KIRKLARELİ, TOKAT, NEVŞEHİR, ANTALYA GEZİSİ (2014)

KIRKLARELİ, TOKAT, NEVŞEHİR, ANTALYA GEZİSİ (2014)

 

AYHAN AYDIN

 

Aman dağlar yaman dallar

Dibinde sular çağlar

Bir ağaçta bin dal var

Birisi ayrılsa hepsi ağlar

(Anonim)

 

KIRKLARELİ

12-16 Haziran 2014

TOPÇU BABA ANMA ETKİNLİĞİ

 

Yüreği güzel, özü güzel bir can dosta, bir güzel insana, günümüzde yaşayan bir Bektaşi inanç önderine kavuşmaktır muradım. Kırklareli deyince ilk o geliyor aklıma hep; Hasan Yıldız Halifebaba ve gül yüzlü eşi ana sultan. Geçen sene kaybetmiştik analar anasını. Ve de yasına da gelmiştim yine torunuyla birlikte yaşamını sürdüren baba erenlere mihman olmuştum, hasret gidermiştim, dertleşmiştim.

Şimdi de dedim bir gün önce gideyim Topçu Baba Etkinlikleri’nden, sohbetlerimiz kaldığı yerden devam etsin. Hasan Yıldız bir inanç ve gönül insanı. Her şeyi insanda arayıp bulan, insana gerçek değerini veren, örnek bir Bektaşi inanç önderi. Ona göre dünyadaki her şey insan içindir, yobazlar bundan anlamaz, Tanrı’yı başka yerde aramanın bir faydası yoktur. İnsan olmazsa, yaşam olmazsa, sevgi, saygı, muhabbet, insanlık olmazsa bu dünyanın da, Tanrı’nın bir anlamı yoktur. Baba erenlerle hayli güzel sohbetler ediyoruz. Aynı gün ve ertesi gün Mustafa Ermiş geliyor, onunla da hasret gideriyoruz. Hasan Yıldız Halifebaba’yla bir yürüyüş yapıyoruz. Akşam Barış Televizyonu’ndan kameramanını otogardan alıp eve getiriyoruz.

Ertesi gün ise yine can dostlarla Topçular Köyü’ne, Kofçaz’a doğru yol alıyoruz Topçu Baba Anma Etkinliklerine katılmak için. Etkinlik bu 14 Haziran Cumartesi günü yapılıyor.

Bizler Türbeye gelenlerle söyleşiler yapıyoruz. Etkinlik boyunca Barış Televizyonu çekimler yapıyor ve büyük bir ilgi odağı oluyor. Ben ise dostlarla söyleşmenin yanında bu sarhoş edici doğanın tadını çıkarıp,  en büyük hobilerimden birisi olan fotoğraflar çekiyorum. Etkinlikle özellikle Sanatçımız Gülcihan Koç’a ilgi büyük oluyor.  Ayrıca etkinlikte Hasan Öztürk, Selahattin Akarsu, TRT sanatçısı değerli insan, araştırmacı Hüseyin Yaltırık da sahne alıyor. Tokat yöresi semahı büyük ilgi görüyor.  Zaman zaman yağmur yağsa da, bu sene de yüzlerce kurbanın kesildiği etkinliğe birlerce insan katıldı.

Akşamsa tam zamanında ayrılmışız ki, yolda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Mis gibi toprak kokuyor her taraf.

O gece de baba sultanda kalıyorum. Ertesi gün Mustafa Ermiş’in misafiri oluyorum. Kendisiyle epey sohbet ediyoruz, söyleşiyoruz. Sonra birlikte her bir sokağına, dağına, taşına hayran olduğum Kırklareli’ni doya doya geziyoruz. Ben yine fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Doyumsuzluk var bende. Zaten bu da olmasın mı? Böyle bir şehir, böyle bir ülke, böyle bir doğa insanı iliklerine kadar mutlu edip delirtiyor.

Mustafa Ermiş bir ozan, yazar, erenlerin izinde bir gönül insanı. Aynı zamanda Hacı Bektaş’ın yolunu burada sürmeye çalışan bir Hacı Bektaş’lı. Sürekli okuyan, araştıran, soran, sorgulayan bir yazar. Birleştirici, örgütçü!  Beni götürdüğü ve üyesi olduğu Atatürkçü Düşünce Derneği’ni ziyaret ediyoruz. Dernek ne de güzel yerinde şehrin. Bahçesinde asırlık çınar ağaçları olan bir yer ki, burada olmak bile yeter. Sonra ara sokaklar… Şimdilerde AB desteğiyle onarılan, restore edilen tarihi konaklar... Parklar, ağaçlar, uçan kuşlar. Kırklareli yurdumuzun cennet bir köşesi. Burada insan huzur bulur, mutlu bahtiyar olur.

 

 

 

TOKAT GEZİSİ, OZAN ÇAĞDAŞ’IN KIRKINCI SANAT YILI

17-21 HAZİRAN 2014

 

Kırklareli’nden Tokat’a doğrudan otobüs olmayınca ben de aynı gün gelip biletimi aldığım İstanbul Otogarı’ndan Tokat’a hareket ediyorum. 2006 yılında Ali Ekber Çiçek’e yine Tekirdağ’dan koşarcasına gidişim aklıma geliyor. Ona kavuşmuş, Balıkesir’de kendisiyle uzun bir söyleşi yapmıştım. Şimdi de yine bir değerli sanatçımız için yollardayım. Uzun zamandır tanıdığım, değer verdiğim, önemsediğim toprağını da çok sevdiğim Ozan Çağdaş’ın, yani Veysel Demir’in 40. Kültür ve Sanat yılı dolayısıyla yapacağı etkinliğe katılmak için yeşil vadi Tokat’a hareket ediyorum.

 

Davetiyesinde şunlar yazılı Ozan Çağdaş’ın…

 

Kültür ve Sanat Yaşamımın 40. Yılının mutluluğunu Tokat’lı hemşerilerim ve siz dostlarımla paylaşmak beni onurlandıracaktır.

Nazar eyle, Nazar eyle

Hem oku hem yazar eyle

Gel gir gönlümün şehrine

Aç dükkânı Pazar eyle…

 

Deniz satılır mı gardaş, metrekare evlek evlek

Bina yapılır mı dostlar, çürük olur ise direk

Özün sözün bir olmazsa kabul olmaz sahte dilek

Vatanım Güzel Türkiyem, şehrim Tokat, Köyüm Gevrek…

 

Saygılarımla,

Ozan Çağdaş

 

Tarih: 17 Haziran 2014 Salı

Saat: 19.00

Yer: Selvi Düğün Salonu (Migros Arkası) – TOKAT

Misafir Sanatçı: Aşık Eşref ve Sürprizler

 

Dil tarif edemez, Tokat Şehrini

Bülbülün dilini yağlayışı var

El tarif edemez, isim bulamaz

Arı ile balı, sağlayışı var.

 

Almus barajından alır ceryanı

Miski amber gibi kokar her yanı

Öz Türkçe konuşur sade lisanı

Tatlı sedası var, çağlayışı var

 

Bir Turhal, bir Zile, bir Artovası

Şifalıdır dumanlını havası

Her tarafı olmuş keklik kafesi

Avcıyı yürekten dağlayışı var.

 

Kazova üzümü meşhur bağları

Gıj Gıj Tepesi’nden, Topçam Dağları

Sütü kaymak tutmuş, taze yağları

Görüp ayrılanın ağlayışı var

 

Merkezidir iki dağın arası

Tarihte ünü var yoktur karası

Bitmez methetmekle, gelmez sırası

Çadaş’ı sevgiye bağlayışı var…

 

Ozan ÇAĞDAŞ

 

17 Haziran Salı günü gerçek anlamıyla bir kültür sanat gecesi oldu. Bu büyük ve değerli ozanımızın duygu dolu yaşamı ortaya kondu. Şiirler okundu, türküler söylendi, konuşmalar yapıldı. Ben de ozanı anlatan uzun bir konuşma yaptım. Gece çok verimli, dostane, gönüllerde iz bırakır bir şekilde nihayetlendi. Ozanımız da mutlu oldu.

 

Ozan Çağdaş...

Bir çileli ama onurlu yaşamın adıdır Ozan Çağdaş adı.

Onun öyküsü birçok insanınkine örnek, zamanı mekânı aşan bir başarı öyküsüdür. Ömür denen büyük meşakkatli yarışta kim başarılıdır, kim başarısızdır; kim mutludur, kim mutsuzdur bunu tam bilemeyiz. Ama hepimiz de merak ederiz ara sıra, kendi kendimize sorarız yani; benden mutsuz olanlar da var mıdır, benden çok mutlu olanlar nasıl yaşarlar, mesela.

Kimimiz fakir doğarız, kimimiz daha da fakir;  yoksuluzdur çoğunlukla. Ama her yoksulluk parasızlık demek değildir tam da. Bir de yoksunluk vardır, eksiklik yani. Kimimizin kolu yoktur, kimimizin bacağı sakattır, kimimiz hiç bilmez çiçeklerin kokusunu, denizin rengini, kuşların sesini. Kimimizin annesi, kimimizin babası olmamıştır hiçbir zaman.

Ezilmek mi, çoğumuzun yazgısıdır ama kimisi daha da ezilmiştir; sokaklarda, araba tamirhanelerinde, tarlada, yabanda, dağda, üvey ana elinde, adi bir patronun hışmında.

Ezilmiş, horlanmış, dışlanmış bir yaşam var karşımızda; Ürkmüş, çocukluğunun tadını tam alamamış bir beden var.

Sözde bizlerin taptığı kimi inanç önderlerinin elinde çocukluğu çalınan, ana kucağına hasret, baba şefkatinden uzak, yarı aç, yarı tok gecelerden sonra sabahı bekleyen iki sevgi dolu göz.

 O gözler ki, o gözlerin sahibi ki; Kin, nefret, öfke dolmamış ciğerlerine, ne hikmet!

Ha bire insanlık, sevgi, çalışma aşkı, muhabbet ve umut doldurmuş ruhunu, ne erdem!

Hayatın karanlık girdaplarında, namussuz sokaklarında evirirken yaşamını Veysel Demir, çelikleşmiş, iradesi şaşırtmış tüm insanları.

Hâlbuki haydut kanununda buna yer yoktur; ya yalvar, ya tökezle ve çök dizlerinin üzerine, umutsuzca bak karanlığa ve teslim ol! Vardır bu kanunda.

Sular çarparken kayalara, savaş bombalarıyla tarumar olurken şehirler, ölürken bebekler, bir yavru kedi miyavlayıp ararken anasını, açlık, sefalet kol gezerken dünyada ve ülkemde umut yine de var olmuştur, var olacaktır,  sonsuza dek.

Onunkisi bir başarı öyküsüdür.

Yalnızlığı yenmiş, öksüzlüğü yenmiş, hırpalanmalardan cesurca sıyrılıp çıkmış, emeğiyle ekmeğini kazanmış; yaşama umutla, güvenle, gülen gözlerle bakan bir can var karşımızda.

