacını
Rüzgârda savrulan ipek saçını
Bir sen mi yolarsın hasret çiçeğim
Estikçe başından gurbet yelleri
Okşarsın hasretle açan gülleri
Mutluluk içinde eski günleri
Bir sen mi anarsın hasret çiçeğim
Dalıp anıların buruk seyrine
Gözyaşı dökersin hasret nehrine
Yediğin ekmeği gurbet zehrine
Bir sen mi banarsın hasret çiçeğim
Denizler dalgalı alınlar sisli
Yollar sarı sıra engel dizili
Herkesin ateşi içinden gizli
Bir sen mi yanarsın hasret çiçeğim
Ah Anadolum
Yükledin yükünü gurbet ellere
Dur diyen olmadı ah Anadolum
Kor düştü yanıyor bak yüreklere
Su veren kalmadı vah Anadolum
Dalımda bir heybe gözyaşı dolu
Uzudıkça uzar gurbetin yolu
İstersen ardımda çalma davulu
Gidenler dönmüyor ah Anadolum
Dağların başına duman sis çökmüş
Her geçen bu yolda gözyaşı dökmüş
Bakarım yavrular boynunu bükmüş
Gitmek zor geliyor ah Anadolum
Çekeriz çileyi çekeriz kahrı
Adımız garibe çıkmıştır gayrı
Anadan babadan bacıdan ayrı
İçimiz kanıyor ah Anadolum
Kimi zevk peşinde sefaya dalmış
Kimisi yokluktan dertten bulanmış
Kimi sakat kimi arada kalmış
Yoksulluk ar geliyor vah Anadolum
Hainler maskeyi yüzüne çekmiş
Doğrunun gözleri ırmakmış selmiş
Can Nuri namerde boynunu eğmiş
Gücümüz yetmiyor ah Anadolum
Gez Garip Garip
Vurup omzuna tahta bavulu
Varıp gurbet eli gez garip garip
Yollara düşüp de gözler buğulu
İlet haberini tez garip garip
Varsın yaban eller mekanın olsun
Sılanın hasreti bağrına dolsun
Anadan babadan bacıdan yoksun
Oturup derdini yaz garip garip
Her akşam dününce yurda yönünü
Hasretle yol olsun karlı dağları
Aktıkça gözyaşın akan suları
Kalsın yanağında iz garip garip
Sevdiğin selamın salmasın gayrı
Kimseler yaranı sarmasın gayrı
Varsın karık sazım çalmasın gayrı
Sılaya ağıtlar diz garip garip
Can Nuri’m kalbinde gizli ağrını
Sağır gökler yutsun gönül çağrını
Varsın gamdan dağlar delsin bağrını
Uçsun dudağında söz garip garip
(Nuri Can, Şiir, Vezinli Kar Taneleri, Kora Yayınları, Kasım 2009, İstanbul)