Veysel Demir...

Âşık Veysel gibi Anadolu toprağından, kültüründen; Tanrı yaratan Anadolu toprağının hümanizmasıyla, hoşgörüsüyle beslenmiş, büyümüş, gelişmiş. Bir çınar gibi köklerini, dallarını beslemiş, beslemiş, beslemiş... Havayla beslemiş türlü nice kuşlar o istemese de gelip dallarına konar. Suyla beslenmiş yaşadıkça daha da yaşayacak kökleri irileşmiş bu büyük çınar kökleriyle ve dallarıyla tüm Tokat’ın altına/üstüne  girmiş, yayılmış, Anadolu’ya Karadeniz’e, Akdeniz’e, Ege’ye, Marmara’ya doğru yol almış...

Bir şair... Elbette. Ama onun yüreği çok büyük... Davası büyük... Mücadelesi büyük... Çağdaşlaşma yolunda emeği büyük...

Suyla besleniyor, sevgiyle besleniyor, Tokat’ın havasıyla, doğal gıdasıyla besleniyor... Beslen ozan beslen... Sen yaşadıkça, yaşamı haklı çıkarmaya devam et... Hayat yaşamaya değer, hayat güzel, her geçen gün yeni bir gün için yeni bir başlangıçtır.  Çağdaş oldun, Ozan oldun, Arkadaş oldun, gönlü yolda olanlara yoldaş oldun, bitmez bir Çağlayan oldun, Devrim oldun, Şiir olsun, Marş oldun... Sen gönüllerde sultan oldun...

 

OZAN ÇAĞDAŞ

 

Ozan Çağdaş Ozan Çağdaş

Vur sazına Ozan Çağdaş

Doğruları yaza yaza

Kov yobazı Ozan Çağdaş

 

Çile çile ezgi ezgi

Anadoludur tek derdi

İnsanlığın beklentisi

Barıştadır Ozan Çağdaş

 

Zengin, fakir, ağa, köle

Dinli, dinsiz, azap bile

Tüm bunların sonu dile

Adalettir Ozan Çağdaş

 

Susturulmuştur nefesi

Pusu kurulmuş hayali

Halkın gerçek erdemleri

Umut taşır Ozan Çağdaş

 

Taşı sıksa suyu çıkar

Yetim büyür derdi giyer

Bükülmez boynu dik gezer

Yiğit durur Ozan Çağdaş

 

Var olasın sağ olasın

Sen çok çok yaşayasın

Şiirin umut çığlığısın

Gönüllerde Ozan Çağdaş

 

Fazlım’ın budur ancak isteği

Gezmek idi tüm dünyayı

Tokat’ta gördü güzelliği

Ölmez bir er Ozan Çağdaş

 

(Ayhan Aydın, 17 Haziran 2014, Tokat. Ozanın 40. Sanat Yılı Etkinliği)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geziler…

 

Almus, Hubyar Sultan

18 Haziran 2014, Perşembe

 

Ozan Çağdaş’a dedim ki, ozanım Cem Vakfı’ndan ayrıldıktan sonra Barış Televizyonu’na program yapmam için çağırdılar. Haftada üç gün Alevilik’le ilgili programlar yap, biz sana maaşını vereceğiz, dediler. Sonra iki ay çalıştırdıktan sonra bizim paramız yok, sana para veremeyiz, dediler.  Ben de olur, dedim. Haziran başına kadar programlara devam ettim, bir Alevi olarak ne yapabilirdim başka? En son bir 800 lira alacağım vardı, aldım. Bu geziye öyle çıktım. Yani kimi orta halli Alevinin ve Alevi dernek ve vakıf başkanlarının bir rakı masasında çekinmeden ödedikleri bir paraydı bu. Bir fakir Alevi gencinin öğrenim için bir ay ihtiyaçlarını karşılayacak bir para yani ve de tabii ki Ayhan Aydın için bir on beş günlük bir gezi parası! Ben de düşündüm ki, İstanbul’da ne yapacaksın Ayhan Babişko, çık yollara, aynı zamanda en sevdiğin hobin de olan yeni bir gezi yap! Ama plajlarda baldır bacak yatanları seyre dalarak değil de, keyfin için değil de, şöyle Anadolu’da, Trakya’da özüyle Aleviliği Bektaşiliği yaşayanla birlikte bir gez dolaş, her zaman ki gibi yani, bu sana çok iyi gelecektir. O yüzden çıktım yollara…  Senin üç gün gezelim şu Tokat’ı. Hubyar’ı, Keçeci’yi, Kul Himmeti Tokat’ı. Yiyip içirmesi köylülerden, benzini benden. O da sağ olsun kabul etti.

Onun da iyi ki bir arabası var. Olur, dedi. Yalnız Hubyar Sultan’a gece yarısı kalkarsan gidebiliriz, güneş gözüme vurursa yol alamam, gerçi senin için oraları gezeceğiz, yoksa benim oralara gitmeye niyetim hiç yok, dedi. Dediği gibi yaptık. Gece yarısı dörtte bindik arabaya… Başladı yolculuk… Ben gezi delisi olduğum için her şart altında geziye varım!

Sabahın ışıkları vurmadan doğanın sesi, nefesi, rengi beni cennette yaşatıyor. Buraya ben gerçek cennet diyorum. Gerçekten de öbür cennet var, ala, ama benim gerçek cennetim bu dünyadaki cennetler. Ya da halkın deyimiyle “yalancı cennetler”.  Almus Barajı’nı geçiyoruz ilkin, iyi ki de buraları dünya gözüyle görmüşüm, dediğim gibi o büyük gölü ve çevresini geçerken ürperdikçe ürperiyorum, sevindikçe seviniyorum. Her bir köy, her bir yamaç, her bir tepe, her bir ağaç ve havalanan her bir kuş benim için sevinç çığlığı oluyor. Bakmaya doyamıyorum. Nice virajlı yollar aşıyoruz. Nice dereler, tepeler geçiyoruz. Sonra kıvrıla kıvrıla çıkıyoruz, yukarılara.

Aslında uyumamanın, çok erken kalkmanın ne güzel yanları da var, diyorum kendi kendime… Köy yerlerinde sabah çok erken kalkanlar o suların ölümsüz güzel sesini, kuşların ötüşünü, otlardaki çiğ damlalarını görüp ne de emsalsiz mutluluklar girdabına kapılıyorlar, kapılabilirler.

 

HUBYAR SULTAN

Anadolu Aleviliğinde özel bir yeri olan yaşadığı dönem, ocağı, dergâhı, İstanbul’a kadar gelişi, etkilediği kültürel ve inançsal alan bakımından Alevi dede ocakları, dedelik ve cemler konusunda, semah konusunda adından çok bahsettiren Hubyar Sultan’la ilgili aynı şekilde çok şey anlatılmaktadır.

Ama kesin olan bir şey var ki o da; olağanüstü bir doğa içinde, sadece kendi köyünde ve çevresinde değil çok geniş bir alanda izleyicisi, seveni, talibi olan Hubyar Sultan’ın önemi değil azalmak zamanla artmış gibi.

Sabahın ilk ışıklarıyla Hubyar Köyü’ne varıyoruz nice dağlar, tepeler, engeller aşarak. Köy birçok mahalleden oluşuyor. Muhtarlığın da bulunduğu köy (mahalle) ise türbeden oldukça uzak ama bir saklı cennetin içinde. Yüce dağların başında saat: 08.00’de arabayı doğruca Mustafa Temel Dede’nin evinin yanına çekiyoruz. Tam da hayal ettiğim gibi çokça sevdiğim Mustafa Temel Dede büyük bir sofrada çayını, çorbasını içiyor, tereyağlı yumurtayı görünce bereketi bol Hubyar Sultan, sen beni düşünmeyecen de kim düşünecek, diyorum! Çorbamızı içtikten sonra gözlerimiz iyice açılıyor. Mustafa Dede’yle birlikte türbeyi ve çevreyi geziyoruz. Ziyaretçisi eksik olmayan Hubyar Sultan’ın yine misafirleri, mihmanları, konukları gelmiş çevre köylerden. Rengârenk, tertemiz ışıl ışıl yüzleriyle canları kucaklıyoruz. Köy tertemiz. Köyün başında bir çeşmeden gürül gürül su akıyor. Dağlar, taşlar otlar, çayır, çimen, çiçek içinde.  Burada devam eden tamirat, tadilata rağmen tarihi ve inanç varlığını bize sunuyor Hubyar Sultan.

Mustafa Temel Dede’nin dedelerinden, babasından kalan eski ev ise bir konak. Ahşap döşemeler ve dolaplar, tarihi resimler, içerde kalın duvarların içinde birçok anıyı saklıyor. Türbeyi, köyü ziyaret eden hatırlı insanlar bu konakta ağırlanırmış, kahveleri burada içerlermiş. Biz de bu gelenekten sayıldık ve kahvemizi, dışarıdaki alafranga tuvaletin de bulunduğu bu güzel mekânda yudumladık.

Mustafa Temel Dede çok dertli. Köy muhtarlığıyla ilgili türlü şeyler anlatıyor. Zaman zaman Tokat’a iniyormuş. Seveni, sayanı her zaman çok olan ve yirmi yıldır tanıdığım Mustafa Temel Dede’nin kırmızı yüzünün canlılığını hiç kaybetmediğini görüyorum. Gerçekten bu dağlar, bu köyler, bu Anadolu insanı her şeye rağmen, her zorluğa karşın diri tutuyor.

Dağların eteğinden köyün resimlerini çekiyorum.

Ozan Çağdaş’ın lafına uyarak, çok zaman kaybetmeden ayrılıyoruz buradan. Ama ben inerken de yine durduruyorum arabayı; böylesine güzel çiçekleri her zaman bulamam, deyip fotoğraflar çekiyorum. Aynı tepeyi bu sefer daha kolay inerek, köylerden, tepelerden, derelerden geçerek Almus Barajı’na doğru yol alıyoruz.

 

Kul Himmet, Görümlü (Varzıl), Almus

 

Kahpe felek sana n’ettim n’eyledim

Attın gurbet ele parelerimi

Ahirinde beni sıladan ettin

Bulunmaz derdimin çarelerini

 

Günden güne alkanlarım akıyor

Yaram yürektedir beni yakıyor

Biri sağalmadan biri çıkıyor

Sağ cerrah incitme yaralarımı

 

Bir kemlik görmedim aktan karadan

Çetin kurtulurum ben bu yaradan

Gözlerim ki merhem gele sıladan

Dağlar perde tutmuş aralarımı

 

Kul Himmet’im ötesini bilirim

Çeke çeke ben bu dertten ölürüm

Vadem yeter gurbet elde kalırım

Dost olan giyinsin karalarımı

 

(İbrahim Aslanoğlu, Kul Himmet, Ekin Yayınları)

 

Yıllar yılı görmek istediğim en önemli ziyaret mekânlarından birisi de hiç şüphesiz benim büyük ulu ozanlarımdan birisi olan Kul Himmet’in türbesinin olduğu Görümlü Köyü, daha doğrusu beldesidir. Yukarıdaki ruhumun en derin yerlerinin türküsünü söyleyen bir ulu ozana niyaz eylemek düş dünyamda beni muzaffer eyleyecek işlerden birisiydi. Bu da bugüne kısmetmiş, Ya şükür! O Türk dilinin ve edebiyatımızın şahikalarından birisidir. Çile çeken, inancını tüm varlığıyla yaşayan, yaşatan ve bundan ödün vermeyen ululardan ulu bir ozan, gerçek bir Alevi önderidir Kul Himmet.

Burada mahalle muhtarına mihman oluyoruz. Şansımız var, yemekler yeni pişmiş mis gibi, nurlu ellerden çıkan köy yemeklerimizi yiyoruz. Bu da bir kısmet, nasip işi, bu da ulu ozanımın lokması olsun, diyorum.

Türbe bakımsızlıklar içinde, çok basit bir şekilde inşa edilmiş bir betonarme bina, ağaçlıklı bir bahçe yanında. Çevrede oynayan çocuklar var. Onları alıp birlikte fotoğraf çekiyoruz. Dualar edip, şiirler okuyorum bu büyük ozanın türbesinde. Her şeye rağmen yine de yeşil bir köy. Burada daha önceden bildiğim bir dedeyi soruyorum. Dedenin çayırda ot biçtiğini öğreniyorum. Aynı şeyi Keçeci Baba’da da yaşayacağım. İnsanlar yaşamın gücünü omuzlamaya çalışıyorlar.

Ben ise bu önemli Alevi köyünde fazla bir şey yapamadan, gözüm arkada oradan ayrılıyorum.

Sonrasında ise ismini Çorlu’ya yine bu köyden taşınmış dedelerden bildiğim ve aynı zamanda Ozan Çağdaş’ın da köyü oyan Gevrek Köyü’ne gidiyoruz. Köy oldukça büyük ve güzel. Köyde yeni yapılan cemevini geziyoruz. Köydeki gençlerin konuya duyarlı olduğunu anlıyorum.

Yine akşamüzeri Almus yolu üzerindeki bir yerleşim birimine iniyoruz. Orada ise beni büyük bir sürpriz bekliyor. Anam sen nereden biliyordun benim sini tepsisinde kıvrım kıvrım içine peynir ve maydanoz konulan “kuzine” tipi sobada pişen böreği sevdiğimi! Vay, vay, vay… Hakk razı olsun bunu yapan ellerden. Sohbetler, çaylar, yol boyu yürüyüşler... Sonra ise ağaçları yere yapıştıran yeri göğü birbirine katan bir fırtına, bir yağmur… Bu geceyi burada geçirdik. Çok şükür… Doğa öyle bir güzel ki, yahu tatil beldesi diye aradıklarınız aslında Anadolu’daki köyler. Bu dağlar, bu ağaçlar, bu dereler, bu köyler… Nerede bulunur böyle tatil beldeleri?! İşin çok tuhaf tarafı da ben bunu doğallıkla söylerken bir de bakıyorum ki yolun kenarında, bu dağ başında, bu köyde, satılığa çıkarılmış ve tümüyle tatil evi olarak yapılmış evler yok mu yol kenarında, daha neler!, diyorum kendi kendime. Ayhan her zaman olduğu gibi yine sınıfta kaldın. Bir tek kendini akıllı sanırsın ha. Bak elin oğlu senin söylediğini çoktan pratiğe geçirmiş bile. Hayret ki hayret.

 

19 Haziran 2014, Cuma

Erbaa, Keçeci Köyü, Keçeci Baba Sultan (Mahmudi Ahi Veli Hazretleri)

 

Her yer yemyeşil. Bahar çağları buradan gitmemiş henüz, belki de yeni yeni gelmiş. Köyün çevresinde otlar adam boyu. Ziyaret ettiğimiz Nurettin Eraslan Dede hemen gelinine bir şeyler hazırlamasını, bizlere sunmasını söylüyor. Beş dakikada lokmalar geliyor sofraya, göz yaşları içinde… Bir acı yaşanmış yakında burada evin geliniyle ilgili… Yaşam bir bütün; acı, hüzün, hastalık, bahar, neşe, dua her şey iç içe kaçamazsın ki bundan.

Sonra dedeyle birlikte Keçeci Ahi Mahmut Baba - Dede’ye varıyoruz. Burada da otlar adam boyu. Yıllar yılı görmek isteyip bir türlü gelemediğim bir inanç merkezimiz de Keçeci Baba Sultan’ın türbesiydi. Ruhsal rahatsızlıkları olanların özellikle ziyaret ettiği, ettirildi, medet Mürvet denilerek şifa için Türkiye’nin dört bir tarafından hastaların gelip türbenin yanındaki özel bir bölmede yatırılan, hayır dualarının alınması için ziyaret edilen Keçeci Baba adına da her yıl geleneksel olarak anma etkinlikleri yapılıyor. Türbenin önü de yemyeşil, yeni ekilen ağaçlar, insanların yemeklerini yemeleri için küçük yapılar, hemen yanında başı dumanlı dağlar… Burayı da gözümde çok özel bir yer yapıyor. Tüm çevre yaşayan bir köyün içinde. Mandalar (Çamuşlar), koyunlar, öküzler, inekler, kuzular… Tarla yaşamı, ağaçlar, çayırlar, çimenler, büyük çiçek tarlaları… Hepsi bir kartpostal güzelliğindeki bu alanda insanın ömrü uzar vallahi.

Ahi Baba olarak da anılan ve Keçecilik işiyle uğraştığı için bir Ahi Baba’sının özelliklerine de sahip olduğu görülen Keçeci Mahmudi Ahi Veli Baba’nın tarihsel kimliği tam ortaya konulabilirse; büyük Türk sosyal yapılarından ve Alevi Kurumu olan Ahilik’le Alevilik arasındaki doğrudan bağa çok iyi bir örnek teşkil edebilir onun yaşamı. Anadolu toprağında hatta Balkanlar’da diğer gamlık, Ahlaklı üretimin ve mertliğin, paylaşmanın ve dayanışmanın en önemli temel taşı olan AHİLİK kurumu bugün yeniden gün yüzüne çıkarılıp gençlere anlatılmaya çalışılsa da bu yeteri kadar yapılamamaktadır. Her şeyi ezbere bilen ve birçoğu doğuştan profesör olan Alevilerin kimi devrimci gençleri ve ileri gidenleri belki de bunu yani Alevilik’le Ahilik arasındaki bağlantıyı “devlete bağlanan bir halka” gibi görüp, boğanın kırmızıyı görmesi gibi burunlarından duman çıkararak reddedeceklerdir ama nafile bir çabadır bu. Çünkü Ahiliğin temel yapısı, erkânları, törenleri, ilkeleri tümüyle Alevilikteki, Bektaşilikteki temel değerlerle, erkânlarla, yeminlerle, dualarla, nefeslerle… Tümüyle örtüşmektedir. Bunu bir zenginliğimiz olarak göreceğimiz yerde, işini gücünü kaybetmiş, okyanuslar ortasında tam batmakta iken bir ada bulmuş gibi, Aleviliği keşfetmiş solcu eskilerinin gönlü hoş olsun diye, bu büyük kurumu yok sayamayız. Mesele bunu anlatabilmektedir. Bu da Alevi aydınlarına düşer.

Ha gayret Alevi aydınları biraz okuyup, ders çalışın ve anlatın insanlarımıza Ahiliği!

Bu sene çokça konuşulan bir konu ise Keçeci Baba Türbesi’nin hemen bitişiğinde bir caminin yapıldığıyla ilgili haberlerdi. Bu basına da yansıdı.

Burada gerçekten taştan, tavanı özel olarak ahşaptan yapılmış, epey masraf yapılarak bir ortaya konmuş bir mescit var. Ama iddialar türlü çeşitli. Buna göre; köydeki dedelerin ve halkında da istemiyle bu mescit yapılmış. Diğer bir söylentiye göreyse; bu kaymakamlığın ve müftülüğün dayatması. Her ikisi de olabilir veya daha doğrusu birbirine eklenen bir süreçle yaşanan bir durum bu.

Erozyona uğrayan,  uğratılan, asimile olmaya başlayan Aleviliğin değerlerinin yaşanmaması,  köylere gidilmemesi, onlarla ilgilenilmemesi, dedelik, ozanlık, zakirlik gibi kurumların yok olmaya başlanması, kendisini yenileyememesi, şarlatan şeklinde birçok dernek ve vakıf başkanının yani sözde Alevi Bektaşi toplumunun sözcüsü, bekçisi, “siyasi beklentisi yüksek artist”inin ciddi bir şey yapmak yerine göstermelik işlerle olayı geçiştirmeleri, alttan alta yok oluşu engelleyememekte tersine (bilinenin aksine) süreci hızlandırmaktadır.

Demem o ki, Tokat’ta da aslında epey bir zamandır devam eden bir yok oluş süreci var, asimilasyon süreci var, Sünnileşme süreci var…

Nasıl olur? Demeyin.

Görünüşte ve sözde Aleviler varlıklarını sürdürüyorlar. Ama Aleviliğin değerlerinin tam yaşanmaması,  bu değerlerin yok sayılması, ötelenmesi, terk edilmesi, unutturulmaya çalışılması, bu “sözde” Alevilik görüntüsü karşında Sünni İslam görüşünün bizzat devlet, Sünni otorite, Diyanet, kimi hain Aleviler tarafından uygulanması asimilasyonu hızlandırıyor.

Sünni değerlerin gerçek İslami değerler olarak algılanıp, algılattırılıp, dayatılması, Alevi değerleri yerine Sünni değerlerin yer değiştirmeye başlaması, bunun ağır ağır yapılması ama sürekli bilinçli bir şekilde yapılması, bu sürecin devam ettiğin göstermektedir.

Yani Aleviler, Bektaşiler, Alevi ileri giden dernek ve vakıf başkanı “siyasi beklentisi çok yüksek artistleri”, sözde aydınları, büyükşehirlerde devletten ödenek bekleyen aslında çoğunun bir evi olsa da, emeklilik gibi sabit gelirleri olsa da, ağlayıp sızlayarak kendilerine özgü bir fakirlik edebiyatı yapan ama gerçekte dedelik yapmayan, yapmak istemeyen, rahatına düşkün yapay dedecikler bu nakaratlarla kendi sazlarını çalmaya devam ederken, kimse üzerine düşeni tam yapmazken; Aleviler Sünnileşiyorlar!

Sünni kuşatma altında hızla namaz kılmak için camiye koşmaya başlıyorlar! Bu da bizim dinimizin temeliymiş deyip, televizyonların, komşularının etkisiyle gerçek yol göstericileri olmadığı için ramazan orucu tutmaya başlamaktadırlar.

Buna karşın Alevilerce; üç beş slogan atmanın, yürüyüş yapmanın, slogan gibi yazı yazıp mesaj atmanın dışında kalıcı olarak hiçbir şey yapılmamaktadır.

Bu nedenledir ki;  Alevilerin Sünnileştirilme süreci Kütahya, Afyon, Eskişehir bölgelerinden sonra şimdi de Tokat, Amasya, Samsun bölgesine gelmiştir. En çok sesi çıkan, “medyatik” olan bölgelerden birisi olan bu alanda yirmi otuz yıl sonra Aleviliğin sadece adı kalırsa buna ben şaşmam!  Pişmiş kelleler sağa sola sırıtırken, gerçekleri ters yüz edemeyip bu duruma şaşsalar da ziyanı yok, görünen köy kılavuz istemez!

Slogan peşinde koşan kimi Alevi ileri gidenlerinin,  kurum başkanı ve yöneticisi daha doğrusu “siyasi beklentisi yüksek artistlerin” bunda payı da olacaktır.

Ama onlar siyasi ikbal peşinde oldukları; bu toplum çok unutkan, pohpohçu, şarlatan sever, alkışçı, balık beyinli olduğu için bugüne kadar kendilerinin meclise gönderdikleri, şu anda mecliste olanlar, gibi bundan sonra da Alevileri kullanıp meclise girecek olan, “siyasi artistler” kıllarını kıpırdatmadan milletvekilliğinin avantajlarını kullanıp, irinli taslardan çıkar, vurdumduymazlık şarabını içmeye devam edeceklerdir!

 

Bu süreç nasıl işliyor peki?

Çoğu Alevi gibi köyünden çıkmış, büyükşehirlere gelmiş, az çok eğitim almış ama özellikle de Alevileri kalbinden vuracak altın atış olan “söz dansözlüğünü” iyi yapan “söz ustalığının” ipuçlarını yakalamış uyanıklar, sızıyorlar Alevi Bektaşi kurumlarının içine.

Ustaca manevralarla tek dertleri birilerini eleyip, kendisinin ne kadar cesaretli, ne kadar fedakar, ne çok ezilmiş, bilgili, ufku açık, bu toplumun gerçek önderi olabileceklerine biraz daha saf olanları inandırabilmek. Yandaşlık, şu örgüttendim ben de, dayanışması, şu parti sempatisi, şu hemşericilik… Derken gerisi çok kolay geliyor artık. Ayak oyunları, azarlamalar, hafif tehditler, gece gündüz uyumadan adam markajlamak. Bir de tabii işin medyatik olma yanı var; bir de sözde de olsa “Alevi Medyası” var. Hele de seni tutan veya bağlı olduğun kurumu önceleyen basından bir iki tanıdık varsa değme gitsin işin iş yani. İşin artık çok kolay… Bir iki demecin çıktımı şöyle… Ohhh gerisine karışma… Sen galibiyete yakınsındır artık. Evet, evet bu adam iyi konuşuyor, Alevilerin hakkını bu savunur, imajını vermen yeter. Zaten artık imaj devrindeyiz, her şey ona bağlı ki Alevilerin bayıldıkları bir şeydir aynı zamanda. (Bunu çok iyi biliyorum; hatta benim programlarıma çıkmak isteyenler iki de bir sorarlardı “canlı mı, canlı mı” evet capcanlı, canlı ne kelime!)

Efendim gerisi çorap söküğü gibi gelir. Allah da ya yürü kulum, diyor mübarek… Para kazanmak ama ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyenlere “Ya yürü kulum” diyor…

Ticarette bir yerlere gelmek özellikle hızlıca gelmek isteyenler de “Ya yürü kulum” diyor…

Siyasete girenlere hele onurunu dahi kaybetmeyi göze alanlar da “Ya yürü kulum” diyor…

İşte Aleviler için de adamın içinde varsa yükselmek ikbali, ona da “Ya yürü kulum” diyor yüce Allah… Ne bileyim öyle gördüm en azından… İşte sonu tamam oldu işin artık.

Yahu bunu sadece dernek, vakıf başkanlarında değil de bazı yazarlarda da görmüştüm ben. Hele biri vardı ki, “Hacı Bektaş Sünnidir” dediği halde, her seçim sonucunda “halkımız çok güzel mesajlar verdi” deyip sağduyusuna çok güvendiğimiz yüce halkımız o yazara çok itibar etmişti mesela. Basından, sağdan soldan büyük destek gördü, derken piyasa yaptı adam ölmeden, “düşünür, alim, kitabı en çok basan yazar” oldu öyle gitti öbür tarafa, ana avrat sövdükleri, telif paralarını vermemesi, başkasının çalışmasına sahip çıkması, sahte kitap basması hep unutuldu nihayetinde…

İşte sevgili okurlar, hepsine haksızlık yapmayalım, beni de çok severler, gerçi beni sevip sevmemeleri değil de, çok iyi insanlar da vardır içlerinde. Ama ne hazindir ki, Türkiye’deki Alevi ileri gidenlerinin bir kısmı ilkin böyle başkan olmuştur, kurumların başına.

Şimdi tüm bunları elinde koz olarak kullanacaktır. Eeee… Prof. Olmak, kendisini ispat etmek o kadar kolay mı, adam kaç kitap yazdı, kaç yazı yazdı, kaç demeci basında çıktı, kaç televizyon, radyo programına katıldı. Bir güzel bunları arşivler, bir dosya halinde arkasını mutlaka dayayacağı yine yukarıdaki gibi “hemşeri, eş, dost” tanıdıklarla çalar kapısını cumhuriyetle yaşıt partimizin. Öylece oralarda yükselir, en azından adım bile atmaması, atamaması gereken merdivenlerden hızla çıkmaya başlar. Belki çıkar, belki çıkamaz ama amaç, hedef aynıdır sonuçta; bir siyasi olmak!

Ha tüm bunları niye mi yapıyor bu adamlar; Yahu elbette Aleviler, Bektaşiler adına yapıyorlar. Gerekten öyle, iki gözüm çıksın ki öyle, vallahi ki öyle, tillahi ki öyle… Alevilerin Bektaşilerin haklarını onlar savunacaklar. Kim savunabilir ki onlardan başka! Her türlü donanım var onlarda… Siyasi deneyimleri var, Türk ve dünya tarihinden haberdardırlar, çok okurlar, çok gezerler, ufukları açıktır onların!..  Zaten halk onları çok seviyor, onların arkasındalar. Büyük yeteneklerdir onlar… Onlar ki milletin makus talihini değiştirecek üstün zekalı, çok donanımlı, endamlı, birikimli, tam da aranan insanlardır!

Artık meclise, en azından parti meclisine, yahu en azından belediye meclisine girsinler gerisi gelir hizmetin!

İşte ülkemiz, CHP ve Aleviler ne çekiyorsa bunlardan çekiyor…

 

Nurettin Eraslan Dede (Keçeci Ocağı), (1948)

 

Alevi, Bektaşi bence ayrı ayrı olmamalı. Bizler özüyle Bektaşi’yiz aslında. Bektaşilik çok önemlidir. Bu ayrım belki de eskiden korkudan ayrılmış olabilir. Ama şimdi korkulacak bir şey yok, ayrı ayrı olmamalıdır. Benim büyük sorunum var; bizde ibadetler ayrı ayrı. Buna ben çok üzülüyorum. Neden tüm ibadetlerimiz bir olmuyor. Tüm Alevilerin, tüm Bektaşilerin ibadetleri aynı olmalıdır. Ayrımı ben isteniyorum. Bir de tüm dernek başkanları hepsi ayrı ayrı şeyler söylüyorlar, bizlerin kafası çok karışık, efendi. Bu çok yanlış. Camiiye gidenler hepsi aynı ibadeti yapıyorlar da, bizler neden hep ayrı ayrı ibadetleri yapıyoruz. Bence bu ayrımlar bitsin, derneklerin ayrı ayrı olması bitsin. Bunlar bizleri çok yıpratıyor. Bizler tarihte ne doğruysa onu takip edelim. Bunlar da bize anlatılsın, bizler burada hiç ilgisiz yaşıyoruz. Bizleri Çelebiler de anlamıyorlar. Onlar da başka havalardalar. Bizleri anlayan; yazar, dede, çelebi, dernek başkanı yok. Bizler burada gerçekten sahipsiziz. Burada Keçeci Dedeleri bile tam anlayaşamıyorsa birlik nasıl kurulacak ki?

Burada farklı farklı kabileler varsa da çoğunlukla en çok Eraslan isimli dedeler vardır.

Burada Rıza Şahin Dede var. Ama o da bize bağlıdır.  Yani o da dededir ama bize bağlıdır. Birçok kişi de bilir ki her ne kadar burada başka dede soylular olsa da, onlar da bize bağlıdır. Çünkü esas Keçeci’nin soyundan gelen bizmişiz. Bunu atadan dededen böyle duyduk, böyle gördük, köylülerde bunu kabul ederler.

Bizden İstanbul’da: Hüseyin Eraslan, Fevzi Eraslan, Hasan Eraslan dedeler vardır, onlar cemlerini yaparlar.

Burası Ayhan Bey, yaz kış ziyaretçisi eksik olmaz. İnsanlar kurbanlarıyla buraya gelirler, burada kurbanlarını keserler. Keçeci Baba Etkinlikleri her sene 2 Eylül’de oluyor. Bizden hem köyde hem de İstanbul’da duranlar vardır.

Benim babamın ismi Kasım’dır. Esat Amcam vardı, Hacı Ahmet vardı. Veli amcam çok ulemaydı. Hem dedelik, hem de hocalık yapardı.

Bizler Hacı Bektaş’a bağlıyız. Ben kendim Veliyettin Ulusoy Efendi’ye bağlıyım. Zaman zaman onlar buraya gelirler, zaman zaman bizler oraya gideriz. Ama bizler İcazetname almıyoruz. Bu köyde Dedelik İcazetnamesi alınmıyor. Bizim asli olarak köklü bir ocağız, o yüzden kendimiz cemlerimizi yaparız. İcazetname almayız ama Hacı Bektaş’a bağlıyız. Her sene gelirler görgü sorgu olur. Müsahiplik var ama şimdiler çok azaldı. Bizim aslımız Bektaşiyiz.

Keçeci Baba hakkında çok değişik şeyler anlatılır. Orhan Bey zamanında yaşamış derler. Çok kerametler göstermiş derler. Bir Çelik Taş varmış, onu atmış o da buraya düşmüş, o da onun peşinden gelmiş, derler. Ayak bastığı yerlere kurban olayım, o her zaman andığımız ulu ceddimizdir.  O neler yapmamış ki, asasını vurmuş su çıkarmış, kötülük yapanlara cezasını vermiş; “burada hiç biriniz kalmasın” demiş, orada kimse kalmamış. Dua ettikleriyle dualanmış erler, buraya akıl hastaları, saralılar da çok gelir. Ondan medet isteyenler, dilek dileyenler gelirler. Burası dolar taşar. Türkiye’nin her yerinden insanlar gelirler.

Ayhan Bey o ve hepsi kazanmış hak etmişler, Allah onların yolundan bizi ayırmasın. Ben diyeyim, ben fazla bir şey bilmem. Gelenler yardımcı olurum, gücümce yolumu sürerim...

68 yaşındaki Büyük Almus Daduhda (Çamlıbel) Köyü’nden Salman Evcil ise sanki bir kamber olmuş, her sene geldiği dedenin evinde buranın bir parçası olarak, Keçecin aşkını beni dağlar aşırır, ona her daim niyazım vardır, o dertlilere derman verendir, o hastalara şifa verendir, ben her zaman gelip bu dede de kalırım. O da bizim oraya gelirse bende kalır. Yıllardır bir evli gibi olduk. Allah yolumuzu uğursuza uğratmaya, her daim günler aydın ola, Hızır yardımcımız ola, diye dua etti.

Peki, Keçeci Baba gerçekte kimdir?

“Eski Kaynaklara göre Horasan’dan Anadolu’ya gelen türbesi Tokat ili, Erbaa ilçesi, Keçeci Köyünde bulunan Sancaklı evliyalarındandır. 13. Yüzyılda yaşadığı, Hacı Bektaş Veli’nin amcası olduğu da rivayet edilmektedir. Keçeci Baba, Ahi Mahmut Veli, Gül Ahi Baba, Şah Mahmut Veli gibi adlarla da anılmaktadır. Selçuklu döneminin son Ahi Babası olarak da bilinmektedir. Ayrıca zamanın önemli sanatlarından olan keçeciliğin en büyük ustasıdır. Türbesi bulunan köyün adı da buraya dayanmaktadır. Keçeci Baba, bilim, ruh sağlığı, veterinerlik, sanat ve eğitimle uğraşmış, zamanının en yetkin bilgin ulema kişisi ve velisi olarak Anadolu Erenleri içerisinde derin iz bırakmış Horasan pirlerindendir. Kendi türbesinin içinde yatan ailesi ile birlikte altın Bıyık, Seyit Mehmet ve Ali Haydar adında üç oğlu ve Turhal Karkın köyünde yatan Aziz Baba adlı torunu olduğu bilinmektedir. Türbesini her yıl, her etnik yapıdan, inançtan ve kültürden binlerce kişi ziyaret eder, kurbanlar keserler, adaklar adarlar. Türbesine özellikle ruh sağlığı bozulmuş kişiler, felçliler, askere gidenler ve çeşitli dilekler dileyenler gelirler.” (Vikipedi Ansiklopedisi)

 

Ulutepe, Tokat

Mehmet Dağdeviren, Rüştü Durna

 

Gerçekten de buraya doyamadan ama yolculuğun büyüsünde bir başka hedefe doğru yol alıyoruz. Yahu ben gerekten de deli dolu bir adamım yolda aklıma bir can sima daha geliyor; Kemençeci MEHMET Amca. O da Tokat’lıydı. Bir onu arayayım, ona da gidebiliriz miyiz, bir deneyelim bakalım.  Mehmet Dağdeviren çok neşeli bir insan. Gerçekten de çok güzel kemençe çalan bir can. Kendisini Cem Televizyonu’nda da konuk etmiştim. Köyde bir dükkân işleten Mehmet Amca’yı Ulutepe’de ziyaret etmeye karar veriyoruz. Burası Tokat’a çok uzak değil. Hatta yakınlarında Kervansaray Köyü de varmış. Benim çok sevdiğim Eraslan Doğanay Dede’nin köyü.

Ama yine de köye daha doğrusu beldeye ulaşmak hiç de kolay olmuyor. Akşama doğru köye varıyoruz. Gül yüzlü Mehmet Dağdeviren ve eşi bizi çok büyük bir sevecenlikle karşılıyorlar. Birlikte köyün meydanına gidiyoruz. Ama bir sürpriz var burada bizi bekleyen; İstanbul Alevi Derneği başkanı Rüştü Durna’nın da burada olduğunu öğreniyoruz. Meğerse onun da köyüymüş burası ve bugün köye gelmişler. Onunla da buluşuyoruz. Köyü çarçabuk geziyoruz. Oldukça güzel olan beldenin insanları da çok cana yakınlar. Köy meydanında Ozan Çağdaş şiirler okuyor. Bu iyi bir nefes alma imkânıydı doğrusu.

Yine ben kalmak istesem de, Ozan Çağdaş’ın sözüne uyarak, Tokat merkeze kendimizi zar zor atıyoruz. Ozan Çağdaş elbette çok yoruluyor. Siz belki bu gezinin güzergâhını bilmediğiniz için benim anlatımımla bunu doğal karşılıyorsunuz, mesafeler kısalıyor gibi ama hiç de öyle değil. Bu geziyi böyle dağları, tepeleri aşarak iki günde yapmak büyük bir başarıydı.

 

20 Haziran

Bugün ise Tokat merkezi geziyoruz. Tokat bir günde iki günde gezilerek bitirilecek bir şehir değil ki! Her şeyden önce önemi bir tarih kenti Tokat’ın, doğası da büyüleyici. Kent merkezini, kalesini, tarihi camilerini, hanlarını, sokaklarını, mahallelerini, hamamlarını geziyoruz. Akşamsa yine bir güzel buluşma. Tokat’lı şairler bir araya geliyorlar, şiirler söyleniyor, bir hocamız saz çalıyor! Şu ülkeyi bölüp parçalamasalar, insanları birbirlerine düşürmeseler bu milletin kaynaşmaması için hiçbir neden yoktur aslında.

Ballıca Mağarası ise buraya gelindiğinde mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir doğal zenginlik. Üstü ağaçlarla kaplı bu tepelerin altıdan tabiatın bir mucizesinin saklı olduğunu kim bilebilir ki?

T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Tokat İl Çevre ve Orman Müdürlüğü Ballıca Mağarası Tabiat Parkı içinde bulunan mağarayla ilgili bazı bilgiler: “Ballıca Mağarası, Tokat’ın Pazar İlçesi’nin güneyinde bulanan Akdağ’ın Yaşilırmak Havzası’na bakan kuzey yamaçlarında bulunmaktadır. Akdağ bölgenin, en yüksek tepesidir eve 1916 metredir. Mağara resim olarak 1995 yılında turizme açılmıştır. Ziyaret açılan 9 salonu ile 680 metre uzunluğunda ve 94 metre yüksekliğindeki Ballıca Mağarası, dünyanın en büyük ve en görkemli mağaralarından birisidir. Yıl boyunca ortalama sıcaklık 18 derece ve ortalama nem oranı % 54 olan Ballıca Mağarası’nın, atmosferdeki oranın yaklaşık 4 kat saf oksijen içeren havası nefes almayı kolaylaştırmakta ve solunum rahatsızlığı çekenlere oldukça iyi gelmektedir…” (kapıda dağıtılan broşürdeki bilgiler)

Anlaşıldı bana Allah ömür verecek, biraz da para ihsan edecek, benim işim gücüm gezmek olacak. Yüce Allah’tan budur isteğim, arzum; Yarabbi sağlık, sıhhat ve biraz da para!

Akşam otogardan Nevşehir’e giden bir otobüs buluyorum.

 

GÜNÜMÜZE BİR ELEŞTİRİ YAZISI DENEMESİ…

 

AYHAN AYDIN

 

21 Haziran

Hacı Bektaş

               

Sabahın ilk saatlerinde otogardayım. Yahu ilk önce şaşırmıştım bu kadar Japon’u Nevşehir Otogarında görünce, ama öyle ya, burası Kapodokya’nın merkezi. Japonlar da o kadar seviyorlarmış ki Kapodokya’yı buraya akın ediyorlarmış, burada onları görmekten daha doğal ne olabilir ki! Ne bileyim işte benim saflığım.  Otobüsle gelirken veya bir gün sonra yakınlarımın beni arabayla bıraktıklarında gördüğüm ve bu sene izleyip etkisinde kaldığım Türk sinemasının başyapıtlarından “Kış Uykusu”nda özümseyip, içselleştirdiğim gibi bu KAPODAKYA değil Türkiye’nin, dünyanın saklı cennetidir, bir doğa mucizesidir. Onu anlatmaya kelimeler yetmez. Burası sadece peri bacalarından ibaret değil yani. Toprağı, taşı, havası, kuşu, serinliği… Okyanusun ortasında bir ada, derler ya, evet öyle bir yer… Anadolu bozkırının ortasında gerçek bir vaha! Kapodokya bunu bil ki bir gün ölmez canım sağ kalırsa seni en on gün yaşayacağım…

Hemen gelen bir otobüsle kendimi Hacı Bektaş’a atıyorum.

Burada aradığım ilk kişi ise Kamber Özcivan’dan başkası olmuyor. Eee kader ortaklığı var ikimiz arasında.  Kamber Özcivan 1990’larda Yurtta Birlik Gazetesi’ni çıkarmış, bir koşuşturma içine girmişti. Şimdi ise yine boş durmuyor, duramıyor daha doğrusu. Hacı Bektaş’ın orijinal olarak kabul görmeye başlayan ve kimin tarafından da yapıldığı bilinmeyen “aslanlı – ceylanlı” resmini çok güzel yeniden yağlıboya olarak resmetmiş, bunu çoğaltmış, kendi ifadesiyle gazetenin giderlerini karşılamak için plastik tabaklar üzerine yaptırarak toplu satışlarını yapmış bir canımız. Şimdi de geçen sene başında fötr bir şapkayla üzerinde Alevilerin haklarını talep eden yazısıyla, Kızılay’da, Taksim’de dolaşıp Ankaralıları, İstanbulluları bilinçlendirme sevdasına tekrar düşmüş bir emekli öğretmen.

Ama bence Kamber Özcivan’ın en önemli özelliklerinden birisi onun iyi bir çevreci olması. Babası 88 yaşında olmasına rağmen bir delikanlı gibi atik, çalışkan, dinç olan Ahmet Özcivan’la birlikte ortak evlerinin bahçesine, bahçe dışındaki yola, hatta mezarlığa bile yüzlerce çam fidanı dikti, suladı, baktı, büyüttü.

Onların bu gayretlerine gülenler oldu.

Eee… Bu Türk toplumudur güler hatta türlü isimler de takar insana.

Bana birisi Ayhan Karanlık, ismini taktı Almanya’da…

İlk önce çok çok öfkelendim. Ama şimdi diyorum ki çok iyi bir isim bulmuş bu adam!

Alevilik adına ortaya çıkan soytarıları eleştirince, bir Alevi olarak zaaflarımızı, toplumsal açmazlarımızı ortaya koydukça, bu ismi daha da çok hak ettiğe inanıyorum artık.

Baba oğul bu adamlar mezarlığa çam dikince; çevredekiler “bakın bunlar çam dikiyorlar ki, mezarlığa ilerde sahip çıksınlar. Çamlar büyüyünce orası bizim diyecekler, o yüzden bu çamları dikiyorlar” diyorlar. O Çamları söküp atıyorlar.

Evet… Tabii ki bu Aleviler aydın insanlar olacaklar, ben değil ya!

Çoğu Alevilerin özellikle son zamanlardaki kimi tutumlarını, tavırlarını, konuşmalarını, davranışlarını, iki yüzlülüklerini, dedikodu makinesi olduklarını, hiçbir sorunu çözmeyip, çözümsüzlükte çare aradıklarını, yarini düşünmediklerini, gençlere yatırım yapmadıklarını, en basit meseleleri büyütüp kavgaya işi döktüklerini, birbirlerini sınır vs. basit meselelerden dolayı mahkemeye verme yarışına girdiklerini görünce iğrenmeye başlıyorum bu durumdan.

Ama ne yapalım diyorum, her seferinde belki de kendimi avutmaya çalışarak; “çoğu böyle değil ya”…

Acaba?

 

Bir de diyorum ya hani son zamanlarda; bu Alevilik Alevilere fazla geliyor, diye.

Günümüzde yaşanmayan bir Alevilik var, değerleri ayaklar altına alınan bir Alevilik var… Sözde Alevileriz bizler, diyorum.

Kendimi de ayırmıyorum ya tümünden.

Değerlerimizi yaşatamıyoruz, ona sahip çıkamıyoruz, yağmalıyoruz atalarımızın ürettikleri tüm güzellikleri, geleceğe bir şey kalmayacak, gençlerimize hangi güzelliklerimizi bırakacağız, diyorum ya birilerini de bu laflar çıldırtıyor.

Kendileri gerçekten Öz Aleviler ya, bu eleştirilerime çıldırıyorlarmış.

O yüzden ben delirmişim, çıldırmışım, karanlık bir adammışım!

 

Yeryüzü insanlığına yeni kapılar açan, bu toprakların gerçek kültür değerlerini yaratmış bir büyük inanç ve uygarlık birikimi Alevilik Bektaşilik…

 

Ama artık değerleri yağmalanan, yok edilen bir Alevilik Bektaşilik var, diyorum.

 

Çağın koşulları böyle, devir değişti, şehirde şartlar değişti, günümüz gençleri işte, o eskidendi o, eskide kaldı onlar, o cemler sürülemez ki!, o dedeler bir daha yetişmez, nerde o eski dedeler!, bazı kuralları da çok zor yahu bu yolun, hangisini uygulayabileceğiz ki! Diye, diye…

Bugünlere geldik.

 

Yağma Hasan’ın böreği, batan geminin malları bunlar vatandaş, gel, gel, gel…

Sen de al bir şeyler…

Kıyısından köşesinden sen de kopar al, git…

Sahipsiz bunlar, bu inanç, bu kültür, bu tarih, bu coğrafya sahipsiz…

Gel, gel, gel…

Hiç çekinme, gel…

Ne koparabilirsen, kopar canım, al götür, çekinme hadi gel…

Aaa…

Olur mu öyle şey…

Aramızda sözü mü olur, atalarımızdan kaldı nasıl olsa bu ortak miras…

Gel, gel, gel hiç çekinme gel…

Paylaşalım birlikte, kim ne diyecek, kim sorgulayacak bizleri…

Hadi çekinme, sen oradan, ben buradan yağma edelim bu mirası!

Kimimiz sahte dede, kimimiz sahte hoca, kimimiz üç satırlık büyük ozan!

Kimimiz bizi ters yüz eden sağcılardan sağcı, ikiyüzlü, çıkarcı, ilahiyatçılara tapmış birer dal kavuk…

Kimimiz bildiğinden, inandığından çok konuşan kendini hatip sanan şarlatan…

Kimimiz büyük aydın, düşünür, büyük yazar…

Yazar,  yaz babam yaz… Sen de yaz…

Nasıl olsa iki kitap okumuşsun ya bir kitap da sen yaz…

Kıyıda öyle öfkeli öfkeli oturma, kalk gel sen de çal kaşığı, Halil İbrahim Sofrası be yahu…

Gel, gel çekinme öyle; Naz etme…

Soran sorgulayan olmaz nasılsa…

Hadi gel, gel…

Kimimiz Türkçü, kimimiz Kürtçü, kimimiz Alman kafalı, kimimiz ateist, kimimiz molla…

Kimimiz yeni çıkmışız dondan gömlekten, kimimiz olmuşuz bu işlerde usta…

Allah aşkına yaptığınıza bakın siz, kıyıda köşede kös kös oturmayın öyle sessiz sessiz…

Siz de alın bıçağı elinize başlayın kesmeye canım!

Utanmayın, korkmayın, insan eti dediniz ama öyle değil bu…

Nasıl olsa bu canlı mı – cansız mı pek fark edilmiyor…

Çok eskimiş zaten, eskide kalmış, canı ha çıktı ha çıkacak zaten…

Hani tarih olmuş, olacak gibi. Yok olmuş, ya da pek yakında bu gidişle yok olacak gibi…

O kadar ki yakın…

Evet, evet, evet… Artık o tarih oluyor.  Yok, oldu yani… Yok olmalı!

Yani; Hal hatır sormak, komşu hakkı sormak, ahlak, erdem, yardımlaşma, eline – dilene –beline sahip olmak, yaşadığı yurda,  topluma bağlı olmak, 72 millete birden yar olmak, Dört kapıdan, kırk makamdan geçmek, dürüst olmak, gönül kırmamak, üretmek, yaratmak, ana baba hakkını tanımak, dayanışma, görgü cemi yapmak, ocak dedesini bulmak, saçını sakalını kırk yıldır cemlerde ağartmış zakirle cem yapmak, ahde vefa, namusluluk, erdemlilik, büyük küçük hakkı sorma, tanıma, paranın manasız olması, aynı sofrada aynı kaptan yemek, daracık salonlarda muhabbet etmek…

Onlar eskide kaldı, eskidi bunlar…

Ey eski kafalı Ayhan Karanlık!

Sen anlamıyorsun bir türlü…

Sünnilere, Devlete, Diyanet’e gerek yok biz bu ikiyüzlülüğümüzle, kibirlerimizle, bencilliğimizle, kıskançlığımızla, hayınlığımızla, iftiralarımızla, gençlere, geleceği, bilime, araştırmaya yatırım yapmadıkça, dedelerimizi yetiştirmedikçe, bilinçlenmedikçe, siyasi bir ranttan başka, maddi beklentilerden başka hesaplarımız olmadıkça bizler yok olacağız, asimile olacağız, diyorsun…

Sen bunları zaman zaman televizyonlarda da söylüyordun ya, şimdi onu da engellediler.

Çoğunun hoşuna gitmese de söylüyordun ya hani, o da fazla geldi.

Anla artık, artık anla…

Boş ver veya çekil şuradan sen bakayım;

Bizim nutuk çekmemizi eleştirme,

Bizim nasıl birer “siyasi artist” olduğumuzu söyleme,

Bizim nasıl ikiyüzlü olduğumuzu deme,  

Bizim nasıl uyanıklar olduğumuz ortaya koyma,

Götümüz bu rahat deri koltukları gördü bir kere,

Okumuş gençleri ne yapacağız biz,

Bırakır mıyız kimseye biz bu rantı, bu rahatı…

Babamızın evinde mi gördük bu iltifatı…  

Biz bu dernek başkanlığını da,

Birine dernek başkanı yazılı kartvizit vermenin tadını da

Artık ölene kadar bırakmayız…

Anla artık, anla artık…

Biz de düzene uyduk…

Her şeye bir kılıf uydurduk…

Kimimiz şampanya patlattık muharremde

Kimimiz erken boşadık parayı görünce karıyı…

Kimimizin bir sevgili var kolunda,

Kimimizin bir Jaguarı var altında…

Kimimiz parti yanaşması,

Kimimiz bir örgüt sözcüsü…

Eeee…

Ayhan Aydın…

Senin yerin yurdun yok buralarda…

Al çantanı sırtına,

Usuldan kalk kırmadan cam çerçeve

Böyle başa böyle tarak

Dinsizin hakkından imansız gelir

Belki Mars, belki Jüpiter olur

Anca gidersin bu kafayla sen

Daha yakınıysa

Ya Şiran’a, ya Şiraz’a, belki Şikago’ya..

Haydi yürü artık vakti saatin doldu senin

Devir yeni değerler devri…

Senin ve senin gibilerin yeri yok bu yeni âlemde…

 

Evet, yazı böyle bir şey işte… Başlayınca kelimeler nasıl yan yana gelir bilemezsiniz. Bir anda elim kaleme gitti bunlar dökülüverdi dudağımdan…

 

Evet. İşte Kamber Özcivan Hoca’ya kahvaltıya gidiyorum. O güzelim doğal ortam kahvaltımızı yaptıktan sonra buraya asıl geliş amacım olan “İlhan Selçuk –Turhan Selçuk Anması” için birlikte Çilehane’ye doğru yol alıyoruz.

Erken gelmenin avantajıyla budaki güzelliği soluyoruz. Yeni yetişen çam ve çınar ağaçları altında çok sevdiğimi ülkemin bu iki büyük aydınını anmak, onları düşünmek, eserlerine sarılmak bana huzur veriyor. Böylesine aydınlık bir günde bu güzellikleri yaşamak çok güzel oluyor. Bu arada dostları görüyoruz, sohbet ediyoruz.

 

CUMHURİYET Gazetesi eski imtiyaz sahibi ve gazeteci-yazar İlhan Selçuk ile Turhan Selçuk ölümünün 4'üncü yıldönümlerinde Nevşehir’in Hacıbektaş İlçesi'nde düzenlenen iki ayrı törenle anıldı.

Hacıbektaş İlçesi'nin Çilehane Mevkii'ndeki Ozanlar Yolu üzerindeki 'İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı'nda düzenlenen anma etkinliği öncesinde, Turhan Selçuk’un eşi Ruhan Selçuk, Turhan Selçuk’un çok sevdiği Mor Starts ve beyaz gülleri Turhan’ın mezarına koydu. Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, yaşamları boyunca Atatürk ilke ve devrimleri ile onun aydınlanmacılığının yılmaz savunuculuğunu yapan İlhan-Turhan Selçuk kardeşlerin, her türlü baskı ve dayatmalara karşı dik duruşları ile topluma örnek oluşturduklarını söyledi. Selmanpakoğlu şöyle dedi:

"İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un her yıl burada anma etkinliğini yaparken, onlara olan özlemimizin yanı sıra, onlara ne kadar çok ihtiyaç olduğunu daha iyi görüyoruz. Türkiye için sloganlaşan ‘Tehlikenin farkında mısınız’ sözü, İlhan Selçuk’un unutulmayan deyimlerinden olmuştur. İşte biz burada her yıl bu iki bilge insanı anarken varlığımızı sürdürmenin geleceğimizin aydınlık olması laik demokratik hukuk devleti olarak toplumun birbirine karşı ötekileştirmeden gelişmesi yolunda çaba sarf edeceğimizi burada bir kez daha ifade ediyoruz."

Daha sonra törene katılanlar daha sonra İlhan ve Turhan Selçuk’un gömütüne karanfil bırakarak saygı geçişinde bulundu. Törene katılan vatandaşlara Hacıbektaş Belediyesi ekipleri tarafından lokma dağıtıldı. Selçuk kardeşler için ikinci etkinlik Hacıbektaş Veli Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Heykel sanatçısı Hasan Fehmi Hızal’ın hazırladığı ‘3 boyutlu Turhan Selçuk Çizgi Kahramanları Heykel Sergisi’nin açılışı Hacıbektaş Veli Kültür Merkezi’nde yapıldı.

CHP İzmir Milletvekili ve Cumhuriyet gazetesi başyazarı Mustafa Balbay,CHP İstanbul Milletvekili Sebahat Akkiraz, Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, Orhan Erinç ,Turhan Selçuk’un eşi Ruhan Selçuk,kızı Aslı Selçuk’un yanı sıra çok sayıda sanatseverin katıldığı sergi 1 hafta süre ile açık kalacak.

CHP İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiraz, Hacıbektaş Veli Kültür Merkezi’nde İlhan Selçuk’un sevdiği türküleri seslendirdi. Hacıbektaş Veli Kültür Merkezi’nde daha sonra ‘İlhan Selçuk-Turhan Selçuk ve Aydınlanma’ konulu panel de konuşan CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay, İlhan Selçuk’un sohbetlerinin bile kendisi adına bir okul özelliği taşıdığını söyledi. Balbay, şöyle konuştu:

"İlhan ağabey ile belirli aralıklarla Ankara’da görüşürdük. Ülkesel ve hem de küresel bakış açıları ile dünyadaki gelişmeleri aydınlatıcı kimliği ile yorumlar ve oldukça değişik felsefi yaklaşımlar ortaya koyardı. İlhan ağabey, bu ülkenin tüm değerlerinin yaşatılması gerçeğine inanan bir kişi idi. Yazılarına baktığınızda hem bugünü ve hemde geleceği kolayca görebilirsiniz. Örneğin bugün Cumhuriyet gazetesindeki yazısını okuduğunuzda, tam 4 yıl önce yazılmasına karşın adeta bugünlerdeki gelişmeleri görür gibi bir değerlendirmelerde bulunuyor. İlhan Selçuk benim için bir okuldu."

Cumhuriyet gazetesi ek yayınlardan sorumlu Yazı İşleri Müdürü Miyase İlknur da 1950’li yıllardan itibaren İlhan Selçuk’un yazıları, Turhan Selçuk’un karikatürleriyle aydınlanma devrimini,sol ve sosyalist düşünceyi geniş kitlelere en yakın ve ama aynı zamanda en çarpıcı bir şekilde ileten bir düşünce insanları olduğunu dile getirdi. Selçuk kardeşlerin üç boyutlu düşünen geleceğe projektör tutan aydınlanmacı olduklarını vurgulayan İlknur “Ne İlhan Selçuk tek başına bir yazar , ne de Turhan Selçuk tek başına bir Karikatüristti. Onlan üç boyutlu düşünen,ağacı değil,ormanı gören,günü değil,geleceğe projektör tutan aydınlardı.Geçmişte söyledikleri,tehlike olarak dikkat çektikleri konuların tek tek gerçekleştiğini görünce üç boyutlu düşünmenin ne olduğunu bugün anlayabiliyoruz. Oktay Akbal ‘İlhan Selçuk’u okumak bir üniversite bitirmekle eşdeğerdir.’demişti .Ne mutlu bize ki önce İlhan Üniversitesinde okuduk sonra da onun üniversitesinde rahle-i tedrisatından geçerek bir anlamda doktora yaptık" diye konuştu. (DHA)

 

Akşamsa her zaman buralara geldiğimde uğradığım canlarımın yanına kendimi atıyorum. Evet çok sevdiğim teyzem Haskıs Kara’nın kızı Günnaz Ablam ve enişte Cemal Abi’ye ulaşıyorum. Onlarla hasret gideriyorum. Burada işler çok yoğun. Hayvan bakımı çok güç bir iş… Allah onlara yardımcı olsun… Gün boyu gökteki bulutların hareketi, benim sanki uzun yıllardır burada hep oturmuş, birilerini beklemiş hissine kapıldığım bu kapıda oturup saatlerce kitap okuyorum… Burası bana büyük bir huzur veriyor. Burada türlü düşler kuruyorum. Çok ilginçtir her zaman bu kapıya gelince, bu balkonda aynı hislerle doluyorum. Burada büyük bir yalınlık, sadelik buluyorum. Dünyanın çoğu yerinde bulamadığım bu “kendimle baş başa olma” hissini burada tam da burada yakalıyorum…

Akşamsa teyzemin torunu beni Antalya’ya ulaştırmak için yine Nevşehir Otogarı’na ulaştırıyor. Yolda gençlerle konuşuyorum, onların hayata bakışlarını, umutlarını, umutsuzluklarını öğrenmeye çalışıyorum. Her iki gençte “feleğin çemberinden geçen” fedekar, yürekli, temiz kalp iki Anadolu yiğidi. Beni uğurlayana kadar bir saat orada bekliyorlar. İnsanlık kadar iyi bir şey yok…

 

23 - 26 Haziran

 

Kalem

 

İlim bir altın kemerdir

Düşmesin belinden

Dilin, tarihin temelidir

Geleceğe seni taşıyan kalemdir

Düşmesin elinden

 

(Raşit Kara, Güzel İnsan, Şiir, Anka Ofset, Şubat 1993)

 

Evet, Antalya’nın kavurucu sıcağına merhaba deyiş… Ben Antalya’yı çok sevmekle birlikte bu sıcağa dayanmak mümkün olmuyor. Üç gün boyunca bunalımdan bunalıma giriyorum. Özellikle de bu kilolar daha da çok yanmamı sağlıyor.

Can dost Ali Aksüt’e misafir oluyorum. Onun da bazı işleri var. Ama olsun ben çocuk değilim ya, ayaklarımın üzerinde durmayı çoktan öğrendim!

Çoğu işimi tek başına yapıyorum. En önemli isteklerimden birisi üst üste hastalıklar geçiren çok sevdiğim Halk ozanı ve dede Hüseyin Yorulmaz (Ozan Seyfili)’yi bulmak. Daha önce birkaç kez gitmeme rağmen adresi bulmam çok zor oluyor. Sıcaktan perişan düşüyorum. Hüseyin Yorulmaz bu sefer ciddi rahatsızlanmış. Eşi ve yakınlarıyla epey sohbet ediyorum.

Bir başka gün Kaya Özlük (Keskinli Aşık Haydari)’yi evinde ziyaret ediyorum. Beni yormamak, üzmemem için dirense de onu üç beş kez arayıp buluyorum. Ama bir de sürprizle karşılaşıyorum. Uzun yıllardır hep gıyaben tanıştığım ve çok uzun yıllardır Avustralya’da yaşayan Halit Özlük Dede’yi orada buluyorum, akrabaymışlar Kaya Özlük’le. Onunla bir görüşme yapıyorum. Bir başka gün Prof. Dr. Hüseyin Bal ve Öznur Tanal’la buluşuyoruz. Özlemim Fikret Otyam’a ulaşmak ama bir araç bulmak çok zor. Antalya’nın sıcağından dolayı eski günleri yad edeceğim gezileri fazla yapamadan evlere mahkum kalarak Antalya gezisini bitiriyorum. Ama Hüseyin Bal’la uzun uzadıya sohbet etmek, fikir alış-verişinde bulunmak çok yararlı oluyor.

 

 

Mecnun değilim dost

Çağırırsan çöllere gelirim

Yalan halde gelmem

Toplarım yüzümü

Yalın halde gelirim

 

Kapıyı vurduğumda kim

O dersen

Ben olmam kapında

Sen olur gelirim

Sen gel de yeter ki

Yola yük olmam

Yol olur gelirim

 

Şemsi Tebrizi

 

Ali Aksüt ise daha önce de birçok yerde söylediğim gibi, ülkemizde araştırmanın, incelemenin, okumanın, yazmanın, üretmenin çok zor olduğu bir ülkede devamlı kendisini yenileyen, hiç durmayan, okuyan, soran, sorgulayan, bir değerli yazar olarak yine üretmeye devam ediyor. O da benim gibi enerjisini kaybetmeden daha çok yer görme, gezme, yazma, okuma sevdasında olan bir yazar. Yaptıkları da son derece önemli. Kendisine sorularımı yazılı olarak iletiyorum. Kalıcı bir söyleşimiz olması gerekiyor. Sonra ise onu Ankara’da Hüseyin Gazi Derneği’nin Dedeler Toplantısı’nda görüyorum…  Yolu açık olsun, Hakk onun yardımcısı olsun, yolunu yoza, uğursuza uğratmasın… Daha nice eserler ortaya koysun, dostluk köprüleri kurmaya devam etsin, her nerelere giderse…

 

26-29 Haziran

 

26 Haziran’da Akçaeniş Köyü’ne gidecek minibüsleri beklemek için Antalya Otogarı’na gidiyoruz Ali Aksüt’le. Ali Aksüt’ün evi Otogara çok yakın. Virajları, yolları aşıp geliyoruz Akçaeniş’e. Ben Hamza Tanal’ın ailesine misafir olmak, burada biraz soluklanmak, Abdal Musa Etkinlikleri’ne buradan katılmak istiyorum. Anasultan’ı, oğlu Serdal Tanal’ı, gelin ve çocuğu görüp burada bir gece kalınca fikrimi değiştirip Tekke Köy’de kalmaya karar veriyorum.  Buraya gelip gitmek çok zor. Ama Akçaeniş’i çok seviyorum. Sabah ilk iş uzun bir yürüyüş yapmak oldu. Burada başaklar altın renginde. Meyve ağaçlarının başları dolu. Her taraf yem yeşil. Burası çok güzel bir köy gerçekten de. Hatta yürüye yürüye Dergah’a doğru hareket edip epey yol altıktan sonra sıcaktan dolayı bir arabaya binmeyi tercih ediyorum.

Ali Kızıldeli Dede, Hüseyin Durak Derviş, Şıh Ali Metin Dede gibi gelen dede, baba, ozan, zakirlerle çokça sohbetim oluyor. Söyleşiler yapıyorum. Daha önceden kendilerine Abdal Musa’ya gideceğimi, orada söyleşiler yapıp, “Erenler Katarı”nı orada yapalım dediğimde olur diyen, Barış Tv.’nin kameramanlarıyla karşılaşıyorum. Ama benim söylediklerim yapılmıyor, daha doğrusu bana haber vermedikleri gibi, beni yok sayıyorlar. Neyse… Aslında can sıkılacak bir şey yok… Bunlar böyle diyorum.

 

27 ve 28 Haziran’da yani Cuma ve Cumartesi günleri oldukça hareketli ve bereketli etkinlikler oluyor. Yirmi yıldır buraya geliyorum. Değişen bir şey olmuyor yani. Aynı isimler, aynı kafalar, aynı laflar, aynı görüntüler… Bunların hiçbirisi ulu pir Abdal Musa’ya yakışmayan görüntüler… Birden bakıyorum benim ismim de geçiyor… Beni de yazmışlar konuşmacı olarak. Ya orada olmasaydım ne olacaktı, haberim yoktu çünkü. Bu da gayet doğal bir şey aslında. Neyse Balkanlar’la ilgili, Bektaşilik’le ilgili bildiklerimi anlatıyorum.

Bizim ise havamız daha farklı. Zaten burada durum bu. Herkesin ister istemez bir planı, programı oluyor. Bizler Hüseyin Durak’la, Gülsüm Gül, Ali Ekber Gül, Ali Kızıldeli’yle daha çok zaman geçiriyoruz. Etkinlikleri izlemekten kaçmıyorum. Her türlü olanaksızlık içinde yine fotoğraflar çekiyorum.

 

29 Haziran

 

En son gün ise ben daha önce çeşitli vesilelerle eleştirsem de, açıkçası çok da güzel şeyler yapan Garip Dede Dernek Başkanı Celal Fırat’a katılıyorum. Onların yaptıkları ve büyük bir huşu içinde geçen cemden sonra, yine onların arabasıyla İstanbul’a yol alıyorum.

 

Gazetelerden Havadisler…

Bu geziler esnasında okuduğum Cumhuriyet’ten bazı başlıklar..

 

“Kazak Abdal”ın dergâhı onarılıyor…

Denizli. “Eşeği saldım çayıra, otlayıp karnın doyura, gördüğü düşü hayıra yoranın da…” gibi taşlamalarıyla bilinen Türk halk edebiyatının önemli isimlerinden Kazak Abdal’ın Denizli’de bulanan dergâhının onarılması için ilk adım atıldı. Denizli Pamukkale’ye bağlı Karataş Mahallesi’ndeki dergâh, kaderine terk edildiği için yok olmak üzeriydi.

Duyarlı yurttaşlar sayesinde… Çatısı ve duvarlarının büyük bölümü çöken kültürel miras için duyarlı yurttaşların çağrısı üzerine Denizli Valiliği harekete geçti. Valiliğin  talimatıyla müze müdürlüğünce rapor hazırlandı. 22. 11. 2013 tarihinde Aydın Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından tescil edildiği vurgulandı. Dergahla ilgili rölöve ve restorasyon hazırlık çalışmalarının sürdürüldüğü bildirildi. (Haziran 2014)

 

Stres beyni küçültüyor

Uzmanlar özellikle kronik stresin zararlarına dikkat çekiyor.

 

Tedavi sürelerinin uzamasına, kişinin kendini ruhsal olarak yorgun hissetmesine ve sosyal ilişkilerinin gerilmesine yol açan stres, beynin ölümüne de neden oluyor.

Reem Nöropsikiyatri Merkezi’niden Nöroloji Uzamanı Dr. Mehmet Yavuz, stresin vücudun tehlikeye karşı verdiği kimyasal reaksiyonların toplamı olduğunu belirterek “Vücut, tehlike hissettiğinde kanı şekerini yükseltir ve bazı hormonlar salgılayarak kendini tehlikelere karşı savunmak için hazır hale getirir” dedi.

Stresin beynin olumlu düşünce döngüsünü bozduğunu ve sorunları çözme yeteneğini zayıflatarak beyin hücrelerini azalttığını vurgulayan Yavuz, stresin aşırı ve uzun süreli olmasının beyinde özellikle hafıza ve öğrenme bölgelerini olumsuz yönde etkilediğini, beyinde görülmeyen tahribatlara yol açtığını söyledi.

Kronik stresin, beyin hücresinin ölümüne neden olabileceğini kaydeden Yavuz, özetle şunları kaytetti: “Yani uzun süleri, yüksek oranda strese maruz kalan kişilerin beyinlerinde küçülme görülüyor. Bilişsel yetenek zayıflıyor ve olaylar karşısında verilen tepkiler sertleşiyor”

İşte beyindeki kimyasal dengelerin bozulmasının nedenleri:

Depresyon

Uyku bozuklukları

Konsantrasyon bozuklukları

Karar verme yeteneğinde azalma

Obsesif davranışlar sergileme

Aşır endişe ve suçluluk duygusu hissetme.

(Cumhuriyet, 19 Haziran 2014)

 

 

Türk Gençleri Gazete Okumuyor Dizi Seyrediyor

 

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, geçtiğimiz yıl çalışmalarına başlanan Türkiye Ergen Profili Araştırması'nın sonuçlarını açıkladı. Türkiye'deki 9 milyon ergeni temsilen 12-18 yaş aralığında 6 bin 747 ergenle yapılan anket sonuçlarına göre, ergenlerin yüzde 80'i kendilerini "mutlu" ve "çok mutlu" olarak tanımlıyor. Gençlerin yarısı hiç gazete okumazken, yüzde 76'sı Facebook ve Twitter kullanıp Türkiye gündemini de buradan takip ediyor. Ergenlerin yaklaşık yüzde 8'i okulda ve ailesinde hem şiddet görüyor hem de yakın çevresinde şiddet uyguluyor. Yüzde 4'ü ise intihar etmeyi düşündüğünü ifade ediyor. Aile Bakanlığı Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen Türkiye Ergen Profili 2013 Araştırması'nın sonuçları dün Bakan İslam ve akademisyenlerin katılımıyla kamuoyuna açıklandı. İlki 1997'de yapılan araştırmanın ikincisi 2008'de yapıldı. 2013 yılı araştırması da ergenlerle ilgili çarpıcı gerçekleri gün yüzüne çıkardı. Araştırmadan dikkat çeken sonuçlar şöyle: 

GAZETE YERİNE TWİTTER 
Gençlerin yüzde 47'si hiç gazete okumuyor. Yüzde 66'sı televizyonda dizi izliyor. Yüzde 58'i tiyatroya hiç gitmiyor. Üçte ikisinin evinde bilgisayar ve internet var. Yüzde 76'sı Facebook ve Twitter kullanıyor. 

SİGARA YAŞI 13 
Ergenlerin yüzde 82'si hiç sigara içmiyor. Yüzde 5'i her gün sigara kullanıyor. Sigara ile ilk tanışma yaşı ise ortalama 13! Alkol kullanımı ise ergenler arasında yok denecek kadar az. Yüzde 91'i hiç alkol almıyor. Yüzde 3'ü sigarayı sadece bir kere denemiş. 

EVİN REİSİ ANNE! 
Ergenler, aile içinde en iyi ilişkiyi anneyle kuruyor (yüzde 50), bir sorun olduğunda en büyük desteği annelerinden alıyor (yüzde 62), en çok anneyle vakit geçiriyor ve buna karşılık yine en çok da anneleriyle çatışıyorlar. (yüzde 11) 

ÇALIŞMA EZBER BOZDU
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, Ergen Profili 2013 Araştırması'nın, 8 ilde 12-18 yaş arasında 6 bin 847 genci kapsadığını ve 35 bin hanede görüşme yaptıklarını söyledi. İslam, "Sonuçlar 'muhakkak böyledir' diye düşündüğümüz konularda aslında yanıldığımızı gösterdi" dedi. 

PARA VE GELECEK
 Ergenlerde öğretmenlik ve doktorluk yüzde 17 ile ilk tercih. 
 Yüzde 88 saygın bir meslek ve paralı bir iş bekliyor. 
 Gençlerin yüzde 79'u geleceğe dair çok umutlu. 
 Ergenlerin yüzde 26'sı ise hayata dair kötümser. 
 Görüşülen hanelerin yüzde 47'si soba kullanıyor. Yüzde 57'si apartmanda yaşıyor. 

ERGENLERİMİZ ÇOK SOSYAL
YÜZDE 80'İ MUTLU 
Araştırmaya katılan ergenlerin yüzde 80'i kendilerini "mutlu" ve "çok mutlu" olarak tanımlarken, yüzde 4'ü mutsuz olduğunu belirtti.

YERLİ DİZİ İZLİYOR! 
Gençlerin yüzde 47'si hiç gazete okumadığını belirtirken, televizyonda da yerli dizileri izlemeyi tercih ettiğini söyledi.(yüzde 66).

GÜNDEMİ FACEBOOK VE TWİTTER'DEN TAKİP EDİYOR! 
Katılımcıların yüzde 58'i tiyatroya hiç gitmediğini aktarırken, üçte ikisinin evlerinde bilgisayar ve internet bulunuyor. Ergenlerin yüzde 76'sı Facebook ve Twitter kullanıp Türkiye gündemini de buradan takip ediyor.

DOKTOR OLMAK İSTİYOR 
Ergenlerde öğretmenlik ve doktorluk yüzde 17 oranıyla en çok istenen meslekken, bunu yüzde 13 ile mühendislik, yüzde 11 ile de polislik takip ediyor.

SİGARA İLE 13'ÜNDE, ALKOLLE 14'ÜNDE TANIŞIYORLAR 
Ergenlerin yüzde 82'si hiç sigara içmediğini söylerken, yüzde 5'i her gün sigara kullanıyor. Sigara ile ilk tanışma yaşı ortalama 13! Yüzde 91'i hiç alkol almazken, Her gün alkol aldığını belirtenlerin oranı yüzde 0,1 (Haziran 2014, Çeşitli Gazeteler)

 

İstanbul’da Milli Saraylar Resim Müzesi Açıldı.

 

İstanbul’a dönünce çok iyi bir iş yaptım. Herkese tavsiye ediyorum. Hani diyorlar ya, hep eleştiriyorsun yine de Avrupa’ya gidiyorsun diye. Heee… Öyle. Oradaki canlarla bir arada olmak, gençlerle sohbet etmek, söyleşilere katılmak çok güzel. Bir o kadar da güzeli o ülkelerin sokaklarında yürümek, ortamlarını görmek… Amma ille de müzelere gitmek. Çünkü oralar kültür merkezi, sanat merkezi, tarih orada, resim orada, heykel orada… Daha niye gitmeyeyim ki!

İşte İstanbul’da da Avrupa’daki resim ve sanat müzelerini andıran yeni müzemiz oldu nihayetinde. Milli Saraylar Resim Müzesi nihayetinde açıldı. Sarayların En Seçkin Taploları Yeni Mekanında… Batılı ve Türk birçok ünlü ressamın resimlerinin sergilendiği Müze, İstanbul’a yeni bir zenginlik katıyor. Mekanı çok iyi, çevresindeki yapılar ise tarihi. Evet Onu bulmak için çok zorlanmanıza gerek yok, çoğun insanın duyduğu ve bildiği Dolmabahçe Sarayı’nın hemen bitişiğinde bir Müze orası. Birbirinden önemli tabloların yer aldığı müzeyi herkese tavsiye ediyorum. Adres: Dolmabahçe Sarayı Veliahd Dairesi, Beşiktaş. Mutlaka ziyaret ediniz.